Yaşam Büfesinde “Başarının Rotası”

“… Köşe yazısında “Profesyonel kimdir ?” diye soruyor ve ardından da yanıtını veriyordu. İlk sözcüklerin “Profesyonel hırsızdır..” olması tüyleri diken diken ediyorsa da böylece AIDA nın ilk harfinin hakkını vermiş oluyordu. Dikkati çektikten sonra “İlgi“yi de “Bilgi hırsızı..” açıklamasını “…çaldığı bilginin kaynağını söyler..” sözleriyle okuyanlara “ohhh!” çektiriyordu. Yazılarından dolayı onu sevmiştim…”

Merhaba

On bir yıl önceydi. Global birleşmenin ülkesel sıkıntıları azalmadan sürüyordu. Yeni yapılanma henüz rüştünü ispat edemeden, kurumun kimyası oluşmadan yapılandırmanın mimarı ayrılınca ayakta kalmak, hayatta kalmak adına sponsor gücünü yitiren satış destek ekibi de şaşkındı. Üstüne bir de yeni bir ülkesel kriz dalgası etkisini göstermeye başlamıştı. Otorite baş yardımcısı aniden kurumdan ayrılınca başı kesik tavuk gibiydik Mersin’deki yıllık toplantıda.

Malatya deneyimleriyle kendini güçlü hisseden MDM-DC sahneye tüm siyahları giyerek çıkmış ve “satış destek gücü” rolüne rağmen satışa kafa tutuyor ve “challenge etme“nin ötesine geçip yine kızdırıyordu. Bugün de aynı şeyi yapıyor; sanırım E.D.Bono‘nun “tahrik” yaklaşımını abartıyor. Herneyse konuyu dağıtmıyalım. Biz yine 1998 yılına geri dönelim. Otel Merit’in salonunda satış gücünün güvenlik zonunu, çıkarlarını korumak adına savunma hatlarını yarmaya çalışıyor “bekara karı boşamak kolay; herkes kendi işine baksın…” türü sözleri, SSTC öğretilerini de aşan çok kerelerle görmezden geliyordu. Öte yandan yeni hedefler çizmek, hırslı olmak ve büyümeyi, gelişmeyi göstermek adına otoriteye destek olmaya çalışırken mazallah birisi tuvalete gidecek olsa paylaşılamayan artık hedef değeri ona yükleniyordu. Sevgili Nejdet’in kulakları çınlasın; nasibine düşeni hiç unutmadı; ancak laf aramızda bu hedefe de ulaştı. MDM-DC rolüyle NZM, satışın zamana yaydığı hedefleri hem olağandışı yükseltiyor ve hem de birden ayrılan otorite baş yardımcısının icadı olan TTTS (Time To Top Sales / Satışta Zirveye Ulaşma Süresi) kavramına yaşam vermeye çalışıyordu. Satış ise İsviçre’lilerin yaygın sözü olan “gölde yangın mı var; acelen ne !” benzeri bir tavır sergiliyor; öneriler için alıcı rolüne geçerek her zamanki gibi kaymakamlık ediyordu. Ona da bu yakışır (!).

İşte o tarihlerde köşe yazılarından sevmiştim sevgili Ulaş Bıçakçı’yı. Aynı dernek çatışı altında çalıştıklarını tahmin ederek İK müdürümüze sorduğumda pek methedilecek sözcükler duymadım. Kullandığı ifadelerdeki eleştirel dayanaklara baktığımda temelde “yapı ve uslüp farkı“nın olduğunu anladım. Bizimkini bildiğim için bu kez kendime daha yakın buldum. Yazımın başındaki köşe yazısını sunum seti yaptığımı anımsıyorum. O tarihlerde over head projector (tepegöz) kullanırdık ve ben el yazımla renk renk asetatlar hazırlamıştım.

Daha sonra sayın Bıçakçı’nın bir başka yazısındaki öyküyü de en kritik süreçte kullanmıştım. Aradan iki yıl geçmeden ikinci dalga global birleşme tam da 2001 krizinin öncül koşullarına denk gelmişti. Grup bu kez pek fazla üzgün görünmüyordu. Sanki “yiv-set” kalmamış veya “gülme aşaması“na ulaşmış olma sendromu yaşıyor gibiydi. Satışın en aktif olduğu sezonda sırf moral kazandırabilme uğruna Antalya’ya paint-ball oynamaya gitmiştik. Daha önce de yazdım; otorite bu oyunun sonunda “anlamıyorum neden en çok beni vurdular ?” diyordu ki… Anlamaması olanaksızdı; onun espri düzeyi her zaman yüksekti. İşte o eğlenceli günlerin dönüş hazırlığında yarım saatlik ekstra bir sunum olanağı yaratmıştım bir gece öncenin dansözlü eğlencesinde para takarken yakaladığım uygun zemindeki ısrarlı talebimle. Bu şansı vermeyebilirdi; verdi. Aynı şekilde 1992 sonbaharında Marco Polo’da 15 dakikalık ısrarlı sunum talebime de olumlu yanıt vermeyebilirdi; verdi. Hakkını yememek gerek. Her zaman katma değer yaratma olasılığı olan yaklaşımlara puan vermişti yılların otoritesi. Her neyse işte o özel sunumda soyadımın harfleriyle akılda kalıcı kılmaya çalıştığım mesajlar aktarmıştım. Daha önce de değindiğim gibi ana mesajım “DOD / Do-Differentiate Or Die” idi. “Dağı delmeye çalışan karınca” öyküsüyle Creativity (Yaratıcılık); “Cama konan kırlangıç” la Opportunity (Fırsatçılık) ve gruptan izin alarak tüm orijinal sözcükleriyle Performance/Productivity (Performans/Verimlilik) adına da “Spartaküs Sendromu” ya da “Gölge Etkisi” kavramları için sayın Bıçakçı’nın yine bir başka köşe yazısındaki fıkrayı anlatmıştım. Spartaküs’ü halkın gözünde rezil etmek için verilen ceza, arenada, halkın önünde 100 kadınla sevişmekti. Bunu anlatırken halkın tezahüratını grubun iznini de alarak Bıçakçı’nın yazısındaki orijinal sözcükleriyle ve vurgulayarak anlatmak o kadar kolay değildi. Herneyse (bu sözü de çok kullanmaya başladım; hoş görüle).

Daha sonra Bıçakçı’ya olan sempatim daha da arttı ve birgün D&R daki okuma seanslarımda onun “Başarının Olmayan Rotası” isimli kitabını gördüm ve satın aldım. Şimdi size o kitabın 151 nci sayfasından alıntı yaparak bir mesajı paylaşmak istiyorum:

“… Gazeteci Dilek Önder’in, Hürriyet Gazetesi’nde bir ara “Eko Portre”başlığı altında, tanınmış kişilerle yaptığı başarılı röportajları vardı. Bunlardan birinde, Cem Boyner şöyle diyordu: “Şirketlerin insanlar üzerinde çok büyük etkisi var.İnsanlara şirketler korku verir, stres verir, sıkıntı verir, daralma verir. Aynı sıkıntıyı eve götürür, oradakilerle bu sıkıntıyı yaşar, onları yine işine getirir. Dolayısıyla bir yerde durduramazsın bunu, böyle çift taraflı adamı hem evde hem işte daraltıyor olursun.

“Profesyonel” dediklerimizin problemleri de diz boyu. Can Kıraç , 41 yıl hizmet verdiği KOÇ Topluluğundan yeni emekli olmuştu. Bir sabah kalktım. Hürriyet Gazetesi’ndeki o günkü nüshasında, “hayatın yeni bir sahilinden, merhaba !…” başlıklı bir yazısı vardı. Yazının bir yerinde aynen şöyle diyordu: “Hayatımın bundan sonraki bölümünde; yazarak, konuşarak, insan olmanın zevkini yaşamak, özgürlüğün coşkusunu hissetmek istiyorum.”

Şimdi Bıçakçı’nın sözlerini kesmek istiyorum. Daha sonra (İzmir-2005!) Sayın Can Kıraç’ı MAS (Mükemmeli Arayış Sempozyumu)ın kapanış oturumundaki özel konuşmasını izledim. Yukarıda sözünü ettiklerini yapıyordu ve “yaşam kalitesini iyileştirme” yi anlatıyordu. Bıçakçı’nın yazısı şöyle sürüyor:

“… Can Kıraç’ın yazdığı bu satırlar, Türkiye’de profesyonellerin içinde bulunduğu sınırlamaları çok açık bir şekilde sergiliyor… Can Kıraç kadar deneyimli, kişisel derinliği olan, gücün zirvesine tırmanmış bir profesyonel yönetici bile, eğer Türkiye’de yazmanın, konuşmanın, insan olarak özgürce yaşamanın özlemini duyacak sınırlamalar içinde hayatını geçiriyor ise, bu durum sistemde ciddi bozukluklar olduğunu gösterir…”

İşte bugün beni (ve ne aradığını bilen beynimi) üzerinde toplayan açıklama “…yazmanın, konuşmanın ve insan olarak özgürce yaşamanın özlemini duymak…”. Şimdi anlıyorum “sessizlik sürecinde kayboluşları” ya da hastane koridorlarındaki ünlü resme hani işaret parmağı dudağında kepli hanıma itaat etmenin neden bu denli yaygın olduğunu. kuşkusuz bu sessizlik de bir tercih meselesi. Dr.Cihanser Erel, “Lider” isimli kitabının arka kapağındaki tanıtım cümlelerini aynen şöyle yazmış:

“Yaşam bize iki şey arasında tekrarlayan şekilde bir tercih hakkı sunmaktadır. Bu yaşamsal bir tercih olup bizim irade ve kararımıza bağlıdır: Ya isyan ya uyum. Akıllı olmak neye isyan edeceğimizi, neye uyum göstereceğimizi bilmektir…”. Doğru söylemiş hekim Cihanser.

Bıçakçı kitabının adını “Başarının Olmayan Rotası” koymuş; ancak bence kitabın içinde hep olan rotayı göreceksiniz. Öykülerle anlatacak. Kitaplardan çok yaşamın içinden öğrenmeyi kolaylaştıracak. Siz isterseniz bu yaklaşımları Fiona Harrold’un Başarının 7 Kuralı isimili ktabından fındık kabuğundaki bilgelik kavramıyla güçlendirebilirsiniz. Keyif sizin; köy mehmet ağanın…

basarinin-7-kosulu-findik-kabugundaki-bilgelik

Fiona’dan birkaç sözcükle yazımı tamamlıyorum. “Birinci kural: Tutkulu olmak” diyor Fiona. Tıpkı BeE&Me 2004 Mısır‘daki sunumumun ana temasında olduğu gibi.  Tutku olmadan yaşam belirli bir yöne doğru kararlı ve mutlu olarak akmayacaktır diye ekliyor Fiona, Pennsylvania Üniversitesi’nden psikolog Martin Seligman‘ın mutluluğa giden üç yoluna dikkat çekiyor. Bunlara SSTC çerçevesinde ve F2 deki “personal shield/Kişisel kalkan” bağlamında kişisel görüşlerimi de ekleyerek yazımı sonlandırıyorum:

  1. Keyifli bir yaşam: Küçük şeylerden mutlu olmak. Küçüçük bir kahkaha bile mutluluğun somut belirtisi olabilir. Aydınlık yollarda ilerlerken kahkahalarınız hiç eksik olmasın.
  2. İyi bir hayat: Yakalanmaya değer bir hedeftir. Bunun için neler yaptığınıza bir bakın ve iş için olduğu kadar mutluluk için de MASlaşsın (More And Smarter); her şey sizin ellerinizde.
  3. Anlamlı bir hayat: Sanki hep yakalanmış olduğu varsayılır. İlgi ve çıkarlarınızın üstündeki hangi amaca adanmış olduğunuza bakarak bu konuda kendinize dürüst sorular sorun ve dürüst yanıtlar verin. Şu sorulara sizin dürüst yanıtlarınızın ne olacağını bir düşünün:
  • Hayatta en çok istediğim şey nedir ?
  • Dünyada en çok olmasını istediğim şey nedir ?
  • Beni özel kılan şey nedir ?
  • Neler yapabilirim / Bunları hemen şimdi yapabilir durumda mıyım ?

Belki de şu soruları sormayı ve yine dürüstçe yanıtlamayı daha çok sevebilirsiniz:

  • Eğer yaşamımı sürdürmek için çalışmak zorunda olmasaydım ne yapardım ??
  • Yapmayı en çok sevdiğim şeyler nedir ?
  • Beni hayata en çok bağlayan, güçlü ve bütün hissettiren üç şey nedir ?
  • Bazen kendimi hapiste hissediyorum; devam edebilmek için ne yapmalıyım ?
  • Küçükken (on yaşında) ne yapmayı severdim ? Şimdi bunu yapmaktan beni alıkoyan şeyi nasıl aşarım ?

Daha nice kişisel sorularınıza gönlünüzce ve dürüst yanıtlar bulmada yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü (mustafa@copcu.com)