Yaşam Büfesinde “Önem ve Öncelikler (IP)”

“…Yağmur yağdı yine camlar kirlenecek. İbrahim bey çöp bidonlarının yanını çöplüğe çevirmeyin. Hey mikser sürücüsü arabanı kapımın önünden çek !…Korona korkusundan Kuru Köfteci Hüseyin’e gidemedik. Korona korkusundan çocuklarımıza sarılamıyoruz. Hey maskeni doğru tak !Camlar ha kırıldı ha kırılacak. Ayağımın altındaki yer yarılacak mı ? Melek abla evimizin anahtarı babamlarda, siz bizim Çeşme’deki eve gidin…”

 

Merhaba

Dün İzmir depremi yaşadı. Bayraklı ve çevresinde evler yıkıldı; insanlar öldü. Ve biz hâla Çeşme’de korona önlemleriyle rutinimizi sürdürüyoruz; sürdürmeyi sürdüreceğiz. Bu aralarda kimi zaman maske ağırlıklı tartışmalara giriyor, daha çok konforumuzu bozan olay ve kişileri kafayı takıyorduk; “Konfor ve Korku” birbirine karışıyordu. Olguların önem ve öncelikleri nasıl da değişiveriyor… Konfordan korkuya uzanan süreçte olay ve olgular belirli bir sıra izlemiyor ki önceden kendimizi, aklımızı ve ruhumuzu hazır edelim… An oluyor on paralık konuyu ya da güncel bunakları kafaya takarak yaşamın konforunu bozuyor; an geliyor deprem gibi yıkıcı korkuların etkisinde sararıyoruz. Bu satırları yazarken “Hafıza ı beşer nisyan ile malûldür” sözünü şimdi bir kez daha düşünmeye başladım. Buradaki “unutma (nisyan)” konusu gerçekte bir eksiklik midir, bir hastalık mıdır, daha doğrusu insanın unutabiliyor olması bir sakatlığın işareti midir ? Ya unutamasaydık ! Bence bahşedilmiş bir özellik unutmak, unutabilmek. İşte tam bu noktada sessizliğim içinde unutulup gitmiş gibi görünen, günlüklerimde yerini yazılı olarak almış olan kimi olaylar var ki (örneğin Zeytinyağlı Mustafayı neden anında çocuklarımla paylaşamadım ? Ortaca pazarında portakal torbasını nasıl unuttum ? Ya da Narlıdere’de önümdeki arabaya neden çarptım ? Veya “Çocuk gibisin N… abi diye neden defterime not düştüm ?) onlar için “affederim ama unutmam” inanışım yukarıdaki özdeyişteki “maluliyet”in hangi aşamasında olduğumu gösterir mi ? Bu düzeyde olmak yarım kalmış bir gelişmişlik mi ? Matah bir şey mi ? Dün yaşadığımız depremin korkuları yetmiş beşi aştığımda bile unutmayı yeterince olanaklı kılmıyorsa ne yapmalı, nasıl yapmalı ? Ya da buna razı olup yatmalı…

Yaşadığım Depremler ve …

Yedek subay okulunu bitirip de Şubat 1969 un son günü Erzurum’a gittiğimde sürekli deprem oluyordu. Nasıl bulduk, kim aracılık etti bilmiyorum ama hemen ilk günün gecesinde Ben, Yıldırım ve Önder (Çukurova’dan emekli profesör meslektaşım) Arı Otel’in en üst katında geniş bir odada yere serilmiş yataklarda yatıyorduk. Sık sık deprem oluyor ve her depremde sokağa fırlıyorduk. Bu depremlerden en çok taburda nöbetçi olduğum gecelerde korkuyordum. Bu nedenle tüm gecenin paylaşılmış ikişer saatlerinde nöbetçi subaylık görevimiz olmasına rağmen ben tüm gece uyuyamıyordum. Bereket üç ay sonra ailemi (NÜELC) yanıma getirip de Gazeteciler Sitesi’ndeki yeni bir daireye taşındığımızda depremler son bulmuştu. Yaşamımda ilk deneyimlediğim deprem ve korkusu bu olmuştu.

Daha sonra Bornova ZMAEnstitüsünde göreve başladım (30.09.1970). Dört yıl sonraydı. Şubat ayının ilk günüydü. Onaylanmış harcırah formlarımla Bornova’da yeni Hükümet Konağının merdivenlerini çıkıyordum. Malmüdürü son kattaydı. İkinci kata geldiğimde herkes aşağıya doğru koşarak caddeye çıkıyorlardı. Meğer deprem oluyormuş. Hemen eve gittim. Bornova’dan eve (Tepecik) nasıl gittim anımsamıyorum. Eve vardığımda sorun olmadığını gördüm. Gecikmeden babamların oturduğu eve gittiğimizde babam çatıdaydı. Yıkılmış olan bacasını tamir ediyordu. Deprem korkusu (!) babamı sokağa değil çatıya çıkarmıştı. Bu davranış “mal canın yongasıdır” dan öte bir algı olsa gerek.

Üç yıl sonra, Aralık ayının ortalarında iş yaşamımda aynı görevde “asistan masistan parçası” olarak devam ederken mutfakta dördümüz yemek yiyorduk (MNÜE). Teypte Neşe Karaböcek’in bir şarkısı çalıyordu. Deprem oldu. Üst raflarda zulaladığımız kolideki Sana (veya Rama) yağları yerlere döküldü. En çok da Eray korktu ve ne zaman Karaböcek’in o şarkısını duysa depremin o günkü korkularını hep yaşadı. Sanırım o depremde İzmir Saat Kulesi’nin üst kısmı kopmuş ve saat durmuştu. Bu son iki depremde Tepecik 1159 sokak no 27 de inşaat ustası Ali Abinin yaptığı yığma kagir evde oturuyorduk. Betonarme olmayan bu tip binalarda kolon diye bir şey bilmiyorduk; yoktu. Yine de şiddeti 5-6 arasında olan bu iki depremde ciddi herhangi bir hasar oluşmadı yüreğimize yerleşen deprem korkusundan başka. Bu korkunun ecele bir faydası oldu mu ? Sanmıyorum. Daha sonra CINOS’lu oldum (Mayıs 1985). İki yıl sonra Karşıyakalıydım. Birbirine komşu üç sokaktaki üç evde geçen yıllarda (1987-2003) aman evimiz depreme dayanıklı olsun; buna göre ev seçelim diye bir arayışımız oldu mu ? Hayır. Manzaraya ve konfora baktık. Ta ki 2003 yılında by pass’tan sonra dört katın merdivenine çıkmak zor gelince taşındığımız Mavişehir’e kadar. Oranın seçiminde de TOKİ güvencesini (ki o yıllarda TOKİ’ye güvenmek saflık değildi. Çünkü o yıllarda henüz milletin orasına burasına koyan müteahitler türememişti) yeterli bulmuştuk. Bataklık üstüne fore kazıklarla çakılan temellerin üstüne kurulmuş olması yerin bataklık oluşunun risklerini göz ardı etmemize neden oluyordu. Orada 2005 yılında yaşadığımız depremde beşik gibi sallandıktan sonra bahçede buluştuğumuzda 21 nci kattakilerin bahçeye depremden 15 dakika sonra gelmesine bakınca birinci katta yaşıyor olmaya ayrıca şükretmiştik. Çöplükteki İbrahim beyle konforumuzu bozup (!) ve Koronalı günlerin belirsizliklerini riske çevirip de “Hayat MeMaT (Mesafe / Maske / Temizlik) meselesi” diye düşünerek riskleri yönetmeye çalışırken bugün yeni bir depremin korkularında yaşam gölünün karşı kıyısına kulaç atmayı sürdürüyoruz. İşte tam bu noktada “Konfor > Risk > Korku” aklımda sıraya girdi.

“Konfordan Korkuya Uzanırken Riskle Yaşamayı Sevmek”

Yazımın girişindeki mavili kısım yetmiş beşi aşan yılların rehavetinde (!) zihni boş bırakmamak için kafaya takılan tokadan başka konulardı. Camlı bölmeden ökaliptuslar arasından denize doğru bakarken çöp bidonlarının yanını çöplüğe çevirenlerle ağız dalaşına girmek sanki denizin üstünde Sakız’ın siluetinde Türk ve Yunan jetlerinin “İt Dalaşı”  gibiydi. Her tartışmadan sonra “değer miydi ?” diye kendime sorup da pişmanlık yaşasam da dinginliği yaşadığım konforumu kendi elimle bozmaktan geri durmuyordum. Çevre temizliğine sığınarak yaptığımı haklı bulsam da “haklı ve doğru” arasındaki kırmızı ince çizginin çoklukla ayırdına varmakta zorluk çekiyordum. Manisalı komşumun korona sonrası bahçesine büyük bir havuz yaptırırken kapımın önünde sırasını çalışarak bekleyen üç beton mikserinin sürücüsü ile girdiğim ağız dalaşında da “abicim eksoz kokun burnumun direğini kırdı; gürültü de beynimi s**ti” demekten geri kalmıyordum. Bunların hepsi şu veya bu şekilde “Konfor Alanıma” zarar veren daha doğrusu tutum ve davranışımla konfor alanıma zarar verdiğim konulardı. Bu arada ister “la havle vela kuvvete…” yi tam olarak mırıldanarak ister “Kral ve Ben” de Kel Yul Beyin dediği gibi “La havle vesaire” diye kısa yoldan giderek geçiştirmeye çalışırken aklıma korona düşünce konfordan riske dönüyordu zihnimin pusulası. Kimilerinin işlerini tümüyle yitirdiği kimilerinin “fakr-u zaruret (fakirlik ve muhtaçlık)” içinde eve ekmek götürmeye çalıştığı (ve bu arada ekmeği asmaya, ipe un sermeye çalışan modern görünümlü bunakların ekmeğinden değil ki tam bunları yazarken saat 16.15 deprem sürüyor. Demek ki fay daha yerine tam oturmadı ve fazla söze gerek kalmadan şu an kendimi riskli alandan korkunun ellerine teslim ettiğimi hissediyorum) bu günlerde “riskle yaşamayı sevmek (how to live with risk and love it)” için “MOB (Mutually Obligation / Gönüllü Mecburiyet < Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya çalışmak)” söz konusu iken bu “gavga neden ?”

Sözün özü; İzmir’de yepyeni binalarda, koca koca reklam afişleriyle, yetkili ve sorumlu yapı denetim mühendislerinin imzalarıyla usulüne uygun inşa edildiğine emin olarak satın alıp içinde oturanların son durum karşısındaki isyanlarında görüldüğü gibi kime ve neye güveneceğini bilemediğin yaşamında “Konfordan Korkuya Uzanan Süreç”teki detaylara takılmadan (yapabilene ne mutlu) sağlık ve esenlik içinde Allah’a emanet olmanızı diliyorum.

Öykücü

NOT: İnşallah bir ara son iki yazıma birer kolaj uydururum.