Yaşam Büfesinde “Tohum ve Toprak”

“…Krezus’un öyküsünü çocuklar da bilir diye başar söze Montaigne ve devam eder. Pers Kralı onu esir alıp sehpaya giderken “Ah Solon , ah Solon !” diye bağırmış. Krala götürmüşler bu sözü, o da ne demek istediğini sordurunca Solon’un kendisine verdiği bir öğüdün ne doğru çıktığını anlatmış. Solon birgün demiş ki ona “Talih ne kadar güler yüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir. Ufacık bir eylem yüzünden bir durumdan bambaşka bir duruma geçiverir“…”

Yaprak ve meyve (Sadi) > Söz ve Eylem (Churchill)>> 3D

Merhaba

Bu hafta nedense duygusal etkileşimle gözümün yaşı dinmedi. Yazıma attığım ilk başlık “Prens Türleri” idi ve Makyavelli’nin etki alanına girmiştim hafta başında. “Prens zarar göreceğini düşündüğünde sözünden dönmeli” demiş Makyavelli “Prens”inde. Bunu okuyunca yazımın başlığını “Fırıldak Prens” demek geçti içimden. Biraz daha ilerleyince okumam bu kez “Prens dindar ve insancıl geçinmelidir” satırlarını görünce “Yerlisi Kindar Prens” diye düşündüm. Yetmedi. Az sonra “Prens nefret ve kine yol açacak işleri başkasına yüklemelidir” ifadelerine baktığımda ve “ben ne yaptımsa onun emriyle yaptım” diyen ağlamaklı bakanı düşünüp “Müfteri Prens” nasıl olur diye dalıp gittim. Bu düşüncelerle Nüfus Müdürlüğüne giderken, tramvaydan inip İş Bankası Yayınlarının satıldığı Karşıyaka Çarşısının sağ köşesindeki güzel yere girdim. Orasını ve özellikle görevlisini çok severim. Pozitif enerji alırım. Ferah mekanda birkaç kitap karıştırıp mutlaka bir ya da iki tane alırım. Bu kez kapıdan girdiğimda bir çerçeve oluştu aklımda. Makyavelli’nin “Prens“i ile Saint Exupery’nin “Küçük Prens“ini alıp yan yana koyacaktım. Bu ikiliden bir fotoğraf çekip yazıma ekleyecektim. Bu kıyaslama ile neleri nasıl ve neden ifade etmeye çalışacaktım ? Açıkcası yanıtım net değil. Kaldı ki “Küçük Prens” İş Bankası Yayınları arasına girmemiş ve yoktu satın alamadım. Makyavelli’nin “Prens”i ise “Hükümdar” ismiyle çevrilmişti. Bu nedenle bu da beklediğim etkiyi yapmayacaktı; en azından bende. Bu nedenle onu da almadım. Bu haftanın 24 Kasımı “Öğretmenler Günü” olduğu için ve bir süredir aklımın gelgitlerinde “Köy Enstitüleri” daha bir fazla yer eder olduğu için yönelişim belli oldu. İşte “Prens”le koşullanmış aklım Köy Enstitülerine doğru kırınca rotasını hemen Pakize Türkoğlu‘nun “Tonguç ve Enstitüleri” başlıklı kitabını aldım ve daha oradan ayrılmadan rastgele açtığım sayfalarda okuduklarımdan ve sonrasına hemen her vesileyle gözümden yaş eksilmedi (https://www.iskultur.com.tr/tonguc-ve-enstituleri.aspx). Hele bir de sosyal medyada özet şu sözlerle başlayınca : “…Türkiye’de 20. yüzyılın ilk yarısında dünyayı şaşırtan iki büyük savaşım örneği verildi…“Birincisi Kurtuluş Savaşı, ikincisi ise Köy Enstitüleri idi.

Önce “İlgiden Özleme” dönüştü duygularım karınca duası gibi küçük harfleri okumakta zorluk çekerken. Bereket saman kağıt okumayı daha rahat kılıyor. Bu rahatlama ile “Tohum ve Toprak” buluştu yazımın başlığında; Köy Enstitülerine ait bir belgesel filmi izlerken YouTube’taki “Düşünen Tohum, Konuşan Toprak” sloganını görünce. Üstüne üstlük pek çok siyah beyaz fotoğrafta bizim 68 kuşağı ziraatçılar olarak Menemen Çiftliğindeki günlerimize çok benzediğini gördüm. Biz de üniformalıydık. Bizim de elimizde kazma kürek vardı. Biz de kendi havuzumuzu kendimiz yapmıştık. Hoş sonrasında nerelere savrulduk ve neleri yapıp yapmadığımızı görüp de gurur ya da pişmanlıklar duyduk… Kimbilir. Geçtiğimiz hafta beni bu denli etkileyen ve ilgiden özleme götüren sadece Köy Enstitüleri miydi ?

Hafta başında sosyal medyadan yazılı bir mesaj aldım. Çok sevdiğim bir Syngilli genç arkadaşım (HG) telefon numaramı istiyordu. Verdim. Biraz sonra aradı ve buluşmak istedi. Hem de yanında bir başka çok sevdiğim Syngilli bir diğer genç arkadaşımla (BHG). Netsgillerde öğle yemeğine davet ettim. Yoğun günlük programları buna izin vermedi. Onlar beni, benim için uygun bir yerde akşam yemeğine çağırdılar. Bana yakın olan, bir kadeh Yeni Seri alırsam yürüyerek eve ulaşacağım bir yeri teklif ettim. Kabul ettiler. Kerem’in itibarını kullanarak Mavibahçe-Adabeyi’nde sevgili Sıraç’ın özeninde mükemmel bir akşam yemeği sohbeti yaşadık. Ana yemek yemedik. Bizi doyuran yemek değildi; sohbetin koyuluğu idi. Mükemmel bir peynirle başlayan ağız tadımız, tekrarlanan salata odağında kalamar ve fırında mantar ile patlıcan közleme ve atom beraberliğinde otuzbeşlik Yeni Seri’nin yarısını bile içemedik üçümüz. Çenem açılmıştı. Ben konuştum onlar dinledi. Zaman zaman İngiliz kültüründen gelme Syngilli HG ün, İsviçre kültüründe yoğrulmuş Syngilli BHG e dönüp “Bak gördün mü ?” benzeri uyarısından daha fazla cesaret bulup özlemlerimi dile getirdim. Öyle hızlı geçti ki zaman ne zaman vakit doldu; ne zaman açık görüşme süresi tamamlandı anlayamadık. Eve döndüğümde cep telefonuyla çektiğim ve Kerem’e teşekkür ederken paylaştığım bir kare fotoğrafa bakıp da masanın tenhalığına değinen Nezuş aynen şöyle dedi: “Yazık olmuş arkadaşlarına. Masanız ne kadar zayıf. Bir de Kerem’in adını kullanmışsınız”. Biz sohbetten yemeğe zaman bulamadık ki; gerçekten özlemişiz. Bu özlemin geçmişteki başarı öyküleri içinde de “Tohumdan Toprağa” anılarımız vardı. BHG in beton mikserini mobilleştirip çiftlik kapıları önünde hazır oluşu gibi; İlker’le Giresun tepelerinde fındık için çırpınan HG in heyecanları gibi. Hatta bir ara “ilacı değiştiremiyorsan çalışanı değiştir” benzeri bir mesajı pekiştirmek için ihale kazanamadığımız bir yılda (sanırım 1995) stokta kalan yılların yıpranmış ilacını yeni elemanın “çağın ilacı sloganı” ile satışını esprilendirdik: Kırk yıllık fahişeyi (kibar olsun diye böyle yazdım) bakire diye satabilmek” diyerek. Tohuma tavsiye alıp da üreticinin ihtiyaç duyduğu topraktan kullanmayı geliştirmek için Akdeniz Bölgesi seralarında ne çok uğraşmıştık. Bu gayretleri bir de anlı şanlı ve klasikleşmiş bir demir preparatı ile destekleyince ne büyük hedefler çizmiştik. Sınırları zorlamıştık. Bu zorlama ile Malatya kayısılarında hedeflenen değeri üçe katlayan; Çukurova buğdaylarında on ton yerine otuz tona ulaştırılan; Ege pamuklarında 150 kilo satıp da 150 kere tarladan kaçan bizler ardışık üç yılda 3,5 tondan 7 ve 14 tonlara çıkan satışlarla ne akıl almaz riskler yönetmiştik. Bu örneklerin pekçoğunda sevgili KBT nin anısı etkisi vardır ki bu da beni arşivimde bir arayışa götürdü yazıma bir görsel ekleyebilmek için. Bu ilgiden özleme dönen sohbetin satır aralarında “Neden pazara 2 tonla değil de 20 tonla başlıyorsun ?” eleştirisi alan bir pazarlama stratejisi sonunda bu yıl nasıl olup da 700 tonu aştıklarına hayran kaldım ve bu örneği sevgili Utku ile paylaşınca WhatsApp kanalıyla şu sözleri duydum, gördüm: “Olağan üstü. Muhteşem. Nasıl bir tohumdur ki bu kadar büyümüş. Nasıl bir sulamadır ki bu kadar gelişmiş. Barbaros beyle tanışmayı çok isterim Mustafa Hocam. İyi akşamlar” Daha ne ister insan ? İşte L4; işte “Bir miras bırakmak

Mezun olduğumuzda bize orası hep diken, bizden aldığınız eğitimle dikenli tarlayı gül tarlasına çevireceksiniz denmişti”. Çeviriyorlardı. On yılda 1.308 i kadın olmak üzere toplam 17.251 inançlı öğretmen, eğitmen ve liderlerle 21 Köy Enstitüsünün her birinin tarlası, ahırı ve hayvanları vardı. Bugün el penisiyle (bunu da kibarlık olsun diye orijinal sözcükle yazmadım) gerdeğe girmeyi hüner sayan etkin ve yetkin türlü çeşitli Prensler Sırp kasabından (hem de helal damgalı), Singapur diyarından sığır getirmekle adeta gurur duyuyorlar. En yenisi bile bundan gocunup de yere bakacak yerde yüzümüze pişmiş kelle gibi sırıtarak bakmaktan utanmıyor. Rahmetli İnönü bile Toprak Reformunu desteklediğini açıkladıktan kısa bir süre sonra direncini kırıp da Köy Enstitülerini kapatma kararı verebildiyse bugünün siyaset dünyasında hiçbir Prensin bu yönde, gerçeği yalnız gerçeği söyleyeceğine, vereceği sözlere zerre kadar inancım yok. Daha önce de dedim: “Dibe vurmadıkça kurtuluş göremiyorum ve yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken bedelinin ağırlığından korkuyorum”. İşte anahtar sözcük: “Korkmak“. Ulusal marşım, İstiklal Marşım “Korkma…” diye başlıyor ve ben korkuyorum. Demek ki bu işin sonucu belli. Bindiğimiz alametin bizi pek hayırlı bir yere götürmediği açık. Gel de enseyi karatma !

Makyevelli’nin Prens’inden mesajlar aktaran cumhuriyet.com.tr deki şu ifadeler “ne istediniz de vermedik” demekten farklı mı ?

“…Seni iktidara getirenlerin dostluğunu koruyamazsın. Çünkü onları önceden umdukları şekilde hoşnut edemezsin. Onlara karşı katı önlemlere de başvurmazsın…” Bu sözleri rahmetli dostum Yıldırıy’ın kardeşi de okumuş olmalı ki şimdi kış uykusundan uyanıp yeniden sahneye çıkıyor ve hepimizi o grubu sevenlerle aynı kefeye koyuyor; sadece seksen kişilik bir grubu devre dışında tutarak… Bu nasıl bir delalettir Allah’ım ! “Aklımla alay etme” sözünün İngilizcesini ekrana yansıtıyor dün akşam haberlerde bay Portakal ve “Don’t Mock With My Mind” diye yazıyor. Bence amaç için yeterli değil, bence doğrusu “Don’t Fuck My Mind” olacak. Çünkü hem yerlisi, hem yabancısı (yok aslında birbirlerinden farkı; biz bu sloganı kullanan Osmanlı Bankasını yerli sanırdık bir zamanlar) aklımla alay etmekten bir adım daha ötede aşımdalar. Duvara dayanıyorum; duvara da güvenim yok. Neden bu güvensizlik ?

Ben ellili yılların sonuna doğru henüz İzmir’e gelmeden (1958 den önce) en çok Pardayyanlar serisi kitaplarına vurgundum. Koca koca ve on ciltlik roman serisini birkaç kez okudum. Uzun süre kitaplığımda korudum. Sonra nasıl olduysa diğer pekçok kitabım gibi yaşamımın bir döneminde kitaplarıma sahip olamadım. Şimdi düşünüyorum da nasıl yitirdiğimi bile anımsamıyorum. Sanki o dönem kitapsızlık açısından bir puslu süreç. İşte o Pardayyanlar anlatımında Florasanlı Medici Ailesini hiç sevmedim. Floransanın arka kapısının hemen Paris’e açıldığını düşünürdüm. Ne zaman ki Nezuş’la Floransa’ya gittim; rehberin anlatımında Medici Ailesinin Floransa’nın gelişmesindeki rolünü kulaktan dolma duyunca iyi ile kötü arasında aklım karıştı. İşte o Floransa yıllarında Makyavelli’nin bize sunduğu Prens ile bugünün kuklaları, soytarıları, orta oyuncuları sanki beşyüz yıl sonra yeniden dirilmişler gibi geliyor bana. Hele bir de demez mi Makyavelli “…İnsanların gönlünü hoş tutmalı ya da onları yoketmeli. Çünkü insanlar uğradıkları küçük zararların öcünü alırlar ama büyük zararların öcünü almazlar…” Bu sözler beni yeni bir Prens’le tanıştırdı: Voyvoda Prens. Bakalım bugün uzunadam geçen gün sakinadamın söylediklerine nasıl yanıt verecek. İki yıl önce 1725 sokakta yaşananların nasıl bir belgesine ulaştıysa sakinadam bayağı suçladı. Anında yanıt gelmediğine göre uzunadamın elbet bir bildiği vardır. Kasalar ve kutulardaki çok çok paraları aklı almayan insanlar Prens’te olduğu gibi öç alacak birşey görmüyorlar ta ki makarna ve kömür gelmeyince açlık ve üşümenin hesabına soracakları zamana kadar. Ne değişti ki ? O yıllarda ekmek çalan çocuk için bir ömür harcayan otorite (Sefiller’i  Jan Valjan’ı düşünün) ve bugün 1725 sokakta hesap vermediği için sarraftan korkan Prens. Prens de bunu çok iyi bildiği için üç çeşit zekadan hangisiyle sesleneceğini belirlemek için şimdilik beklemede.

Makyavelli 3 çeşit zekadan söz ediyor. Bu öyle Coleman’ın sınıflandırdığı zeka türleri değil. Şöyle;

1.Biri kendiliğinden anlar;

2.Biri başkalarının kendine anlattıklarını anlar,

3.Biri de hiçbir şey anlamaz.

Büyüklerin “Küçük Prens”ten anladıkları 11 hayat dersi için işte size link: http://listelist.com/buyuklerin-kucuk-prensden-ogrendigi-11-hayat-dersi/ ve birkaç örnek:

* Bakmaya değil görmeye çalış. Hep söylüyorum Allah’ın size, bize, pekçoğumza verdiği bir yetkinlik bakmak ve görmek. Peki ya bu yetkinliği eğitirsek ne olur ?

* Başkalarını değil kendini yargıla. Bu nedenle kendini sorgulamayı öğren.

* Kendini asla fazla ciddiye alma.

Bu kadar yetsin ve bitirirken yeniden Köy Enstitüleri konusuna döneyim. İlgiden özleme uzanan iç dünyamda beni en çok etkileyen belki de elli yıl önce (1967) Menemen’deki staj döneminde gazlı Ferguson üzerinde uniforma ile çektirdiğim siyah beyaz ve silik bir fotoğraftır. Ve eminim ki çok benzer fotoğraflara baktığımda, yetmiş yıl önce (1947) aynı traktörle kendi tarlalarını sürmüştür Hasanoğlanlı ya da Kızılçullulu tarım neferleri. “Nemenem” yerdir şu Menemen ! Lütfen dikkat: Menemen’in tersten okunuşu, yazılışıdır “nemenem”. Çünkü tersi kötüdür Menemen’in; Kubilay’ın başını kesenlerin neslidir Köy Enstitülerini de yarım kalan efsaneye çeviren. Kasım 2017 nin Bütün Dünya’sında bu gelişmeleri engelleyen ağalardan söz eder. Ancak bunlar sadece sizin bildiğiniz Köy Ağaları değildir. Bunların çeşitleri vardır ve tıpkı ormandaki yangında aslanın talimatıyla herkes alfabetik sırayla ormandan çıkmaya çalışırken ve aslandan sonra çıkmak için at ve ayı sıra beklerken hemen çıkış kapısına yönelen bit gibidirler. Şaşkınlıkla bakanlara ilk çıkışın kendine ait olmasını doğal gören bit “ben sizin bildiğiniz bitlerden değilim” demiştir. Meraklısına Köy Enstitüleri linkleri ki daha çok var.

https://www.youtube.com/watch?v=leoLQNlR5xM ile 12 dakikalık bir filmi izlerseniz ve sona doğru olan 3 dakikalık bölümde rahmetli Uğur Mumcu’ya kulak verirseniz bugünün Prensinin ve avanesinin nasıl yerleştiklerini görürsünüz. Ya bundan sonrası !

https://www.youtube.com/watch?v=Q8d1Qvm50W0 ile 23 dakikada Ali ile Zeynep’in hikayesini dinlersiniz.

Şu örnekle o dönemin meclisteki zerafetini yansıtayım ve siz bugünle kıyaslayıp da “Ne günlere kaldık Allah’ım !” diye hayıflanın:

“…Parlamentoda bütçe görüşmelerinde milletvekili Emin Sazak’ın köylere giden Enstitü mezunlarını kendilerini birer Atatürk zannediyorlar demesi üzerine Hasan Ali Yücel bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir şeklinde cevap vermesi…”

Ben şimdilik “Tonguç ve Enstitüleri” kitabımda Pakize Türkoğlu’na döneyim. Kalın sağlıcakla açık ve aydınlık yollarda.

Öykücü