Yaşam Büfesinde “Gezinen Gölge”

“…It is the tale told by an idiot, full of sound and fury, signifying nothing; Heybeli’de mehtaba çıkamayanlar iki yıl sonra aya gidecekler hem de sert iniş yaparak, demek ki içmek için ayranı olmayanların tahteravanının kanaldan, saraydan uzaya uzanan programı da var. Var sayalım ki gittiler ! So,what ! …”

  

NetZoom (20.01.21) dan seçmeler: Hedefler ve Ahlaki Değerler “Gör, görün, hissettir; kazaları pes ettir”

Merhaba

Kış geceleri uzun; hava kararsız…Rüzgar fırtına düzeyinde, sıcaklık bir bakmışsın 24 derece (Bu satırları 11 Şubat sabahı yazmaya başladım. Devam etmedim; çünkü çerçeveyi sevmedim. Bir gün taslak olarak kuluçka döneminde kaldı ve bu arada 11 Şubat gecesi Alaçatı’yı hortum vurdu, Urla çevresine ceviz büyüklüğünde dolu yağdı. Felek de sevmedi aya yolculuğu)…Çoklukla sessizliğimin altında biriken küçük şeyler gereksiz patlamalara gebe… “Kara Göbekli” sepet yöneticisi budama sırasında yinelenen sinyalleri okuyamadı; bir iki dal telin üstüne düştü ve bunu gören ben, uyarıda geç kaldım (bugünlerde ya geç kalıyorum ya da fazla erken ve her iki durumda da pişmanlık süreci etkinleşiyor). Sonra büyük bir dal yeni taktırdığım ve tartışmaların gelgitlerinde sahiplendiğim (!) elektrik hattını kopardı. Eyvah ki ne eyvah ! Şimdi GDZ gelecek ve ek yapacak veya dalın çarptığı yerde zedelenen kablo bir süre sonra yine başıma dert olacak düşüncem içimi kapladı. “Kara Göbekli“ye dünden gıcık olmuştum. Belki biraz alınganlık belki de …Neden mi ?

Dün 10 Şubattı. On şubat Ziyneti ablamın doğum günü, Hanife ablamın ise ölüm günü. Kapımızın önüne ağaçları budamak için gelen belediye ekibine sordum: “Kaç kişisiniz ?” Cevapları altı olunca fırına gittim tatlı kurabiyelerden aldım. Yolun kenarında belediyenin ağaçlandırma adına diktikleri tek bir fidan da ağaca dönmüştü ve ne yazık ki geçen şiddetli fırtınada kökünden sökülüp yan yattı. O ağacı gösterip “Bunu da alıp götürün” dediğimde Kara Göbekli “Herkes bir şey istiyor; ama hiç kimse bir bardak su vermiyor” dedi. Halbuki bir saat önce dinlenme saatlerinde kendilerine çay ikram edeceğimi söylemiştim. Dönüp “Su vereyim mi; ister misin ?” diye sordum kendisine. Yanıtı olumsuz oldu ve… Onlar için fırına git, kurabiye al, özel çay demle ve bu sözü işit. İçim kabardı. “Ya sabır !” çekip düşünmeye başladım. Demek ki şu sözler doğruymuş:

” Cehenneme uzanan yollar, iyi niyet taşlarıyla döşeliymiş.

* Sevaba gireyim derken günaha girmek işten bile değilmiş ve

* Hiç bir iyilik cezasız kalmayacakmış.

Dün içimde kalanlar bugün kopan tellerle yüze çıktı ve gereksiz düzeyde sesim yükseldi. Yüksek ses yüksek sesle karşılık buldu. Gereksizdi. Bu kez kendime kızgınlığım arttı ve kendime yakıştıramadım. Yaşlandıkça insan manevra kabiliyetini yitiriyor. Pişmanlıklar artıyor. Küçük şeyler sıkıntı olarak aklı yoruyor. Kendime söz geçiremiyorum. Yazsam da artık nötralize edemiyorum. Bir de bakıyorum ki gölgem önüme geçiyor; ışık arkamdan itiyor. Onca şükredecek şey varken bu keyfi yitirdiğim anlar rutinimdeki şükürlerin önüne geçiyor. Bereket ki bir yerden öteye geçmiyor; geçemiyor ve uzun sürmüyor yanımda Nezuş olunca.

Yazımın girişindeki İngilizce cümle dün akşam izlediğim bir İrlanda dizisinden aklımda kalan bir kavramın türevi ki Shakespeare‘nin Machbet’inden alıntı. Hayatı “Gezinen Gölge“ye benzetiyor Shakespeare eserinde ve gariban bir aktörün sahnede bir o yana (kanala) bir bu yana (uzaya) saatini doldurur diyor sözcüklerinde. “Bir masaldır gürültücü bir idiyotun anlattığı (“İdiot“un Türkçesini “salak” olarak yazmış ise de bence bu çeviri bugün anlatmaya çalıştığım konu ile ilintisinde pek uygun değil ve bu nedenle “idiyot” olarak bıraktım. Rahmetli Nezih abi, Almanya’dan döndükten sonra çok kullanırdı “idiot” sözcüğünü, “dumkoff” ile birlikte. “İdiot” ya da değil sonuçta biri kanal diyecek, uzay diyecek ve taraftar toplamaya çalışacak; karşı taraf ince mi kalın mı, uzun mu kısa mı, ağır mı hafif mi diye cılız bir sesle odaklanamayacak ve atı alan yine Üsküdar’ı yine geçecek. Karşı taraf ne oyunun kuralını öğrenecek ve ayak oyunlarıyla baş etmede doğru ve etkili davranmayı bilecek ne de oyunun kurallarını yeniden yazacak. Hep bir cep telefonu reklamını anımsarım:

Yıllar önceydi (belki de yirmi yıldan daha fazla); Ericson, Motorola ve Sony cep telefonu pazarının liderleriydi. Dördüncü bir firma (Philips) da pazara girmek için radyo reklamlarına başladı. Şuh bir kadın sesi: “İnce mi olmalıymış kalın mı; büyük mü olmalıymış küçük mü ? Bence önemli olan işlevi” diyordu. Cep telefonu mu yoksa pornografik bir nesne mi tanımlıyordu belli değil ve çok geçmedi pazara girmeden silindi gitti. Millet aç, gençler işsiz, esnaf perişan ve aya gitsen ne getiricen ? Sudan’da ektiklerimizin bize faydasını bile bilemezken astarı yüzünden pahalı olan tarımsal üretimimizden beklenen umutlar azalırken ay taşını napcez ki ! Eline bir nesne alıp da bunu ne yapmalı ? sorusu oluştuğunda yetmişli yılların ilk yarısındaki birinci MC Hükümetinin yıkılmasından hemen önceki “Anahtar” görselini anımsarım.

Rahmetli Ecevit ve rahmetli Erbakan birinci MC (Milliyetçi Cephe) Hükümetini bir süre idare ettiler. Uzun sürmedi ve parçalanmadan hemen önce ” anahtar” görseli bir soruya eşlik etti. Erbakan’ın partisinin simgesi “anahtar” idi ve hükümet dağılmazdan önce rahmetlinin eline bu anahtarı tutuşturup konuşma halkasına da şu soruyu yazdı karikatirüstler “Şimdi ben bunu ne yapayım ?”. Hemen buradan filmi biraz daha geriye sardığımda taşralı edepsiz erkek çocukların birbirlerine yaptıkları bir şaka gelir aklıma. Elinde bir kalem tutarsın ya da pusuvarın başında işini görmektesindir ki arkadaşın hemen bağırır “herkesin elindeki…” Kendime dur diyemezsem söyleyemediklerimi yan yollarda şekillendirirken edep sınırlarını epeyce aşacağım ki aşmamalıyım. Şimdilerde elden çok dildekiler işe yarıyor gibi…Dese de dilim durmuyor doğru dürüst yerinde elim ve atasının elinde anahtar vardı ne yapacağını bilemediği…Bugün otoritenin elinde ise S-400 ve o da ne yapacağını bilemiyor; modifiye ustası eski Netgilli Serkan’a versek uzay aracı yapar mı acaba …

Shakespeare’den alıntı olan cümleyi biraz daha genişletip yazımı bitireyim ki daldan dala atlayışlarım “Gezinen Gölge“nin odağını kaçırmasın:

“…Life is walking shadow, a poor player that struts and frets his hour upon on the stage and then is heard no more: It is the tale told by an idiot, full of sound and fury, signifying nothing > Gezinen bir gölgedir hayat, gariban bir aktör sahnede bir ileri bir geri, ve sonra duyulmaz olur sesi, bir masaldır gürültücü bir idiyotun anlattığı ki yoktur hiç bir anlamı...”

Bizimkisi bir ileri iki geri; o da zamanını dolduruyor. Umarım kaderi kederimiz olmaz. Bu sözcükler size bir şey anlatıyor mu ? Gözünüzde canlanıyor mu cam ekrandaki öfkeli yüzler ? Allah akıl fikir versin ve hırsın önüne geçsin vicdan (yaşıyorsa belki hala 14 numaradadır vicdan ve iyice yaşlanmıştır; elden ayaktan kesilmiştir). Sağlık ve esenlik içinde görüşmek umuduyla açık ve aydınlık yollarda Allah’a emanet olun.

Öykücü