Yaşam Büfesinde “Tat Tomurcuğu (Kılpayı)”

“…Dilimizde 2000 ila 8000 tat tomurcuğu ve yaklaşık 100 tat alma hücresi bulunmaktadır. Bu hücrelerden her biri beş farklı tattan birine rastladığında heyecanlanır ( Rİ&Gİ öyküsünü dinlerken kimlerin hangi tat alma hücreleri aktifleşip neler anladılar; algıladılar acaba !). Burunlarımızda ise 5 ila 10 milyon koku alma hücresi bulunur ve bu hücreler yüzlerce farklı kokuya tepki verebilecek kapasitededirler ( Rİ&Gİ öyküsünü dinlememek için salonu terketmek serbestken gitmeyenler ve hatta farklı kokuların etkisinde sahneye bile çıkanlar acaba hangi farklı kokuların baskınlığını yaşadılar !). Dolayısıyla tat tomurcuklarımız bize ne yemekte olduğumuz hakkında temel bir mesajın yanısıra yediğimiz şeyin faydalı bir besin grubuna ait olması halinde belirli bir miktarda zevk verir. Ancak ince detayları yakalayan organ burnumuzdur. Bir yiyeceğin gerçekten lezzetli olması için kokusu olmalıdır…”

ZM68 Kuşadası Toplantısı Gala Gecesi (Sohbet-Özel Seans): Sınırları Aşmak & Başka Bir Boyuta Geçmek ( Paradigmaların Esiri Olmamak)

 

Merhaba

Çeşme’de ikinci günü yaşayınca ve çok şükür keyif aldığımız rutinimize (3 Y: Yatmak (uyku) / Yürümek (sabah deniz kenarı) / Yemek (kahvaltı)) dönünce paradigmalarım (dünyaya bakış ve algılayış süzgeçlerim, pencerelerim) da şekillenmeye başladı. Sefer Ustanın verdiği bir aylık sıkıntılarındaki “Merdivenin Son Basamağı (Ramak / Kılpayı)” ndaki ürpertici etki hâla zihnimde açık olmasına rağmen Kuşadası buluşmasının mutlu sonunun rahatlığı öne çıkıyor. Uykularım şimdi daha kesintisiz ve net; artık gecenin dördünde elime kalem kağıt almıyorum. Çok şükür.

Yazımın girişindeki alıntı Ben Miller (It is not Rocket Science) ‘den. Çatıya kaybettiğim flash belleği aramaya çıktım. Bulamadım. Hayrettin’e verdiğim 32 GB lık belleğin benzeri mavi ve 3.0 olanını nereye koyduysam bulamıyorum. Bu ara Bayındır Çiçek Festivaline uğrayıp da bi dolu çiçek alınca keyiflendim; heyecanlandım pazar günü Çeşme’ye dönerken. Önce kılıfını kaybedip üzüldüğüm, sonra vedalaşırken bulup sevindiğim “Üç Ayak (Tripod)” ı kılıfına koymamanın cezasını çektim. Sadece iki dakikamı alırdı kılıfına koymak ve şimdi sağlam gerçekten üç ayaklı bir tripodum olurdu. Çiçekleri arabadan çıkarırken üç ayağın biri takıldı. Önemsemedim. Çektim; gelmedi. Takılmasını önemsemedim. Biraz daha asılınca iki ayak geldi ve tripod artık tripodluktan çıkıp işe yaramaz oldu. Bundan 24 yıl önceydi. Kamerama bir üçayak (tripod) almak istemiştim. Türkiye’de çok pahalıydı. Ocak 1993 de Hongkong-Sinagapur turuna katılınca oradan tripod almak hem benim için hem de sevgili İbrahim (Usupbeyli) için tam bir komik öyküydü. Satıcı 35 Dolar istedi. Ben pazarlık ettim ve 17 dolara alınca sevindim. İbrahim ise yan dükkandan aynısını 7 dolara almıştı. Sevincim kursağımda (ben tavukgillerden miyim ki kursağım var) kalmıştı. O üçayağı yıllarca SSTC (Soru Sorarak Tabiiki Canım) Öğrenme Yolculuklarımda kullandım. Daha sonra Forum Bornova’da benzer tripodu 35TL na görünce bir tane daha alıverdim. İşte o tripod iki gün önce Kuşadası’na üç ayaklı, sağlam gitti ve iki ayaklı döndü. Belki de Hayrettin istemişti çekim yaparken ve vermedim diye (haksızlık ettim diye) kırıldı. İşin aslı kırılmanın, hata yapıyor olmamın sinyalini, kokusunu alamadığım için oldu bence. Yaş yetmişi aşınca gelmeyene asılınca beraberinde nelerin geleceği ya da gelmeyeceğini anlamak pek kolay olmuyor. Buna da şükür. Giden tripodun bir ayağı olsun. İki ayak ve üçüncü ayak anlatımı beni aldı götürdü Hongkong’daki bir başka enstantaneye. Kamera (fotoğraf makinası) da almaya çalışıyorum. Satıcı cep tipi genç bir kızdı. Aldığım makinanın beraberinde küçük (15 cm) bir tripod verdi masa üstünde otomatik çekim yaparken kullanmak için ve tripodun ayaklarına takayım, cam gibi düz zeminde kaymasın diye de bir çift minyatür ayakkabı verdi. Kıza “Ama bu tripodun üç ayağı var; bir çift ayakkabı yetmez ki…” dediğimde kız gayet sakin bir şekilde “Orta bacağa ayakkabı istemez” dedi. Kız ne demek istemişti acaba ? Tripod öykülerim şimdilik bu kadar.

Şimdi gelelim “Tat Tomurcukları” ve parantez içindeki “Kılpayı” sözlerine. “Kılpayı” ya da “Ramak” merdivenin son basamağında dengemi kaybettiğimde çırpınışımı ve düz duvarda tırnaklarımı geçirecek bir çıkıntı arayışımı ve sarkaç gibi öne arkaya sallanıp da Allah’ın yardımıyla öne yapışıp asılı kalmamı anlatır bana (Kuşadası buluşmasından bir hafta önce). İşte o andan sonra inşaat işlerindeki aksaklıklara gösterdiğim aşırı tepkilere ve hırçınlığa son verdim (vermeye çalıştım). Gün boyu (ve günlerce) hiç aklımdan çıkmadı. Sevgili Şükrü’yü hep anımsadım. Dualarımı ve şükürlerimi katmerleştirdim. Demek ki kaderde Kuşadası beraberliğini yaşayacak şans varmış; daha yiyecek ekmeğim içeçek suyum varmış (buna uygun bir müzik eklemeliyim yapacağım kısa montaja). Şimdi gelelim “Tat Tomurcukları” ve “XY&XX Öyküsü“ne. Bu kısaltmayı açmayacağım. Ancak grubumuz (ZM68) kimleri ve neyi kastettiğimi kolayca anlayacaktır.

Gecenin ilerleyen vaktiydi. Bu kez “Gala Gecemiz” de dans ve dansöz yoktu. Sohbet vardı. Herkes sahneye çıkacaktı; çıktı da. Herkese tanınan süre sadece ikişer dakikaydı. Hemen herkes uydu. Kısa aşımlara grup hoşgörülüydü. Kimse sabırsızlık göstermedi. Kimse tepkiye girmedi. Bazıları heyecanla “Ben hemen sahneye çıkayım ki söyleyeceklerimi aklımda yineleyip durmaktan dolayı heyecandan ölüp gideceğim” diyecek kadar önemsiyordu. Bir arkadaşımızın (XX) özel bir talebi vardı; en az yarım saat ve hatta daha fazla süre istiyordu. Israrla katılmak istemeyenler katılmasın diye de uyarıyordu. Onu en sona bıraktım. Antep’li yemek fabrikası sahibi sevgili Mehmet’in özel hazırlanmış ikram paketlerini (baklava ve fıstık) dağıtmak için ara verdiğimde XX’in anlatımını, sunumunu dinlemek istemeyenlere, çıkmak isteyenlere rahatça ayrılma olanağı yarattım. Yine de hemen hemen hiç kimse ayrılmadı. Şimdi gelelim XY’nin “XY&XX Öyküsüne”. Burada sadece bir bölümüne değineceğim ve kişisel görüşümü yansıtacağım.

XY’e kızabiliriz. Kızarsak haklı mı oluruz ? Hayır. Kızmakla doğru mu yaparız ? Hayır. XY’e tepkili olabiliriz; olduk da. Haklı mıyız ? Hayır. Doğru muyuz ? Belki. Onun ve bizim beklentilerimize bakınca neler su yüzüne çıkar. XY önceki beraberlikte (2013 Antalya) bastırılan sorgulama ve yıllarca süren açık, kapalı, doğrudan, dolaylı suçlamalara (!) yanıt verme ve açıklama yapma gereği duymuştur. Bunun için de doğru bir yer ve zaman seçmiştir (arkadaşlarım bu görüşüme katılmasa ve hatta beni buna fırsat verdiğim için eleştirseler de). XY hepimizi uyarmıştır “Katılmak mecburi değil” diye. XY neden buna gerek görmüştür ve grubum neden sonuna kadar dinlemiştir ? Grubum XY’in görüşünü (ya da suçlamanın sonrasındaki beklenti her neyse) değiştirebilir mi(ydi) ? Hayır. XY, grubumuzun inancını değiştirebileceğine inanıyor muydu ? Bence: Hayır. Eğer sevgili XY, elli yıl önceki “beş yıllık sınıf arkadaşlığının oluşturduğu güvene, hoşgörüye ve dostluğa” inanmıyor olsaydı ne bu sunumu yapardı ve ne de bunun için böylesine emek verir, zaman harcardı. Ki sadece bu amaçla bir günlüğüne aramıza katıldığına eminim. Sunumla birlikte kitap dağıtması ayrı bir değerlendirme konusudur. Bu konuya değinmeyeceğim. XY, elli yıl önce bizimle, aynı koşullarda ve hele hele Menemen’deki çiftlikte yoklukların orta yerinde altı ayını geçirmiş bir dost arkadaşımız olmasaydı grubumuz onu dinler miydi ? Kesinlikle: Hayır. Peki XY, nin sahneye çıkıp da “Size XX in Öyküsünü” anlatacağım dediğinde grubum neler söyleceği konusunda duyduklarından daha farklı şeyler mi bekliyordu ? Bence ve kesinlikle: Hayır. O halde neden o denli tepkili olduk. Çünkü (bence) eskilerin deyimiyle (lütfen hoşgörün) “eşeğini dövemeyen semerini dövmeye çalıştı”. Neden XY’e kızıyoruz ki ?

XY ile gerek beş yıllık beraberlikler ve gerekse sonraki süreçteki iş, görev tercihleri ve kariyer yolculuğunda ulaştığı yerler ve ilişkiler arkadaşımızın hangi inanç düzeyinde olduğunu hepimize net olarak göstermektedir. Bu nedenle XY, XZ’i, XX olmaya davet ederken koşullar koyması ve hatta suçlayanların sözcüğü ile “baskı yapması” neden eleştiri konusu olsun ki ? O, inancının gereğini yapmıştır; yapmaktadır. Ha, bu arada dostluklarla, birlikte geçen günlerin yüzü suyu hürmetine ve İzmir’in en aydınlık semtinden gelişen benliğin böyle bir koşula, baskıya neden boyun eğdiğini sorgulamak isteyenler varsa (ki var olduğu apaçık) bence muhatapları XY değildir; XX dir. Diyebiliyorsa dilleri, elleri, yürekleri “sen bunu nasıl kabul ettin ?” diye sorgulayabilirler (ben bunu da yapmam). Madem ki özgürüz ve madem ki herbirimiz tercihlerimizin ürünüyüz; o halde…Tam elli yıl önce Menemen’de teklifi kabul eden ve o anda neleri nasıl aşacağının hesabını yapamayan (ben de yapamazdım) arkadaşımızın aradan geçen elli yılda ve de üstelik başlangıcının yaban ellerinin yalnız kırsalında tek başına kalmanın dayanılmaz baskısında neler yaşadığını ve bu sonuca gönüllü (ya da en azından “Mutually Obligation / Gönüllü Mecburiyet“) olarak erişip erişmediğini hiç birimiz bilemeyiz. Hele aradan geçen bunca yarattığı inancı pekiştirmenin etkilerini…Daha çok yazmak istemiyorum.

Demem o ki; hepimiz tercihlerimizin ürünüyüz. Her şeyin bir bedeli var. Kader yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla geleceğimizi şekillendirmemizdir ve “Algılama (perception), gerçeğin bireysel yorumu (is an individually interpretation of Reality)” olduğuna göre… Gerçek nedir ? “ XY&XX Öyküsündeki Görünüm” dür. Algılama veya “doğru” nedir ? “XY&XX öyküsüne herbirimizin bakışıdır (obje ile süje arasındaki ilişki)”.

Bence farklı renkleri, farklı tonları ve “Dokuz Nokta/Dört Çizgi” ile “Sınırları Aşmak“; “Altı Çubuk ve İki Eşkenar Üçgenden Üç Çubuk Değiştirmeyle Dört Eşkenar Üçgen” yapmak testleriyle “Farklı Boyuta Geçebilmek” akılda kalmalı ve daha nice “Öykülerle Öğrenme Yolculukları“nda kullanılıp etkili olma yolunda değişme ve dönüşme gayretlerinin başarılı olmasına yardımcı olmalıdır. Bunun için iki inancım vardır: Bunların ilki, görüşünüze katılmıyorum; ancak görüşünüzü ifade etmeniz için sonuna kadar yanınızdayım diyebilecek “farklı görüşlere saygıyı” oluşturmak ve ikinci olarak da “herkes benim gibi düşünürse hata yapmaktan korkarım” inancıyla aynı şekilde farklılıklara saygıyı koruyabilmektir. Yolunuz hoşgörüyle hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü