Yaşam Büfesinde “Eğriliğin Sonu”

“…Bir doğru ile bir eğri ortak olsa, bu ortaklığın sonunda, doğru hep zararlı çıkar. Devlete vergi vermek gerekince, ikisinin de malı eşit olduğu halde, doğru adam çok, eğri adam az verir (asgari ücretli yorgun doğrular ve milletin orasına burasına koyma meraklısı mutlu eğriler). Ama almaya gelince, iş tersinedir. Bu ikisi yönetimin başına geldiler mi, doğru zarar görmese bile, kendini işe vereceğinden evine bakmaz olur (keşke babam bakkal olsaydı…). Doğruluğu, onun devlet malından faydalanmasına engeldir (doğru, anayasayı fırlatmasa iyiydi; doğru sandığım eğri, tam da bu kritik süreçte sahtekar babanın kulağına küfretmese iyiydi). Üstelik de, hep doğru kalmak yüzünden hısım akrabasının nefretini kazanır. Eğri insan içinse durum tam tersinedir (çocuğum yok diye sevinirken yeğenin mobilya yerine suntaları amcasını bile kahretti); çünkü eğri bence büyük kazançlar sağlayan adamdır (bakara makara diyerek inançlıları kızdırsa da (!!!); ayakkabı kutularının içi dolsa da…). Bunun da en kısa yolu eğriliği sonuna kadar götürmektir. Öyle bir eğrilik düşün ki onu yapanı mutluluklara ulaştırıyor. İşte böylece sonuna varan bir eğrilik, zorbalık dediğimiz düzenin ta kendisi olur. Zorba, başkalarının mallarını azar azar değil, toptan alır. Bu mallar ister Tanrıların olsun, ister devletin. Oysa herhangi bir adam onun yaptığı eğrilikten birini yapacak olsa, cezasını görür. Rezil, kepaze olur. Ona, eğriliğinin cinsine göre, mabet soyguncusu, insan bezirganı; duvar delen, yağmacı, hırsız derler (Eğrinin uç noktasındaki zorbaya ise “çalıyor ama çalışıyor”). Ama yurttaşlarının mallarına el sürmekle kalmayıp onları köleliğe de sürükleyen eğriye bu çirkin adlar verilmez. Yalnız kendi yurtttaşları (yandaşları) değil, eğriliği sonuna vardıran bu adamı bilen herkes, ona muradına ermiş mutlu adam der. İnsanlar, eğriliği, eğrilik yapmak korkusundan değil, eğriliğe uğramak korkusundan ayıplarlar. Sonuna varan bir eğrilik böylece hür adama, doğruluktan daha çok yaraşır. Bu yüzden daha güçlü, daha efendi olur (bizdekilerde efendilikten eser olmasa da). Doğruluk güçlünün işine gelendir; eğrilikse,kendimize yararlı olan, kendi işimize gelendir > Orak Gibi Doğru…”

HAGEM’li “Öykünün İkna Gücü” > Adana’dan Yasemin’e; Köfte mi rakı mı ? “Cellatın asil olanına ne denir ?”

Merhaba

Yazıma 10 Kasımda başladım ve 12 Kasımda bitirdim. Önceki yazımın sonunda demiştim; elimde bir kitap var: Devlet (Ocak 2010; XIX.baskısı). “Önsöz”ü kitabın kendisi kadar anlamlı. Kitabın 25nci sayfasında 343.d referansıyla Sokrates’le Thrasymakhos arasında geçen “Doğruluk ve Eğrilik” konulu diyalogun bir bölümünü yazımın girişine aldım ve bugüne bakmaya çalıştım. Saat dokuzu beş geçe saygımı dualarımla zenginleştirip, minnet ve özlem gözyaşlarımı içime akıtarak şükrettim. Eğrilikten kurtulma adına umutlarımı güçlendirmeye çalıştım. Fox’ta İsmail ile birlikte dik duruşu, sakin, umutlu ve düzgün anlatımlarıyla Leyla Aytaman‘a hayran oldum. Benden bir yaş büyük ve İstanbullu. Ben CINOS‘un ilk evresinde Teknikte tıkanıp da Satışın kaosunun içindeki sistemi anlamaya çalışırken (1992/95) Leyla hanım vali olmuş ve kendince “İğneli Koltuğa” oturmuş. İlk kadın vali olmanın ardılında milletvekili oluşu ve öncülünde senatör olan babanın ekolojisinde gelişen aile ve kişilik yapısıyla sözcükleri içime işledi. “Bürokrasi ile Siyaseti Bütünleştiren” kişi olarak “İğneli Koltukta Dörtbuçuk Yıl” isimli kitabının internet tanıtımlarına bakıp Leyla hanıma biraz daha yakın olmak istedim.

“…Türkiyenin ilk ve tek kadın valisi, 20. Dönem milletvekili, Sefire, Bilimkadını. > Milletvekilleri Türkiyenin ilk kadın valisini nasıl karşıladı? > Türkiyenin ilk kadın başbakanı Tansu Çiller ve ilk kadın valisi Aytamanın ilişkileri nasıldı? > Eski başbakanlardan dayısı Nihat Erimin cenazesinde birbirine sırt çeviren liderler kimlerdi? >Termik santraller için verilen mücadelede akıl dışı gerçekler > İkinci Dünya Savaşının sonlarında, başta babası Dr. Abdullah Köseoğlu olmak üzere siyasetle yoğrulan bir ailenin içinde geçen çocuk yaşlarından itibaren Türkiyenin çalkantılı yıllarına, iktidar değişikliklerine, ihtilallere, muhtıralara, kâh uzağından, kâh yakınından, hatta içinden tanık oldu > eşi Büyükelçi Reha Aytamanla birlikte yurtdışında ülkemizi yıllarca temsil etti >1991 yılında Türkiyenin ilk kadın valisi olarak atandığında, birikimiyle, deneyimleriyle, azmi ve sağduyusuyla bu yeni görevi de layıkıyla yerine getireceğinden kuşkusu yoktu > Bir ilki yaşamanın hazzını ve gururunu duyup 1995 seçimlerinde Muğla Milletvekili olarak Meclise girene kadar valilik görevini dört buçuk yıl sürdürdü…”

İnancı Yitirmek (Loosing Faith)

Leyha hanıma baktım; umutlanıp imrendim. Bunları yazarken minareden ses geldi. Hoca beni cumaya çağırıyordu. Gitmeye niyetim yok. Niyetim birkaç yıl önce bozuldu. Ne güzel altmışından sonra imanım güçlenmiş inancım gelişmişti. Düzenli olarak cumaya giderdim. Hem de herkesten önce giderdim. En ön sıranın sol başına oturur, caminin ulviyeti içinde kendimle hesaplaşırdım. İnancımı yitirdim (Loosing Faith). Halbuki hocalar yaşam gölünde kulaçlarının gücü azalanları karşı kıyıya hazırlarlardı (> ömrün şu geçen neşvesi tam olsun erenler). Ne olduysa yüzde doksanı nankör yüzde onu da hain oldular. Öyle ki ” Keşke Yunan galip gelseydi” diyenleri bile baş tacı yaptılar. O nedenle beni çağıran hocaya seslendim (ki camimizi hocası aydınlık biridir ve kendisini severim) “kusura bakma gelemem; nankörlerin arkasında saf tutamam” dedim içimden yüzüne karşı. İçimdeki sese kulak verdiğimde bunu kendime yakıştıramıyorum sindiremiyorum. Keşke (bir de ben söyleyeyim-ki “keşke” demek kişiyi çözümün değil sorunun bir parçası yapsa da- ellili yılların başlarında, Atatürk’ten sonra onun yolunda gittiklerini söyleyenler oy korkusu adına Köy Enstitülerinin kapanmasına ön ayak olmasalardı. Keşke …) çocuklara öğretirken üreten ve üretirken eğiten öğretmenlerle birlikte hocalar “dünya ve ahiret dengesi” içinde “doğruluk” yolunda önder olsalardı. Hani olmayacak duaya amin demenin halk arasında (biz taşralı edepsiz çocuklar arasında) daha yaygın ve etkin olan şekliyle “halanın t*ş*kları olsaydı amcam olurdu” demekten öte değil bu benim “keşkelerim“… Emekli olup da Çeşme yaşamı rutinim olunca, evimin yüz metre ötesinde cami bulununca ne de güzel yola girmiştim. Milton Erikson’ın beygiri gibi ara sıra yoldan çıksam da kolayca yola dönüyordum. Hazreti Musa’nın “Yağmur Duası“nda olduğu gibi “Hendeklerim” hazırdı. İnancım tamdı. Şahit olduğum nankörlüğe tepkiyle camiyi terk ettiğim günden bu yana ne zaman Cuma selası okunsa hep hazır hendeklerime bakıp dua etmediğime, nankörlerden dolayı duadan vaz geçtiğime esef ediyorum. Yine de inadımdan vaz geçmiyorum. “Belki bir gün hayattan, geçmişteki günlerden bir teselli ararsam...”

Neşeli ol ki genç kalasın

Dün yine İzmir yolcusuyduk. Apartman toplantımız vardı. Arabamızın bagajında da bir tencere kuru fasulye ile arka koltukta iki de İstinye Park Yolcusu, Ankaralı…Bu yolculuğu gerekli kılan apartman toplantısının gündemi ve benim denetçi oluşumdu. Yirmi yıllık asansörlerin değiştirilmesi olağanüstü toplantının gündemiydi. Gündeme bir de apartmanın dışının izolasyonu ve boyası eklenmişti. Üstelik gündem maddelerinin ikisi de bu konularda para toplanmısını da içeriyordu. Bu iki temel konu kuşkusuz önemliydi; ancak bir milyon lirayı aşması olası bu iki konuyu bir arada ele almak bence özellikle şu sıkıntılı günlerde ödeme gücü açısından çok uygun değildi. Buna rağmen sabırla toplantının başlamasını bekledim. Katılımcı sayısı önemli değildi toplantının yapılması için; çünkü ikinci toplantıydı ve çoğunluk aranmıyordu. Toplantıyı yöneten meslektaşım sevgili Prof.Dr.KA ile verimli bir geceydi. Bu nedenle gecenin yarısına kadar sürmesi olası toplantı 21.30 da bitmişti. Böylece bana da Çeşme yollarında eve dönüş gecenin o saatinde çok zor gelmemişti. Bizim bloklarımızın temel bir sorunu vardı. Perde beton ile duvarlar örüldüğü için deprem vb ile ayrılan, çatlayan harç yerlerinden yağmurlarda kimi üst dairelere su giriyordu. Islanmak değil gerçekten de su giriyordu. Ben yirmi yıldır bu güzel sitede oturuyorum ve uzunca yıllar da denetçi olarak konuların biraz daha içinde oldum. Ne yapıldıysa kesin bir çözüm elde edilemedi. Bunun da olağanüstü toplantı gündemine alınması doğruydu. Sadece zamanlaması doğru değildi. Çünkü bu konuda bir karar alınsa bile bakım-onarım işleri 2022 yazından önce yapılamayacaktı. Bu durumda şimdiden, altı ay önce fiyat almak da anlamlı değildi. Çünkü bugünlerde kimse bir hafta sonrasını göremiyordu. Örneğin bir kapı değiştirmek için fiyat aldım (5.000TL). Bir hafta sonra yaptırmak için aradığımda 5.350TL istediler. Toplantıya katılan iki kat maliki (ki ikisi de inşaat mühendisi) evlerine giren yağmur suları nedeniyle çok dertliydiler. Haklı olarak gündem üzerindeki sözlerime karşı çıktılar. Gündem önerildiği şekilde sürdü ve yönetici bu konuyla ilgili aldığı teklifi okudu. İskelenin nasıl kurulacağından, işçilerin işe başlarken sağlık raporlarına ve kullanılacak boyanın isminden rengine kadar her şey vardı teklifin detaylarında. Ancak izolasyonun nasıl yapılacağı ve su girmesinin önlenmesi konusundaki teknik detaylar ve işin garantisi yoktu. Daha önce de benzer bir iş yapılmıştı eski yönetici zamanında ve sonuç değişmemişti; sorun aynen sürmüştü. Sadece binanın dış görünüşü birkaç yıl daha güzel olmuştu. Yönetici yaklaşık beşyüz bin liralık teklifi okuduktan sonra en çok sorun yaşayan iki inşaat mühendisi kat malikine sordum: “Sizce bu teklif edilen iş sorunu çözecek nitelikte mi ?” Yanıt netti ve olumsuzdu. Yönetici dersini iyi çalışmamıştı. Dayanağı sadece parsel yönetimindeki genç arkadaşımızın arkadaşından gelen bir teklif oluşuydu. Sonunda bir komisyon kurulması kararı ile bu konu önümüzdeki olağan genel kurula (kat malikleri toplantısına), diğer bir deyişle 2022 baharına kaldı. Komisyon oluşumunda da ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bu sorundan en çok etkilenen ve mesleği de tam bu sorunun çözümünde gerekli alt yapıya sahip olan Bay XX komisyona girmek istemedi; girmedi. Halbuki gönüllü olarak yer almalıydı ki sorunun gereği gibi çözülmesi için doğru yönelişler olsun. Üstelik çözümün nasıl olduğunu herkesten iyi biliyordu. Ve bildiği çözüm yolunu uygulayan bir diğer blokta sorunun nasıl k ökten çözüldüğünü de dile getirmişti. Bu durumda komisyonda mutlaka yer almalıydı. Heyhat ! Hemen her zaman “hem yağlı yemek isteyip de hem de papazdan korkan doğruluk”, eğriliğe mağlup oluyor. Yine doğruluk yan çizdi ve eğrilik bakalım nasıl bir final yaratacak ve Sokrates’in ruhu bu konuda neler hissettirecek… Ve gündemin esas konusu olan asansörlerin değiştirilmesine geldi…

Hasbi Tembeler’den Mektuplar

Kamuda onaltı yıl araştırıcı olarak çalıştıktan sonra CINOS‘lu olunca özellikle raporlama konusunda yapısal bir çerçeve içinde örnek olmaya çalıştım. Seksenli yılların tam ortasında “Özel Sektör-Kamu” ilişkilerinde “güven” eskisine göre yıpranmıştı. “Kimse yoğurdum ekşi demez” inancı yaygınlaşıyordu. Buna rağmen (ya da bundan dolayı-sorumluluk sahibinin olsun) birkaç yıl sonra ruhsat amaçlı ilaç deneme yetkisi firmaların kendi araştırıcılarına verilmişti. Hem doğruydu; hem de eğri. Sokrates sağ olsaydı buna ne derdi ? Platon, “Devlet“i yeniden yazsaydı bunu nasıl irdelerdi ? Bu kritik karardan önce ve sonra deneme raporlarımı olması gerektiği dispozisyon ve “Tartışma ve Kanı” içinde referanslarıyla destekleyerek yapılandırıyordum; tıpkı kamuda olduğu gibi. Bu yaptıklarıma bakan ve Enstitü yıllarında buna yabancı olmayan rahmetli meslektaşım ve enstitüden arkadaşım pazarlama müdürüm SHB bile gayretimi yadırgıyor ve bana “Sen buraya kitap yazmaya mı geldin ?” diyebiliyordu. Bu yetmiyormuş gibi görselle destekleme çabalarımı gören ve düşünce tarzıyla rahmetli dostumun “büzüktaşı” olduğunu yansıtan İsviçreli Dr.DK bana bakıp “Karın seni boşayacak...” diye takılıyordu işten özel yaşamıma az kalan zamanı görünce… Her neyse ! Ben bunları yaparken doktorasını ABD de yapmış olan bir diğer meslektaşımın yazdığı raporlara bakınca sevgili dostum Alev “Hasbi Tembeler’den mektuplar” diye takılıyordu. Anlatmak istediği “Baştan savma ve özensizlik” idi. Ki dün akşam da onu gördüm her iki konuda da… Halbuki yönetime kök salmış ve “Herbokolog” olup da on yılda bir koku sorununu çözemeyen VÜ’den sonra ne kadar da umutlanmıştım. Asansör konusu da izolasyon konusu da olağanüstü toplantıya gelmezden önce yeterince irdelenip gereğince hazırlanmış teklifler içermiyordu bana göre.

Sorun önemliydi. Daha doğrusu “konu” önemliydi. “Konu”nun “sorun” olması sadece dillerdeydi. Haksız değillerdi. Ancak bu kararı vermezden önce birkaç nokta netliğe kavuşturulmalıydı. Yine sorularım vardı. Bunlar;

  • Sordum: Asansörlerimizin (2 adet) etiketi kırmızı değil maviydi. Denetçi firmanın bir uyarısı yoktu. O**s firmasının asansörleriydi. Düzenli aylık bakımları yapılıyordu. Yıllık denetimleri de… Ne bakımını yapan ve ne de belediyenin görevlendirdiği denetim şirketinden “Bu asansörler riskli mutlaka değiştirilmeli” diye bir rapor yoktu. Bugün olağanüstü toplantıda değiştirme kararı alınmazdan önce böyle bir rapor olsaydı hem yönetimin ele güçlenirdi hem de kararı beklerken yöneticinin üstlendiği risk süreci kısalırdı. Bu yapılmadığı için toplantıya katılan site avukatının önerisiyle “tesbit davası” açılması kararlaştırıldı.
  • Sordum: Asansörlerimizin ikisinin de değiştirilmesi gerekli miydi ? Birisini değiştirip diğerini de çıkan ve eldeki yedek parçalarla iyileştirme sağlanamaz mıydı ? Bir başka blok bunu yapmıştı.
  • Sordum: Genç arkadaşımızın da dile getirdiği gibi “20 katlı binalara asansör kurmuş olan firma referansı önemliydi”; biz ne istediğimizi tam bilmiyorduk. Yöneticimizin mesleği gereği teknik olarak öngörüleri şekillendirememek normaldi; doğaldı. Ancak teknik bir heyet şartnameyi dikkatle hazırlamalıydı. Makina Mühendisleri Odasından resmen profesyonel bir yardımi stenebilirdi. Bu nedenle biz hazır değildik. Sonunda bu önemli konu da bir komisyona havale edildi. Olağanüstü toplantı, iki defa Çeşme-İzmir-Çeşme seyahatim “Yan Ürünleri” dışında esas amacın gerçekleştirilmesinde verimli olmadı. Yan ürünleri nelerdir ?

Toplantı öncesi sevgili Ersin’le (Prof.Dr.E.E.O.) asansör konusunda yazışmıştım. Onun esas derdi TÜV benzeri bir “soygun düzeni” idi. Bakımını yapan ve denetleyen firma paslaşmaları ile çözüm üretmeyen işlerdi. İşte o yazışmam:

“Asansörler
Apartmanlardaki asansörler ilgili belediyenin o döneme ait asansör talimatı uyarınca bir şirket tarafından kurulur ve belediyeden onay alıp işletmeye alınır. Genelde asansörü kuran şirket, apt. yönetiminin onayı sonucu her ay asansörün bakımını yapar, yönetime bir bakım raporu verir ve arıza vs varsa onarır ve ücretini yönetimden alır. Yönetim ayrıca bakım ücreti olarak şirkete her ay bir para öder..
Sonra bir sistem ortaya çıkar… Belediye bir denetim şirketi ile anlaşır ve şirket her yıl (!) asansörü denetler ve bakım yapan şirkete bir rapor verir. İsterse yönetime de bir rapor sureti verilir. TÜV de olduğu gibi, asansör ağır hasarlı veya hafif hasarlı veya hasarsız çıkar
Kusurlu asansöre kırmızı etiket takılır ve hasarın/kusurun 2 ay içinde giderilmesini, yoksa asansörün mühürleneceğini yönetime bildirir. Bakım yapan şirket, yönetimden hasarın/kusurun giderileceğini, bu iş için şu kadar para ödenmesi gerektiğini bildirir….
Bu nasıl bir iştir???
Bakım yapan şirket arızayı/ hatayı görüp her ay yaptığı kontrollarda bunları neden gidermez??? Bakım yapan şirket yetersiz midir?? Denetim şirket, fi tarihindeki yönetmeliğe göre kurulmuş bir asansörün yeni çıkmıs yönetmelige uygun hale getirilmesini nasıl talep edebilir??? Örneğin asansör çukuru derinliği azdır der….???
Aklıma takıldı da, yazdım işte. Yok canım şikayet etmiyorum. Kendi kendime gelin güvey oluyorum… Saygılarımla..

Sonuç; dün gece dağ fare doğurdu. Nedeni yeterince hazırlıklı gelinmemiş olmasıydı. Daire başına 10-15 bin TL lık bir ödeme planı çıkaracak olan her iki konudaki hazırlıklar yüzeyseldi; gerekli teknik öngörülerden yoksundu. Bunu gören ve her iki konudan da en çok şikayetçi olanlar ne yazık ki çözümün bir parçası olmak için heveli olmadılar. Her zaman olduğu gibi öne çıkan Kurtuluş oldu. Ne yazık ki ondan gelecek yardım da yeterli teknik içeriğe sahip olacak gibi görünmüyordu. Şimdi iki komisyon ve değerlendirme bekliyoruz. İnşallah Şubat 2022 de yapılması beklenen olağan kat malikleri toplantısında beklenen karar alınır ve gecikmeden uygulamaya geçilerek ciddi bir sıkıntı yaşamadan bu iki konu çözüme kavuşur. Bunun için “Niyet ve Zihniyet” önemlidir. Bunun için Kerem’in paneldeki sözleri akılda tutulmalıdır. Bunun için bu dünyanın “GAT Dünyası” olduğu unutulmamalıdır. Bu toplantıya katılmak için Karşıyaka’ya gelmezden önce yolda, sevgili Ersin’i aradım görüşebilmek için ve…Yaseminli Grubu

Yaseminli Grup

Mustafa on kişiyiz, Yasemin’deyiz; sen de gel” dedi. Sevindim. Şanslıymışım. ZM68 den on arkadaşla buluşmak her zaman nasip olmaz. Hüseyin ve eşini İstinye Park için Üçkuyular’da, Nezuş’u de Efes için çarşıda bırakıp, Yasemin’e gittim. Ben geç kalmışım. Ben gidinceye kadar sevgili ZM68Ümit (Prof.Dr.ÜE) ve eşi ayrılmışlar. Onları göremedim. Buluşmayı ZM68Orhan nam-ı diğer “Cici Başkan” organize etmiş. Sevgili ZM68Erol; ZM68Yalçın, ZM68Onur, ZM68Ersin, ZM68Sami, Kamil (!) katılmış. Ben sona kaldığım için sohbet fazla uzun sürmedi. Orhan, Sami, Yalçın ve Onur pek fazla değişmemişler. Özellikle Onur’un yüzündeki gülümseme ve muzip mimikler aynı kalmış. Sevgili Erol ise çok zayıflamış; avurtları çökmüş. Sanırım şekerden… Üzüldüm ve üzüldüğümü ne yazık ki ifade edemedim. Ona baktım ve cumartesileri yarım gün çalıştığımız Enstitü yıllarım geldi gözümün önüne…

Köfte mi rakı mı ?

Antalya’nın “İstasyon“undan Bornova’nin “Enstitü“süne tayin olup da hemen İngiltere-East Malling Research Station‘da bir yıl kalan sevgili Erol gerçek bir neşe kaynağımızdır. Çok takılırdık. Her tür şakayı, espriyi kaldırırdı. İngiltere’ye gittiği yıllarda döviz en önemli konuydu. Bir yerlerden bulsan bile yurt dışına çıkarmak yasaktı. Erol da her ne kadar “Devlet Lisan Okulu“nu bitirdikten hemen sonra Milli Eğitim’den kazandığı bursla yola çıkıyor ise de hedefinde dönüşte yurda bir araba getirmek vardı. Bunun için de elinde içi oyuk bir Redhouse Sözlüğü vardı. Yurt dışı eğitim süresini başarıyla tamamladıktan sonra 1974 model nar çiçeği kırmızısı bir VW ile yurda döndü. Allah razı olsun; çok bindik onun arabasına. Çok sosyaldi Erol ve bizimle beraberliğimiz aile boyutunda geniş yapılıydı. örneğin bir gece Güzelyalı’daki bir düğüne birlikte katılıp da bizi (ben Nezuş, annem ve babam) taa Güzelyalı’dan Tepecik’e getirmişti. Rahmetli babam Erol’un o güzel arabası içinde gelirken azıcık da kıskançlıktan olsa gerek “senin araban var ama bak benim oğlumun da karısı var” diyerek Erol’a takılmıştı. Uzun yıllar evlilik kararı almakta zorlanan Erol için pekçok çöpçatanlık yaptık Nezuş’la. Hiç birini beğenmedi o yıllarda. Sonrasına, bugünlere değinmek istemiyorum. Öğrendim ki bu yöndeki kimi görüşmelerden (sorgulamak gibi) alınmış ve sınıfımıza kırılmış. Yine de dün onu yakınında oturup da uzaklarda hissettiğim için içim burulsa da görmekten mutlu oldum. Şimdi bir cumartesi günü servis otobüsündeki kısa sohbete geleyim. Enstitüde soyadı “Yalçın” olan iki samimi arkadaşım vardı. Akraba değillerdi. Biri ZM68EY; diğeri de ZM67OY (Komser Osman). Osman aynı zamanda Erol’un ağabeyi olan ZM68YY nın da samimi arkadaşı. Yarım günlük çalışma bitmiş; servis Basmane’ye doğru yaklaşmakta ve Osman’ın Erol’a bir teklifi var: “İster köfteyi seç istersen rakıyı; hadi gel “Sidikli Ali Restoran”a gidelim öğle yemeğine”. Sözü edilen köfteci çok meşhur. Bı tür bir isimle anılması ise; bahçe içinde bir köfteci ve çişi gelen gidip bahçenin uzağındaki bir duvara yanaşıp hacet gidermesi imiş (ben hiç gitmediğim için bu gerçek midir yoksa tevatür mü bilmiyorum). Erol hiç birine yanaşmıyordu. Çünkü Erol rakıyı seçerse Osman öğle yemeğinde bir yetmişlik içiyor; Erol köfteyi seçerse Osman bir otutuşta yüz köfte yiyordu. Erol her zaman zararlı çıkıyordu. İşte böyle neşeli günlerden sonra dün sevgili Erol’u zayıflamış görünce üzüldüm ve tekrar edeyim üzüntümü dillendiremediğim için daha da üzüldüm.

Sözün özü; uzadı bu yazı. İç içe girdi üç konu. Cumaya çıkan hocanın selasından hendeklerim hazır olmasına rağmen neden yağmur duası okumadığımı “loosing faith” ile yansıtmaya çalıştım. Olgunlaşmadan getirilen önerilerle yiten zamana ve uzayan sürece; canı yanmasına rağmen çözüm sürecine aktif olarak katılmayan zihniyete ve ZM68 özlemlerime değindim. Zaman akıp gidiyor; dur demek kolay değil. Açık ve aydınlık yollarda, koronasız yakın yarınlarda sağlık ve esenlik içinde karşı kıyıya uzanan kulaçlarla anı yaşamanın hazzı ile selamlar…

Öykücü