Yaşam Büfesinde “Demokratik Enstitü”

“…Dünyanın en başarılı ressamlarından biri sayılıyordu ama içinde tuhaf bir sezgi yıllar sonra anımsanmasını sağlayacak en önemli yapıtını henüz yapmadığını söylüyordu. Karar verdi ve “en güzel şeyin resmini” yapacaktı. Günlerce düşünmesine karşın, kafasında tam olarak neyin resmini yapacağına ilişkin bir düşünce oluşmuyordu. Aradığını bulmak için dalgın dalgın yürüdüğü bir yolda, karşısına çıkan yaşlı adama sordu: “Dünyanın en güzel şeyinin resmini yapmak istiyorum, ancak ne yapacağımı bilmiyorum. Bana yol gösterebilir misiniz ?” dedi. Yaşlı adam ressama kendi düşüncesini söyledi: “Aradığın şey inançtır; herhangi bir mabette, bir Tanrı evinde bulabilirsin oğlum” dedi. Ressam yoluna devam etti. Az ileride nikah salonundan çıkmış, balayına gitmek üzere olan bir çift gördü. Bu kez çiçeği burnunda geline sordu aynı soruyu: “Sizce dünyanın en güzel şeyi nedir ?” Gelin eşinin gözlerinin içine sevgiyle bakarak yanıtladı ressamı: “Aşk” dedi. “Aşk, fakirliği zenginliğe, gözyaşlarını gülümsemeye döndürür. Azı çok yapar. Onsuz güzellik olmaz.” Duyduğu bu iki ayrı açıklamayı düşünerek yoluna devam eden ressamın karşısına yorgun bir asker çıktı bu kez. Ressam aynı soruyu ona da sordu. Yüzünde yaşadığı ve gördüğü olaylardan derin izler taşıyan asker fazla düşünmeden yanıtladı ressamı: “Dünyanın en güzel şeyi barış, en çirkin şeyi ise savaştır” dedi. “Barışı bulduğun yerde güzelliği mutlaka bulursun” Sorusuna bulduğu yanıtlar ressamı rahatlatacağına daha da kederlendirdi: “İnanç, Aşk ve Barış” nasıl çizilebilir, nasıl anlatılabilirdi ? Evinin önüne geldi…”

 

Bugün (20.01.2021) NetZoom’da “Güven ve Kontrol” ile “Huzur” arasında yer alan yetmişlerin başlarında Enstitü’deki demokratik ilişkiler ve “Yuva” etkisi

Merhaba

Dünyanın en güzel şeyini aramayı aklının ucuna bile getirmeyen avarelin avanesinden birinin sözlerini duyunca başımı klavyeden kaldırıp sözlerin sahibinin yüzüne baktım ve ne inançtan, ne sevgiden ne de barıştan bir esinti göremedim. Sözleri aklıma takıldı ve Malezya’dan Kanada’ya uzanan yönetim biçimleri içinde demokrasiyi aradım. Dediği doğru muydu; ya da en azından doğru yola ulaşmada umut veren bir adım mıydı ? Kuralları ve denetleyeni varsa her sistem gerçekten demokratik olabilir miydi ? Yoksa korkuların etkisi altında züğürt tesellisi miydi (çevir kazı yanmasın) ? Bakalım “up close and personal” da söylendiği gibi “Yalan söyleyecek kadar cesursan, gerçekleştirecek kadar da cesursun demektir” sözüne bu kez yaşamın rutinlerinde tanık olabilecek miyim ?

Enstitü yıllarımda (1970/85) kimi yetersizliklerden dolayı şikayetlerimiz oldu. Yönetimle çatışmalarımız oldu. Ancak her koşulda demokratik yaklaşımlar baskındı; aklın yolu birdi ve kimi zaman geç kalsa da her zaman doğruyu bulma yolunda gönüldaştık. Güzel yıllardı. Bu kez yazımı ekindeki kolaja göre yapılandırmaya çalışacağım. Kolajda bir dün var; bir de bugün. Dün, 57 yıl öncesinde Enstitüm; bugün NetZoom‘dan bir görüntü. İkisini bir araya getirirken amacım, dünden yarına uzanan değerlere bugünün algılarını, yargılarını ekleyebilmek. Bunun için zihnimi odaklayan anahtar sözcük “Demokrasi“.

Nasrettin Hocaya sormuşlar “Eskiyen ayları ne yaparlar ?”. Hoca “kırpıp kırpıp yıldız yaparlar” demiş. Geçen akşam televizyon ekranlarında yıldız olsun diye kırpılmış eskilerden biri “Kuralları ve denetleyenleri varsa, her sistem demokratik olabilir” diyordu. Garibim içinden ve aklından geçenleri söyleyebilmenin kırmızı ince çizgisine yaklaşıyor; ancak bocalıyordu. Yoldaşı kısa bir süre önce bu çizgiyi azıcık aşınca “Haydi Abbas vakit tamam; yolcu yolunda gerek !” diyerek damadın yanına yolcu edildi. Araştırma Komitesinde “A Takımı“nın yaş almış deneyimlerinden biri, projesini eleştiren “B Takımı“dan birine “Lütfen saygılı olun” dediğinde aldığı yanıt aynen şöyle olmuştu: “Ben otururken, sizi otobüste ayakta görürsem yerimi size vererek saygı gösteririm. Ancak burada eleştiri yaparken doğruyu söylemekten çekinmem”. Kırklı ellili yıllardan yetmişlere kadar enstitünün büyüyüp gelişmesine deneyimleriyle katkı yapmış olan “A Takımı” bu tür eleştirilere pek alışkın değildi; belki de bugün avarelin avanesinin kendilerini dokunulmaz gördükleri gibi sahip oldukları konumdan dolayı ayrıcalık bekliyorlardı. Sonunda rahmetli Özal’ın dediği gibi eleştirilere alıştılar: “Alışırlar, alışırlar; kıç üstü otururlar” sözünü kanıtladılar. Daha konuya girmeden yazım zıvanadan çıkacak gibi görünüyor (meğer zıvana kötü bir şey değilmiş). Hala “demokrasi” konusuna giremedim.

Torunum Duru okul tatil diye bu hafta bizimle beraber Çeşme’de. Tatil okuma kitabı (Ömür Kurt / Karaca ve Mucizeler Köyü)nı birlikte okuduk. Hasanoğlan Köy Enstitüsü konu edilerek “öğretirken üretmek ve üretirken eğitmek” odağında öykülendirilmiş kitabı ikimiz de keyifle okuduk. Bir ay kadar önceydi arama motorunda bir konunun açılımlarını görmeye çalışırken “Demokratik öğrenci nasıl yetiştirilir ?” başlıklı bir yazının sahibinin Prof.Dr.İbrahim Ethem Başaran olduğunu gördüm. Kimmiş ? diye baktığımda 1930 Afşin doğumlu ve Düziçi Köy Enstitüsü mezunu olduğunu görünce bir sempati oluştu içimde ve yazıyı okumaya başladım ve şu soruların yanıtlarını özetle defterime yazdım.

1.İnsanı demokratlaştıran özellikler nelerdir ?

  • Demokratik insan düşüncesini özgürce söyler.
  • Demokratik insan başkalarıyla işbirliği yapmakta beceriklidir.
  • Demokratik insan öğrenmeye, araştırmaya tutkundur.
  • Demokratik insan kendinin ve toplumun sağlığını korur.
  • Demokratik insan üreticidir.

…ve sözün özü; “eğitim sistemimiz genel olarak demokrat insan yetiştirmeye elverişli değildir” diye özellikle yazmış Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji mezunu, Georgetown ve Michigan üniversiteleri deneyimli Prof.Başaran.

2.Demokrasinin istenilen nitelikte gelişmesi için yönetimde neler zorunludur ?

  • Demokratik yönetimin kuralları ve işleyişi ussal olmak zorundadır (ne kural var ne de işleyişini denetleyen bir kurum)
  • Demokratik yönetim “yol gösterici” olarak bilimi seçmek zorundadır (ne avarel ne avanesi bilime inanıyor > Soma’nın Hamza Dağı’nın yamacında “Bilim ışıktır” yazıyordu)
  • Demokratik yönetim evrensel insan haklarına ve hukuka uygun işlemek zorundadır (ne AYM nin ne de AİHM nin verdiği kararları takmayan yönetimin ne kadar demokratik olduğunu kim ölçebilir ki ! Bu terazi bu sıkleti çekmez)
Yazımın ekindeki kolaja sıra geldi, kolum yenden çıktı ama yerim daraldı.
Kolajın başı ve sonunda Netgillerin bir kolu ile 20 Ocak tarihinde yaptığımız 2020 yılı değerlendirme ve 2021 yılı planlama çerçeveli Zoom Grup toplantısının hazırlıkları yapılırken sorduğum bir sorunun yanıtı vardı:
  • Bir Amerikan Dolarının üstünde ne yazıyor ?
  • Yanıtı “In God We Trust” ın Türkçesi “Tanrı’ya güveniriz” demek ise de esas amaç “Sadece Tanrı’ya güveniriz; geri kalan her şeyi kontrol ederiz” ve bu söz
  • Hem bu yazıma vesile olan avarelin avanesinin yumurtladığı tanımdaki “denetleyeni varsa” nın anayasası ve
  • Hem de Netgillerde özgürlük alanı ve inisiyatif kullanmanın sınırları açısından “anladın sen onu” dedirten bir amacın dışa vurumudur.
Kolajının sonundaki bugüne ait bir diğer mesaj da “İç iletişimi gerebilen ve huzursuzluğa neden olabilen” duyarsızlıklardan sakınmanın “Neden ?” sorusuna yanıt olduğuna dikkat çekmeye çalışıyorum. Peki ya 1972 ve 1974 yıllarında Enstitüdeki ilk anıların ışığından bugünlere neler sarkıyor zihnimin kıvrımlarında ?
O yıllara ait üç fotoğraf var kolajıma eklediğim. Birinde sınıf arkadaşım ve eşi Enstitülü meslektaşım Muzaffer ve Hasan ile ben ve Nezuş’un ortasında sevgili, sevimli ve rahmetli Fikri Evcil. Gerçek midir yoksa bahane mi pek bilemediğim ama görebildiğim kadarıyla katılma hevesi yüksek olan ZM68 Muzaffer’in son sekiz yılda üç kez (Antalya ve Kuşadası) gerçekleşen toplantımıza katılmadığının bir burukluğu var içimde. Halbuki en az Muzaffer kadar Hasan’la da ailecek dostluğumuz var benim ve Nezuş’un anılarında. Ne zaman Hasan (Kavut) ı düşünsem birkaç anı depreşir. Bunlar;
  • Hasan’ın çalıştığı “Hububat Zararlıları” Laboratuvar şefi rahmetli Meliha Karman’ın “İstatistik Kitabı”nı okuduktan sonra bir konuyu danışmak için randevu alıp da yanına gittiğimde bana yapılan uyarı nedeniyle içine düştüğüm gaftır. Bana “Dikkat et Meliha hanım çok konuşur sonra servis otobüsünü kaçırırsın” dediler saat 14.00 de yanına giderken. Ben sordum; Meliha hanım anlattı. Zaman nasıl geçti bilemedim (daha doğrusu nasıl geçmedi). Koridordaki sarkaçlı saat hep yaptığı gibi “saat başı” gongunu vurmaya başlayınca “Meliha hanım pardon ben servise yetişeceğim izninizle gidiyorum” benzeri sözlerle apar topar odadan çıktım. Rahmetlinin neden o kadar şaşkınlıkla yüzüme baktığını dışarı çıkınca anladım. Çünkü saat servisin kalkacağı saat 17.00 i değil, saat 15.00 i çalıyordu. Bir saat bana dört saat gibi uzun gelmişti. Saat 15.00-15.30 arasında toplantı salonundaki “Çay Saati“nde Meliha hanımla göz göze gelince çok mahcup olmuştu. Bilgili, usta ve deneyimli biriydi ve kolajımda bir kokteyl sırasında Nezuş’la yaptıkları sohbete ait bir fotoğrafı göreceksiniz. Eşi rahmetli Mahmut beyle birlikte hem kalitenin hem de sosyal olmanın sembolu idiler. Mekanları cennet, kabirleri nur içinde olsun.
  • Hasan’lar üç kardeştiler. En büyük abileri Ziraat Fakültesi sekreterliğinde çalışırdı. Ortanca abi rahmetli Necdet’le sadece altı ay birlikte çalıştım enstitüde. Amerika’dan yeni gelmişti. Çok geçmeden istifa etti ve bir ilaç firmasına girdi. Henüz bir ay oldu olmadı Pamukkale yolunda karıştığı trafik kazasında, genç yaşta vefat etti. Enstitüye yüz metre uzakta Mahfelin karşısında tek katlı bir evde otururlardı. Kapının önünde spor (şimdilerdeki Porsche gibi) arabası dururdu. Sanırım büyük abinin oldu. İşte Hasan “Üç Erkek Kavut Kardeş”in en küçüğü idi ve “Girirtli“ydi. İşte bu “Giritli” sözcüğünün tetiklediği kimi sözcüklerle birlikte yetmişli yıllarda bizim için taşıdığı değere değinmek istiyorum: “Farklılıklar Zenginliğimiz” idi gerçekten de.
  • Bir küçük fıkra; çocuk babasına bağırmış “Baba, bahçeye bir keçi bir de Giritli girmiş; ne yapayım ?”. Babası oğluna “Önce Giritliyi bahçeden çıkar” demiş. Anlamı, Arnavutların ot kültürü ve keçiden daha çok uzman seçicilikleriyle otları besin olarak değerlendirmeleri.
  • Resim de bir de rahmetli Mehmet Gündoğdu var. Kendisi “Bakteriyoloji Laboratuvarı”nda uzman bir araştırıcı idi ve aynı zamanda “Çiğ Köfte Ustası” idi; hem de gerçek etli çiğ köftenin. Ayda bir Hububat Hastalıkları Laboratuvarında (ki benim masam oradaydı)  çiğ köfte yapılırdı öğle yemeği olarak ve ben o gün izinli sayılırdım (çünkü sevmezdim ve laboratuvardaki soğan, sarımsak kokusuna dayanamazdım). Mehmet’in lakabı “Kürt Mehmet” idi ve gerçekten de kürttü; ama kürt olmak yüksünecek bir şey değildi. Hepimiz ona “Kürt Mehmet” derken ne biz kürtlüğü bir ayrımcılık olarak söylerdik ne de rahmetli Mehmet, kürt olmaktan, kürtlüğü duymaktan gocunurdu. Bu farklılık doğaldı; hatta bu farklılık bile değildi. Mehmet’i en sonra emekli olduktan sonra ilaç bayiliği yaptığı Birecik’te ziyaret etmiştim on yıl kadar önce. Hep aynı neşeli Mehmet’ti. Takılırdık Mehmet’in kaşına gözüne kardeşi öğretmen Mustafa’nın “ne kadar yakışıklı” olduğu ile kıyaslayarak…
  •  Felekten bir gecenin çalındığı bir fotoğrafı da kolajıma eklemiştim. Orada da kırmızılarla vefat edenleri; mavili olan iki arkadaşı da “Adana Yolcuları” olarak işaretledim. Ne demek “Adana Yolcuları” ? Enstitü yıllarımda en korkulan şeyi “Bornova” dan özellikle Diyarbakır ya da yeni yapılanan Erzincan ZMAEnstitülerine tayin edilmekti. Hepimiz için söz konusuydu. Kimi zaman müdüriyet Ankara’nın baskılarına dayanamaz, nadiren de “düzeltici önlem (safraları atmak)” olarak bizzat isteyerek tayinlere kapı açardı. Bunlardan birine tanık oldum. Dört araştırıcı aynı anda Adana ZMAE’ne tayin edildi. Bunlardan ikisi fotoğrafta görülüyor; Sxxxş ve Gxxxz. Seçmece bunlar… Adana’ya Meyve Hastalıkları, Nematod, Yabancı ot ve Sebze Zararlıları uzmanları gerekiyormuş (!). Dört kişi seçilip gönderildi ve içlerinde “aile birliğini koruma” adına taraf tutatrak yapılan seçim sonucu resim ustası olan, sakin, sessiz, efendi Erkin’e yazık oldu. Yıllar sonra şimdi yine Karşıyaka’da geçiyor emeklilik günleri.
  • Sxxxş’ı bir projesinde fazlaca eleştirmiştim. Ruhsat amacıyla elmada kara leke hastalığına karşı denemeye aldığı “Hoexxxx” kod nolu ilacına yaptığı hatalı istatistik analizi sonucunda haksızlık etmişti. Hangi metotla olursa olsun amaç ilaçlama sonrası ortaya çıkan “farklılıkların manidar” olup/olmadığını kabul edilebilir hata oranıyla (%5 veya %1) ortaya koymak gerekliydi ve araştırıcı hata yapmıştı. Ben analizleri yeniden yapıp onun hatasını gösterip anlatmaya çalışırken, o savunmasında “Ben bu analizi OM1 e göre yaptım” diyerek hem böbürlenerek dinlemiyor hem de söylenenleri önemsemiyordu. Bu savunmanın anlamsızlığı bugüne dek belleğimden silinmedi. O günlerde biz rahmetli Prof.Dr.O.Manas‘ın ekibiyle başlattığı “Fortran Delikli Kart” sistemi ile verileri bilgisayara işleme kursuna katılıyorduk. Rahmetli Oğuz bey, adının ve soyadının ilk harfleri ile “OM1: Tesadüf Parselleri” ve “OM2: Tesadüf Blokları”  deneme desenlerini bilgisayar ortamında yapılandırmıştı. Ne var ki; arkadaşımız verileri hatalı girdiği için (kontrol parseline göre ilaçların yüzdesel etkileri yerine ilaçsız karakteri de analize katıp hastalık değerlerini sisteme yazması; açı değerlerini dikkate almaması gibi nedenlerle) sonuç hatalı çıkmıştı. Halbuki verilere ham haliyle bile baktığınızda sonucun kuvvetle olası durumu açıkça görülüyordu. Ve arkadaşımız hatasını kabullenmek yerine “sen benim kim olduğumu biliyor musun ?” benzeri etki yaratmaya çalışan “Ben bunu OM1 e göre yaptım” derken “elektronik sistem hata yapmaz” demek istiyordu. Sxxxş’ı Adana da paklamadı; Trakya’da bir Fakülteye girmek istedi; olmadı. Daha sonra Ege’de ilaç bayisi oldu; Söke’de siyasete katıldı. Şimdi nerelerde ne yapıyordur; sağ mıdır ? bilmiyorum. Ondan bana kalan anıların ana mesajı: Yere sağlam basamadı. Fotoğrafların dili daha çok öyküyü anlatır. Bu kadar yetsin. Elimizdeki sigara tiryakiliğin değil ortama uymanın bir sonucuydu. Hiç bir zaman sevmedik dumanı ve dumanlı havayı.
Yazımın girişindeki öyküyü tamamlayayım.
…Dünyanın en başarılı ressamlarından biri sayılıyordu ama içinde tuhaf bir sezgi yıllar sonra anımsanmasını sağlayacak en önemli yapıtını henüz yapmadığını söylüyordu. Karar verdi ve “en güzel şeyin resmini” yapacaktı. Günlerce düşünmesine karşın, kafasında tam olarak neyin resmini yapacağına ilişkin bir düşünce oluşmuyordu. Aradığını bulmak için dalgın dalgın yürüdüğü bir yolda, karşısına çıkan yaşlı adama sordu: “Dünyanın en güzel şeyinin resmini yapmak istiyorum, ancak ne yapacağımı bilmiyorum. Bana yol gösterebilir misiniz ?” dedi. Yaşlı adam ressama kendi düşüncesini söyledi: “Aradığın şey inançtır; herhangi bir mabette, bir Tanrı evinde bulabilirsin oğlum” dedi. Ressam yoluna devam etti. Az ileride nikah salonundan çıkmış, balayına gitmek üzere olan bir çift gördü. Bu kez çiçeği burnunda geline sordu aynı soruyu: “Sizce dünyanın en güzel şeyi nedir ?” Gelin eşinin gözlerinin içine sevgiyle bakarak yanıtladı ressamı: “Aşk” dedi. “Aşk, fakirliği zenginliğe, gözyaşlarını gülümsemeye döndürür. Azı çok yapar. Onsuz güzellik olmaz.” Duyduğu bu iki ayrı açıklamayı düşünerek yoluna devam eden ressamın karşısına yorgun bir asker çıktı bu kez. Ressam aynı soruyu ona da sordu. Yüzünde yaşadığı ve gördüğü olaylardan derin izler taşıyan asker fazla düşünmeden yanıtladı ressamı: “Dünyanın en güzel şeyi barış, en çirkin şeyi ise savaştır” dedi. “Barışı bulduğun yerde güzelliği mutlaka bulursun” Sorusuna bulduğu yanıtlar ressamı rahatlatacağına daha da kederlendirdi: “İnanç, Aşk ve Barış” nasıl çizilebilir, nasıl anlatılabilirdi ? Evinin önüne geldi. Dalgın bir halde kapıyı açıp içeri girdiğinde dünyanın en güzel şeyinin tüm yanıtlarını bulduğunu anladı. “Babacığım…” diye kendisine koşan çocuğunun gözünde inancı gördü ve Tanrı’ya onu kendisine verdiği için teşekkür etti. “Hoş geldin…” diyen eşinin gözleri aşkla aydınlanmıştı. Ve evinde askerin sözünü ettiği barış ve huzur vardı. Hiç zaman kaybetmeden tuvalinin karşısına geçen ressam, kısa bir süre sonra en güzel resmini tamamladı. Tablonun adı: “Yuvam“dı..”

 

Enstitü yıllarım bizim için hep “yuva” etkisinde oldu. Memuriyetin doğal yetersizliklerinin içinde sevgili (rahmetli !) Orhan beyin “cebinizde bilin” dediği yan ödemeler kimi zaman geç kalınca her ayın son haftasında rahmetli Coşkun’dan borç almaktan gocunmadık. Adana yolcusu Gxxxz “Ben Ankara’ya gidip sorunu çözerim” diyerek toplanan para ile sözde uçakla gittiği (ve gittiğine inanılmayıp evinde durduğu dedikodusunun bile onu üzmediği) olgusunun bile demokratik karşılandığı iş ortamında her zaman aile ortamımız oldu on altı yıllık enstitü dönemimde. “Birinci MC Hükümeti” günleriydi (~1974). Tarım bakanı koalisyonun MSP kanadından, Fehim Adak‘tı. Elimde rotex makinası katılımcılara verilecek olan çantalara isim yazıp yapıştırıyordum. Katılımcıları iki gruba ayırmıştık. İlk grup bakanlık adına katılacak (müsteşar, genel müdürlük vb kamudan olanlar) olanlardı ve onların çantalarına isim yazarken “Muhterem xxx” yazıyordum; diğerlerine ise “Sayın xxx”. Bu ayrım bir bakıma “duyarlılık” sonucuydu. Aslında o dönemde hem cuma Hisar Camiinde FG nin vaazlarını dinlemeye giden dini bütün (!) rahmetli Yxxxxy ve Txxxn hoca isteselerdi enstitüye yönetici olurlardı. Bakanlık Efes Otelinde açılış resepsiyonu verdi ve içecek ayrandı. Ertesi akşam biz Enstitüde kokteyl verdik; içecek rakıydı. Bakanlığın alkolsüzlük baskısı yok muydu ? Vardı ama Tarım Bakanlığı alkolsüzlük kanadında olsa da rahmetli Ecevit’e mi güveniyorduk; yoksa biz MSP nin umurunda değil miydik ; ya da henüz test atışları başlamamış mıydı ? Bilmiyorum. Belki de tek sözcükle önemli olan, etkili olan: “Demokrasi” idi. Üstelik bizim kokteyl yapacak paramız da yoktu ve Elanco‘daki meslektaşlarımız Yüksel ve Yılmaz beylerden beş bin lira borç almıştık.

Bakalım hangi sistem, tek adamın astığı astık, kestiği kestik, ben sizin babanızım ben ne dersem o olur; her şeyi ben bilirim havasının sürdüğü ve seçim sath-ı mailine girildiği görülen koşullarda “hangi sistem kuralları ve denetleyenleri” ile “demokratik” olarak görülecek ve belki de anket sonuçlarının yarattığı panikle “50+1” den yan çizmeye çalışmanın anayasal değişim gücüne erecekler mi partilerinden istifa eden döneklerden medet umarak…

Uzun lafın kısası; yetersizliklerin ( yetmiş sente muhtaç, sana, şeker, benzin, tüp kuyrukları vb) kıskacında bunalırken bile “bu da geçer yahu !” diyerek bu denli umutsuz olmadım (bugün her şey varken, aşından işinden olanlar bu denli içimi acıtırken sxxxi sallasan, hırsıza, nursuza, arsıza değecek yoğunlukta hainden ürküyorum. Acil şifalar dilediğim sevgili Aydınçelebi’ye yazdığım gibi “yaşlanıyoruz ve manevra kabiliyetimiz azalıyor”). C13 Plus için şükür ve şükranlarımla ülkem adına, insanlık adına yardım (otoriteye akıl fikir versin) umuyorum ulu Tanrı’dan.

Öykücü