Yaşam Büfesinde “Profesyonel Değnekçi”

“…Hayatta en zor şey, bir işin nasıl yapılacağını bildiğin halde karşı tarafın nasıl yapamadığını ses çıkarmadan izlemekmiş…İnsan en büyük hatasını en iyi bildiği konuda yaparmış…CC Şirketi olarak IBM’in en büyük müşterilerinden biri olmaktan gurur duyuyoruz ve beni buraya davet etmekle siz de bizi onurlandırdınız. Buna rağmen, eminim kaç kez izlediğiniz bir video filmi hazırlayıp burada gösterdiniz. Bu videoda sen ve şirketinin önde gelen yöneticilerinizin önünde benim şirketimin en büyük rakibi olan ürün, PC kutuları görülüyor. John, bana öyle geliyor ki bu toplantıyı hemen burada kesebilirsin. Çünkü mesaj yerine ulaşmıştır. Sen ve diğer yöneticileriniz müşteri bilincinden söz ediyorsunuz, buna rağmen hepiniz şu anda sahnede duran bir (bu) müşterinizden habersizsiniz…”

 

NOT: Yazıma ikigün önce Çeşme’de başlamıştım. Yarım kaldı. Dün operasyon başarıyla gerçekleşti. Bu sabah hastaneye uğradığımda çocuklarımın gözlerinde sağlığın, mutluluğun, huzurun ve umudun ışığını aynı parlaklıkta gördüm. Sevindim. Netdirekt’e uğradım. Orada yazımı tamamlamaya çalışacağım. Bu arada outlook’umdaki son mesajlara yeniden göz atınca Sam’leşen Şükrü’müzle, hep Amcaoğlumuz olarak kalan İsmail arasında azıcık gerilmiş olan yazılı iletişimin son duraklarına takılı kaldım. Belki onlardan da birer pasaj alırım.

Merhaba

Bugün arife ve yarın sağlık adına önemli bir adım atacağız. Dualarımız, inançlarımız ve beraberliğimizin gücü ile daha sağlıklı günlerde yola devam edeceğiz. Çeşme’de bir tek biz kaldık (MNC). Azıcık serinlemiş olan hava bugün yine ısınmıştı. Yürüyüş ve sonrasında deniz mükemmeldi. Ruhumuzda dinginlik ve dizginlenmiş olan fırtınanın sessizliği birlikte. Kurban Bayramı ön hazırlıklarımız tamam (Mehmetçik ve Lösev). Ümit’in Pakistan’dan gelmesini ve belki de Çeşme yerine Kemalpaşalı ya da Güzelbahçeli günlerde buluşmayı beklerken, İzmir’in İmbatında Mestgillerin başarılarıyla mutlu ve umutluyuz. Yıllar sonra Dalyan/Köşem’de Emin ve arkadaşlarının özenli servis ve ürünleriyle güzel bir akşam yemeğimiz oldu iki gün önce. Daha ne ister insan ! Binlerce şükür.

Yazımın girişindeki kırmızılı özlü sözler en son Kasım 2014 de ABG/YBG Ustalık Yolculuğunun açılışındaki temel mesajlar görsellerinde dillendirilmişti. Öğrenmek için gösterilen hevesin aynısını uygulamada göremezsin. Sabretmen gerekir. Sabredemezsin. Ruhun isyanları oynar. Ustalaştığında kolaydır sabretmek. Zaman gerekir. Öğrenirsin. Alışkanlık kazanırsın. Alışkanlıklar dikkatini azaltır. En iyi bildiğin ve gerçekten usta olduğun konuda hiç beklemediğin anda, sana yakışmayacak bir hata yaparsın. Çocuk olsa bunu görür. Ne var ki senin gözünden kaçmıştır. Böylece önce sabır öğrenirsin ve “La havle…” çekersin içinden sessizce; daha sonra da alışkanlığının kör alanında umulmaz hatalarının kurbanı olursun…Bunları düşünürken ve bu özlü sözün daha çok SSTC Öğrenme yolculuğundan sonra “izleme çalıştayları” sırasında sahrada, sahada, pazarın içinde, gerçek müşteri beraberliğinde edinilmiş becerilerin ne kadar içselleştirildiğini görme gayretlerinde, koçluk hevesinde kendini gösterecek diye umutlanırken tıpkı 1997 yılında Malatya’da aldığım haber gibi umut gördüğüm otoritenin ABG dan ayrıldığını öğrendim. Üzüldüm. Yine konuma döneyim.

Yıl 1972. Bornova Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde asistanım. Daha çok ayak işlerinde (teksir yazmak, basmak, derlemek, dağıtmak, toplantı alt yapısına yardım etmek, vb) ve rotasyonla öğreniyorum. Rahmetli müdürümüz Kaşkaloğlu Rusya’dan dönmüştür. Pamuk Solgunluk hastalığının etmeninin Fusarium değil; Verticillium olduğu anlaşılmıştır. Çalışmalar temelden değiştirilmiştir. Hemen bir Verticillium Çalışma Grubu kurulmuştur. Gruba Zirai Mücadele Araştırma Enstitülerine (ZMAE) ek olarak “Zirai Araştırma Enstitüleri (ZAE)” de katılmıştır. O yıllarda ülkemde altı ZMAE vardır: Adana, Ankara, Bornova (İzmir), Diyarbakır, Erenköy (İstanbul) ve Samsun. Kütüphanede toplandık. Başkanımız rahmetli hocam Prof.Dr.İ.Karaca. Ben de yazmanlık benzeri bir roldeyim. Bana dönüp aynen şu soruyu sordu: “Yedinci ZMAE ne zaman açıldı ?”. Şaşırdım. Yedincisi yok ki. Gülümsedi. Beni fazla yormadı ve hatamı gösterdi. Toplantıya katılan ve pamuk konusunda en yetkili söz sahibi olan “Nazilli Zirai Araştırma Enstitüsü”nün adını “Nazilli Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü” olarak yazmışım. Ne kadar mahcup olduğumu anımsamıyorum. Mutlaka kendime çok kızmışımdır. Neden böyle bir hata ? Alışkanlık. Her zaman, çevrende hep Zirai Mücadele Enstitüsü olursa, alışkanlığından dolayı böyle bir hata yapman olağandır. Bunun için, buna benzer ve çok daha yaşamsal önemde hatalar olabilir şirketlerin önemli etkinliklerinde ve bu nedenle “profesyonel değnekçi“den söz edilebilir. Aslında bu kavram bence benim bu örneğimden çok daha farklı bir role, bir etkinliğe sahiptir. Tıpkı 2003 yılının sonbahar sonlarında CINO’un üçüncü evresinde Hollanda’nın en kuzey kasabalarından birinde yaptığımız yıllık toplantının “profesyonel değnekçisi” nin Neil Rackham oluşu gibi ki biz ona daha kibarca “moderatör” diyoruz. Neil bey tıpkı Einstein benzeri saçı ve kılığı ile “hadi gel köyümüze geri dönelim” mealinde “GTM/Go To Market Strategies” çerçevesi için de gün boyu hem sunumları yönetmiş ve hem de anahtar sözcüklerle mesajları ve yorumlarını vurgulayarak daha kalıcı olmasını sağlamıştı. Kendisine hayran kalmıştım. Bu toplantıdan önce onun”SPIN Selling” kitabını okumuş ve SSTC den sonraki bir üst aşama olarak satışın ustaları için Koç Grubunda eğitim programına alındığını görmüştüm.

Birkaç gün önce Alaçatı’da kargo şirketinden çıkmış dalgın dalgın yürüyordum. Elimde iki poşet vardı. Biri Barış’ın kitaplarıydı. Çeşme adreslerine gönderilmişti kargo ve alıp Karşıyaka’ya ulaştırmalıydım. Diğeri de Hızlıal’da başlayıp başarısız olan ve daha sonra “eganba” dan satın aldığım dört adet John Adair‘in “Lider” kitabıydı. Hava çok sıcaktı. Birkaç kez yinelenen “Mustafa bey” çağrısını zar zor duyup başımı yerden kaldırıp etrafıma bakındım. Sevgili HG’di. Gözleri parlıyordu. Trafik sıkışıktı. Arkadaki araçları bekletmemek için “görüşelim” sözcüğü ile vedalaştık. O’na bakınca benzeri (CINOS’un son iki evresinde hepimizi formatlayan) TA da aynı anda aklıma düştü. Kurumlarında, görevlerinde ve hedeflerinde zirve yaptıkları anda ayrılışları da benzer olmuştu. Nedenlerinin benzer olduğunu sanmıyorum. Bence HG’nin ayrılışındaki neden “dubleye ödül sözü verenin dublenin triplesine erişmesi ve kritik koşullarda bile bunu sağlayacak stok yükünü üstlenmiş olması gibi planlsızlığın şaşkınlığı” benzeri bir neden olabilir. O zaman dönüp patrona der ki derleyen, toplayan, öneren sistem ve prensip sahibi kişi “madem bildiğini okuyacaksın o zaman bana, bu çalışmalara, bunca emeğe ne gerek var arkadaş ? Al atını gör tımarını...” ya da “tazıya tut, tavşana kaç” diyerek seni kullanan ve kararlılık sergilemeyen kişinin yıprattığı morale ve da kişiliğe bakıp “hadi bana eyvallah” demek olabilir HG nın bu ani ayrılışı… Şu ya da bu fark etmez. Görünen o ki turn-over çok fazladır ve kurumsallaşma yolunda patronun koridorları temiz tutmak ve sistem adamalarının etkinliği adına kenara çekilmeye niyeti yoktur. Belki de haklıdır. Belki de 10 birimken tek başına etkili olan stili, 100 birime çıktığında da ona göre işe yarayacaktır; diye düşünmektedir. Ne var ki bir kez daha hava limanında kalp krizi geçirmeye bünye uygun mudur ? Allah korusun. Aynı zamanda “Amasyalı Mehmetin Stili” benzeri bir telgraf yazılmasın…

Şimdi Amacoğlu/Sam ikilisi arasındaki iletişimin son evresine azıcık göz atalım ve 1963 de başlayan, beş yıl aralıksız aynı koşullarda pekişen ve 1968 de yurdun dört tarafına (ve hatta yurt dışına) dağılarak yaklaşık elli yılda öğrenme ve ustalık yolculuklarıyla gelişen, değişen, dönüşen yapılarımızın ve bakış açılarımızın çatışmasında neler, nasıl dillendirilmektedir, onu görelim  :

Amcaoğlum Sam’leşen Şükrü’müze 14 Eylülde şöyle yazmış:

“Değerli Kardeşim,

Bazı takıntıların var. Bu takıntılardan kurtulup olayları objektif bir bakış açısından görmelisin. Bu Küresel Şeytaniler, 14 ve15.yüzyıllarda, 1789 Fransız ihtilalinde, birinci ve ikinci dünya savaşlarında Avrupa’da milyonlarca insanı bugünkü Müslümanların düştükleri durumlara düşürdüler. Onlara da Hiristiyan ulemaları mı sebep oldu? Küresel Şeytaniler, yüzyıllardır Hem Hıristiyanlıkla hem Müslümanlıkla uğraşıyorlar. Önce Hırıstiyanlığı kendilerine benzettiler, şimdi sıra İslam’a geldi. Asıl hedefleri de İslam’ı kökünden kazımaktır. Fakat Kur’anın sağlam bir kaynak olması, ve İslam’ın hak din olması sebebiyle, Hiirıstiyanların misyonerlik teşkilatı gibi hiçbir propaganda örgütüne sahip olmadığı halde yeryüzünde durmadan yayılması, onların İslam’a biraz zorlu bir rakip olarak görmelerine ve en sona bırakmalarına sebep olmuştur. Hedeflerinde tüm dünyada İslam’ın lideri bulunan Türkiye vardır. Bir yandan Türkiye’nin 1950’den sonra, liberal kapitalist düzene geçmesindden sonra da hızla Islam’ın içini boşaltmaya çalışırlarken bir yandan da ülkeyi fiziki olarak bölüp parçalamaya çalşıyorlar. Öte yandan da Orta Doğu’yu paramparça ederek vadedilmiş toprakların haritasına gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Böylece Dünya’nın idare merkezi olacak Büyük İsrail’in su problemi, petrol problemi, pamuk ve beslenme problemi hallolmuş olacak. Bütün bunları yaparken de bu ülkelerdeki, onların sinsi oyunlarından haberi olmayan, tarih bilmeyen, dünyaya düşkün safları kullanıyorlar. Şimdi bütün bunlar ortada durur iken hâlâ olup biteni İslam ulemasından sanmak, ne derece akla mantığa uygun bir iştir? Bunun takdirini sana bırakıyorum.

Selam eder, ailece sana sağlık afiyet ve esenlik dolu günler dilerim…”

Ben de bu ikilinin iletişimine arada tanık olup bazen sos katıyotum (belki de dürtüklüyorum). Bunları okuyunca aklım kişisel çerçevemden (PAK/MES/NET Plus açılımlarım) çıkıyor ve kutuculara, kasacılara, saatli havuzculara, kucağa oturtmaya, oramıza buramıza koymaya meraklı olanlara gidiyor; hepsinin efendisine, palasında oturup da palasını bilemekte olan muktedirin sınır tanımaz hırslarına takılıp katılıyor. Gözüm Amcaoğlunun sözcüklerinini görmez oluyor; herşey bulanıklaşıyor.

Birgün sonra araya girmeye, arayı bulmaya, iletişimin soğutmaya çalışıyorm ve:

“…Sevgili Dostlarım

İster din açısından bakın, ister yaşam gölündeki kulaçlarınızın nerelerde atıldığını düşünün ve isterseniz yetmişe geldiğinizde hangi çevre koşullarında oluşmuş, değişmiş, gelişmiş ve dönüşmüş olan paradigmalarınızı irdeleyin, şurası gayet açıktır ki; ikinizin tam zıt kutuplarda olduğunuza inanıyorum. Bu nedenle adına ister “fikir teatisi” deyin, isterseniz 50 yıl önce fakültenin sıralarında başlayan ve zaman zaman özlemi zirve yapan dostluklarınız arasındaki bir “sohbet” olarak tanımlayın bana göre ne aynı odakta buluşabilirsiniz ne de birbirinizi ikna edebilirsiniz. O halde ne yapmalı ? Naçizane önerim;

  •  İletişime devam etmek istiyorsanız, sözcük seçiminde ve amaç için ısrarlı oluşta ölçüyü korumak gerek.
  • Anımsarsanız eğer, Antalya’dan (Mayıs 2013) sonra bu tür iletişim ağında MA ve AK da vardı ve kullanılan uygunsuz birkaç sözcük onların iletişim ağındaki beraberliğini bitiriverdi.
  • Bu düşüncelerle önceki iletilerimden birine “görünen köyün kılavuzları” konu başlığı yazmıştım ve
  • Amcaoğlumuzun bakış açısını net olarak biliyoruz; Sam’leşmeden önce Şükrü’müz aynı bugün ki gibi mi düşünüyordu ? Bilmiyorum; çünkü 1963-1968 arasındaki beş yılda onunla aynı ortamı, aynı koşulları (!) paylaşırken şimdi olduğu kadar iletişim içinde olmamıştım.

Sözün özü; Mayıs 2013 de Antalya’da buluştuğumuzda çektiğim videolardan yaptığım montajı dünkü yazıma ekledim. Belki tartışma/iletişim bu noktaya geldiğinde bir “es zamanı” için işe yarayabilir. Çeşme’den selam ve sevgilerimle…”

ve Sam’leşen Şükrü günlük yaşamın iş yüklerini de özel paylaşıma katarak sohbeti sürdürüyor. İçinden kimi sözcükleri yumuşatarak bu yazıma katmalıyım. Kimi, sözcükler gerçekten bana bile ağır geliyor. Aslında hepsi doğru ama biz SSTC öğrenme yolculuklarında hep söyleriz: “Söylediğiniz herşey doğru olsun ama her doğru şeyi söylemeyin”. Yer ve zamana, ortam ve kişilere göre seçmek gerek; dozunu ayarlamak gerek.

“…Degerli Mustafa,

Haklisin, bizler  *neyi degistirmeye, kimi ikna etmeye calisiyoruz! . Bugun Turkiye*de abdest-namazi olmasa bile  *kapti-kacti* systemine destek veren,  dunya ekonomik sytemini anlamadan en az %40 oranda bilincsiz bir grup var. Maalesef bu grubun onune din doktrini ile gecmeye calisan grup da dahil. Bizim Amcaoglu da sanki kendisini  *self-proclaimed* peygamber yaveri olarak gorup, kose*sinde  * fuhus yasaktir, domuz eti yasaktir, faiz yasaktir, vs. vs. vs * diye  vaiz vermektedir. Ben 40 kusur senedir, 400 milyona yakin insanogullari arasinda domuz eti de yedim. Ne oldum, domuz mu oldum, seytan mi oldum ?

            1) Konya*ya git mesela, her sokak kosesine cami diksen ne degismistir… 

            2) *Yavuz* lakabini  I. Selim*e verenler , 1492*den itibaren Osmanli topraklarina   *Fransiz*  olarak  iltica ettirilen ( 300 kusur bin kisilik bir grup bugun kendilerini sadece 17 kusur bin kisi olarak gosteriyorlar ) ispanyol yahudileridir. Bu adamin yonetimi Orta-Dogu*daki diger musluman gruplara, hukumranliginin sonuna kadar kan kusturmus bir padisahtir ve *seyhulislam*lik tacini da Istanbul*a getirip  * Harem-….. *inde dillere destan….. olimpiyatlarinin madalyasiz kahramani olarak omrunu tuketmistir. Yalan mi bu duzen yani ? Amcaoglu da *Islamiyet*te fuhus yasaktir* diyor. Bu yasak kime yasaktir ?

           3) Wahhabi doktrininin en buyuk uygulayicilarindan  *Suud bin Abdulaziz* omru boyunca resmen 33 veliaht(erkek) yetistirirken, kiz cocugu doguran zavalli bakire kizlarin ve bebeklerin akibetleri hala mechuldur.

           4)Tonguc Baba ve Hasan Ali Yucel*in, halk ve kitle egitiminde dunyaya ornek olarak gosterilen * Koy Enstituleri Sistemi * nin kokune asid doken zihniyetin temeli dinci-musluman grup degil midir? Iste bu sistemin gayesi, Anadolu*da benim gibi bok cukurunda dogan turk-yoruk ( aslim, Mugla*nin Yilanli ormanlari yorukleridir )  cocuklarini hafiz-muezzin-imam olarak degil, muhendis, doctor, teknisyen, sair-yazar, muhasip, muzisyen, bilgisayar uzmani, vs vs olarak yetistirip uygarlik yarisinda, dunya sahnesinde, diger milletlerin gipta edecegi bir milleti bir  an once( mumkunse bir-iki nesil icinde ) yaratmakti.

            Ben, 1968*e kadar, fakirligin verdigi burukluk icinde ayakta durabildim. Avrupa*da (Hollanda, Fransa ) yaptigim stajlar devresinde edindigim mesleki bilgi ve gozlemlerle Datca cevresinde bir seracilik ciftligi kurmayi hayal ediyordum. * Para * faktorunu maalesef cok gec farkettim. O yildaki sosyo-ekonomik goruslerimin temeliyle bu gunku goruslerim arasinda bir fark yok. Tek fark o yilda ben sadece burnumun ucunu goruyormusum. Hayat mucadelem gozlerime teleskop takiverdi Ve ogrendim ki yuksek tahsil benim  beynimi para mefhumu yerine samanla doldurmus. Tarla sahibi Mugla ve Aydin*li meslektaslarimin hepsi de devlet catisi altinda bir masa kapip hayatlarini idame ettirmeyi tercih ettiler. Ben de * Kuzey Amerika *da karlar altinda para mutlaka vardir, diye Kanada*ya gocmen ( eski terimle muhacir ) olarak gitmek icin basvurdum. Sonradan ogrendim ki  1972 yilinda Kanada*ya basvuran 750 bin kusur kisiden sadece 250 bin kisiye *Kabul=Landed Immigrant* belgesi gonderilmis. Velhasil, gidis o gidis !  Ki ayni yilda USA*ya 5 milyon dunya insani basvurmus ve sadece 500 bin kisiye Kabul belgesi gonderilmis. Simdi dusunuyorum da * Ulan  Sam*lesmis Sukru, sende fazla zeka yoktu fakat cok guclu, cesaretli bir icgudu varmis* diyorum, kendi kendime…………Almanya hudutlarina yaya yola cikan musluman kafilesinin maceralarini dehsetle okurken…………….

Bizim Amcaoglu*nun tekrar ettigi guya muslumanlik sartlarinin  Amazon ormanlarinda yasayan en ilkel kabilelerde bile mevcut oldugundan bizim Amcaoglunun hic haberdar olmamasina da cok sasirdim. O kabilelere Allah, gizlice bir Hz. Gonzales mi tayin etmistir, dersiniz………………………..

    Degerli Mustafa, seninle her fikirde hemfikirim. Demokrasi*nin adinin  bugun dunyanin her tarafinda  *Sandik*tan cikan Tavsan* olarak beyan edilmesini cok isterdim. Degindigin konulara  okyanus otesinden gozlemlerimi gonderecegim, insallah. Cok sey gordum, ogrendim 72.5 millet arasinda, bir de simdi K…….. ortaya cikti. Olduk 73.5 ………..

            Buralarda da bizim Amcaoglu gibi *din tellalligi*ndan ekmek kazanan cok ulema var. Herkes kendine gore, ekmek kazanmanin yolunu bulmus. Asikar olan bir sey var ki    * Bu degirmenin carklarini donduren dere suyu genellikle yahudilerin kontrolunda *.

           Selam ve sevgilerimle.

Not : Kendi isimi hep kendim yapmaya calisirim. Yazmaya pek vakit ayiramiyorum. Evrimlerden ders alamayan ulema ile fikir teatisinde bulunmak kolay degil. Son zamanlarda üç arabamin ( GMC 1972 step van , Plymouth Voyager 1996, Plymouth Voyager 1999 , benim Vanessa*nin üç arabasi da caba !) bakim ve tamiratlariyla ugrasirken, 2000 m2 civarindaki bahceye sebze-meyve yaninda  Ananas, Bananas, Avocados, mangoes, lemon, orange, grapes, papayas, Chinese plumb, grapefruit, peaches, oak, passion fruit, fran japani  fidanlari diktim. Meyvelerini muteakip nesiller yiyip golgelerinde oturup beni ansinlar, diye…”

Her çatışma doğruyu buldurur “diye inanırım da; okyanus ötesinden (cemaat ile ilgisi yok: Kanada’da 1972 den bu yana çile dolu bir yaşam sonrası Key West’te yetmişe doğru yaşam gölünde kulaç atan) Şükrümüzün yaşamı Antalyada geçip de mesleğinin zirvesindeyken eylemlerini inanca odaklayan Amcaoğlumuzun bu tartışmasından hangi doğru çıkacak ? bilemiyorum.

İzmir Atatürk Lisesi bitirme sınavlarındayım (Haziran 1963) . Tüm sınavlardan önce baraj olan “kompozisyon” sınavındayız. Hepimiz spor salonundayız. Önmüzde bir kalem ve kağıt. Şu sözün açıklamasını istiyorlar: “Ben bir şey bilirim o da hiçbir şey bilmediğimdir.” Elli yıl sonra, elli yılın engebeli yollarındaki öğrenmelerden sonra buna Şükrümüz ne der; bunu Amcaoğlumuz nasıl açıklar ? merak etmiyor değilim…Bence öğrenme yolculuğu sürekli ve yaşam gölünün karşı kıyısına uzanan tüm yolların hep aydınlık olması dileklerimle.

Öykücü