“…İngilizcede yönetim anlamına gelen “management” sözcüğü, elindeki uzun kamçıyla at terbiyecisinin atları koşturarak eğittiği daire biçimli alan demek olan İtalyanca “maneggio/managgiare” ile Fransızca “manége” sözcüğünden gelir. Peki ya atlar kendi başlarına koşmayı öğrendilerse ? Ya ortada elli yaşında eli kırbaçlı adam olmadan daha iyi koşuyorlarsa ? Ya yıkıcı rekabatin baskın olduğu fazlalık toplumunda devamlı çember çizerek koşmaktan daha akılcı şeyler yapabileceklerinin farkına vardılarsa ? Akıllı insanları bir yerlere tıkmaya çalıştıkça, onlar zincirlerini koparıp kaçmanın yolunu bulacaklardır…Liderin görevi yangın söndürmek değildir. Liderin işi kaosa düzen getirmek de değildir. Liderliği ortadan kaldırınca bir kaos ortaya çıkmaz. Genellikle kendini tekrarlayan tek dize bir çoğaltma süreci ortaya çıkar. Kişiler ve kuruluşlar kendilerini yenilemekte aciz kalırlar ve kısırlaşırlar. Bu nedenle liderle düzene kaos aşılamalıdırlar. Böyle yaparlarsa kurumsal doğurganlığı sağlarlar. Anlamlı liderlik tencerenin üzerine kapak kapak kapamayı değil, tencereyi karıştırmayı esas almaktır… “
ZM68 2018 50 nci yıl “Sohbet Gecesi”; Prof.Dr.E.E.O. diyor ki “Peki !” ve Netin May MOTES’de “Olgunluk”
Merhaba
Yazıma yine ZM68 50 nci yıl buluşmasından bir pasajla başlamak istiyorum. Sohbet gecesindeki sırayla gidecek olsaydım önceki yazımda verdiğim sevgili Hüseyin Aktan’dan sonra Sevgili Şükrü ile devam edecektim. Dün ki yazımda da böyle olacağını yazdım. Bugün vazgeçtim. Çünkü sevgili Şükrü’nün geçen yıl anlattıklarından “Bize öykünü anlat” temasından farklı bir söyleşi kaydı bulamadım video kayıtlarımda. Türkiye, Fransa, Kanada serüveninden sonra yirmi yıldır ABD’nin sıcak bir eyaletinde süren yaşamın artı ve eksilerinde alınmış güncel bir kararın mesaj veren sözlerini duyamadım. Bu nedenle Şükrü’ye ait kareleri erteledim. Bu yazımda buluşmamızı organize eden, tüm sıkıntılara katlanıp eksiksiz ve güzel bir buluşmayı gerçekleştiren sevgili Ersin’in sözlerine yer veriyorum. Ersin her zaman mülayim, hoş sohbet ve alçak perdeden konuşan (benim tarzımdan çok farklı) sakin ve huzur veren bir dosttur. Ne var ki yazmaya çalışırken yakınımda süren çare arayışlarımızın etkilerinden ve hele bir de çare bulunduktan sonra canlanan benzer anıların uyardıklarından kurtulamıyorum. Allah hiç kimseyi çocuklarının acılarıyla sınamasın. Sevgili Fatoş diyor ki: “Biz ebeveynler yaşadığımız sürece çocuklarımızın hasta olmak gibi lüksü yoktur”.
Pazar günü Kuşadası’ndan döndük. Buluşmaktan mutlu olduk. Gelemeyenlere üzüldük. Cetin gelemedi; kızı rahatsızmış. Mehmet gelemedi; hastalığı nüksetti. Ünal gelemedi; kızı hasta demişti Mehmet Ali. Yaş yetmişi aşınca duyduklarımız artık kızamık, kaba kulak değil; daha çok tansiyon, kalp ve kanser. Pazartesi günü bir çare arayışı telefonu ile gündemimiz değişti. Yazmaya çalışmak aslında sığınağa girme gayreti gibi bugün benim için. Avunmaya çalışmak. Sınıf arkadaşım ve eşi, çocuklarının sağlık durumundaki çaresizliği aşmak için çırpınıyorlardı. Akademik kanaldaki gelişmelerin hızı, hastalıkla ilgili korkuların yarattığı algıların hızını geçemeyince Nezuş bir yandan Asiye hanımı diğer yandan da yeğeni Melek’i aradı. Bir şeyi gönülden yapmak istersen Allah mutlaka sana çözüm yolunu gösteriyor. Konusunda uzman olan hoca (Prof.Dr.Levent Yeniay) hastanede tek kalmış. Randevuları Temmuz sonuna uzanmış. Biz ise Haziran başı istiyoruz. Melek gerçekten de tam bir melek. Çünkü annesinin yaşadıklarını çok iyi biliyor. Bu nedenle kim olursa olsun hastalık söz konusu olduğunda Melek her zaman çare üretir. Şimdi de öyle oldu. Sekreteri Temmuz sonuna kadar dolu; olanaksız dese de ameliyathane kapısında bekleyip doğruca hocadan gelecek hafta salı gününe randevu alıyor. Olmaz böyle şey. Helal olsun Melek. Böyle annenin oğluna da Allah onca badirelerden (otobüs kazası) atlatıp Kanada’da yolunu açık kılıyor. Genç İlke, Kanadalı Meg ile evlenip kariyerinde hızla yükseliyor ve yakında pilot olarak Türkiye-Kanada hattında gelişecek. Tekrar ediyorum. Allah hiç kimseyi çocuklarının acılarıyla sınamasın.
Neyse ! Gelelim Kuşadası anılarına. Ersin’in sözlerine bakalım ve “Peki” demeyi öğrenelim. Bundan önce yazımın girişindeki mavili kısmı açıklayayım. Kitaplığıma 13 Mart 2013 de giren bir kitap var: “Sonuna Kadar Delifişeklik (Funky Business Forever)”. Stockholm İkitisat Okulunda öğretim üyesi olan Kjeil ve Jonas ikilisi yazmış bu kitabı. O kitaptan bir alıntı yaptım. Neden yaptım ? Hem çeşni katmak ve hem de dikkat çekmek için.
Çeşni katmak için de Pazar Kuşadası’ndan dönüp gece yarısından sonra Çeşme’ye geldik. Ertesi sabah Netdirekt’in kardeş kuruluşu olan Netin’de aylık rutin “MOTES / Marketing Technical Sales-Operational Excellence / Pazarlama Teknik Satış Operasyonları İyileştirme” toplantısı için sabah 07.00 de İzmir’e doğru yola çıktım. Genel müdür adayımızın gündeminde “süreç yönetimi” vardı. Benim gündemimde tek bir sözcük… Yaz sıcakları artarken iletişim hataları artabiliyor. Hızlı büyüme döneminde bir çatışma yaşandığı bilgisi aldım. Bunu arka bahçeye aldım. Ve açılış ve kapanış konuşmamı “Olgunluk” ve “Olgunlaşma” konusuna ayırdım. Buna ait çekimleri de ZM68 2018 Sohbet Gecesi 6 EEO görüntüleri arkasına ekledim. Neden ? Çünkü sevgili Ersin’in ana mesajı “Peki” idi. “Peki” demeyi öğrenmekti ve Ersin soruyor “Peki dersen ne kaybedersin ?“. Ersin haklı. Yetmişinden sonra gurur yapacak halimiz yok. Güç gösterisine yönelmek ise cahil cesaretinden ötesi olmaz. Tıpkı seks ve siyaset için söylendiği gibi: “Ver ve kurtul”. İlginç ! “Seks” yazınca biraz önce yukarıda sözünü ettiğim kitabın 225 nci sayfasına “Delifişek Sen” başlıklı bölümün girişinde sadece şu üç sözcük var ve asteriks koyup da hemen açıklama gereği hissetmiş yazarlar: “Alışveriş ve Düzüşme“. Son sözcüğü okumak pek fazla etkilemese de buraya yazarken azıcık tedirgin oldum. Neden “seks” veya “sevişmek” değil de “düzüşmek”. Bana birazdan da fazla bayağı geldi sözcük. Ancak kitap pek çok kitaptan daha bilimsel bana göre ve bu sözcüğü yeğlediğine göre yazarların elbette bir bildiği vardır diye sonraki satırları iyice tarayarak okudum. Karl Marx ile Martin Luther King’i aynı resim çerçevesine alan yazarlar altına “Biri haklı, diğeri ölü” yazmışlar. Sözcüklere bakıyorum ve şunları görüyorum: “…Çok mu ileri gittik ? Aşırıya mı kaçtık ?…Delifişek köyde (dünya) insanlar cinsel perhizden ve tasarruftan keyif almıyor. Eski dünyanın bu iki temel direği çatırdıyor. Yeni gerçekliği boş zaman ve zevk oluşturuyor. Anında doyum aranıyor. Düzüşme ve alışveriş. Freud ve Jung bunları ortaya saldılar. Hepimiz büyük küresel çekim oyunun oyuncularıyız. Bireyler oyuncu. Şirketler oyuncu. Bölgeler oyuncu. Kentler kesinlikle oyuncu. Londra’ya onun finans şirketleri açısından taşıdığı dayanılmaz çekiciliğe bakın…” İlginç. Beş yıl önce yazılan yazıdaki Londra ve finans konusu bugün Sözcü’de Soner Yalçın’ın köşe yazısında da var; dün RTE’nın Chatam House’da yaptığı konuşmada da ve Soner Yalçın’ın yazısının başlığı “İngiliz Öpücüğü“. Dünya küçük. Oyun apaçık, Soytarı bir bakan ağlanacak halimize, aslınd akendi haline gülüyor. Sırıtması hepimizle alay etmek gibi. Esip gürleyen yalancı horozların alamadığı kararı, hem suçlu hem güçlü olan İsrail alıyor ve bakan hâla sırıtıyor. Bu ne aymazlıktır ? Bu ne vurdum duymazlıktır ? Bu ne soytarılıktır ? Ben Netin’de genç arkadaşlarıma “her çatışma doğruyu buldurur” derken “saygı (sabır) ile cesaret arasında denge kurmalarını” ve 2018 yılında performans sergilerken “disiplin kültürü”nün oluşmasına katkı sağlamalarını isterken ülkemin içler acısı haline üzülmekten kahroluyorum. Bu kahırla her sabah traş olurken aynadaki yüzüme bakıyorum ve kendimi, bu yüzü sevmiyorum. Gülmeye çalışıyorum; olmuyor.
Yine de sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuzun açık ve aydınlık olması için şükrederken zamanınız az ve ilginiz kısa sürerse ekteki filmin ilk yarısını izlemenizi ve zamanınız varsa ve yetmişinden sonra da hâlâ aktaracak şeylerimiz var diye düşünüyorsanız (L4: Leave a Legacy / Bir miras bırakmak) filmin tamamını izlemenizi öneriyorum.
Öykücü