Yaşam Büfesinde “TRIBROSIS”

“…Arabada dördüncü tekerleğin gerekli olduğunu söylemek diğer üç tekerleğin gereksizliğini anlatmak değildir (EDB/Surpetition > Sevgi ve Sabrı genetik mirasta paylaştırmak)…Renklerin önem savaşı ve Gökkuşağı… Ben satıp para getirmesem nasıl ayakta kalacaksınız ? (Satış); Ben neyin, nasıl, kime satılacağının bütünleşik planlarını yapmasam sattığının hayrı olur muydu ? (Pazarlama); Ben temin zincirini kurup size satılacak ürünü hazırlamasam siz neyi kime satacaksınız ki ? (Üretim); Ben satış öncesi araştırma ve geliştirme yapmasam satış için gerekli izni almasam siz ne satacaksınız ? (Teknik) ve kritik karar anlarında “ben senden daha önemliyim” kavgası…”

 

TRIBROSIS (Üç Biraderlik): Genetik Miras (C ve D serisinden gelen DNA ların baskınlığı)

Merhaba

Uzunca bir süre sahalardan uzak kaldım. Aslında Koronalı günlerde Çeşme’nin güzelliklerinde daha çok yazabilirdim. Ancak eklediğim filmin uzunluğundan da anlaşılacağı gibi Çeşme çatıda arşiv temizliği yaparken dağılan zihnim ile odağımı yitirdiğim için, duvarda asılı duran eleği yeniden elime almak zor geldiği için yazma hevesim gelişmedi. Nisan ayında Zoom Grubumuzda yaşadığım güzellik -ki SSTC öğretilerinde buna “seemingly negative” denilebilir- yazacağım konuyu gümüş tepside sunmuştu. Aklımdaki çerçeve beş yılı aşkın bir süredir şekillenmişti. Edward De Bono’nun önerdiği gibi “kavram üretme merkezi”ne her daim sahip olduğum için “TRIBROSIS” i uydurmak çok zor olmamıştı. İçini doldurmak da kolaydı. Üstelik yıllardır şükür ve şükranla yanı başımda yaşayageldiğimiz güzellikleri dillendirmek yetecekti. Buna bir de Bostanlı’nın Mavra’sı ile Bursa’nın Arap Şükrü’sünü eklediğimde görseller de elimin hemen altındaydı. Hele bir de çatıya çıkıp birkaç kare kendimi çekersem bu iş tamam diyordum. Bu iç sesle bir ayı aşkındır kendimle diyalogum tam. Demek ki nasip bu güne imiş. Bu yazıda duygu ve düşüncelerimi tam anlatamayabilirim. Çünkü “Üç Biraderleri” yakın ya da uzak gözledim ama bizzat kendim yaşamadım. Ablamla birlikte iki kardeş ve aşırı disiplinli “babaerkil” bir yaşamın içinde yeterince kaynaşamadan yaşadık. Daha önceki yazılarımın birinde dillendirdiğim gibi ablam 14 yaşında “bir bahar akşamı” şarkısının sözlerinde yaşadığı genç kızlık aşkı ile evlenip yuvadan uçup gitti. On dördüne kadar babasının evinde, on dördünden sonra da kocasının evinde yaşamı çileli olarak öğrendi. Bir bakıma sevgili EK(D) ın yazgısına benzetirim. Tek fark; ablamda aşk vardı ve her ne kadar Soma / Gördes / Alaşehir hattında geçen yıllar sonra İzmir’de tekrar yuvaya yakın olduysa da “olmayınca olmuyor” ve rahmetli babamın “Sadık Bey Oteli” yargılarında yaşamda kimi seçilmişlere rahat yüzü doğmuyor. Her neyse ! Tekrar edeyim ben “Üç Kardeşlik” nedir yaşamadım. Gözlemledim. Algılarım oluştu; yargılarım şekillendi ve Temmuz 1997 nin anısı olarak zihnime yerleşen Sevgili Merih hanımın sözleriyle “Üçün Güzelliği” çerçevesi içerisinde yazmaya çalışıyorum. Yine de bir şarkının sözlerini silemiyorum: Korkularıyla yüzleşiyor insan er ya da geç… ve erken firelerden sakınmak için duaların gücüne inanıyorum. Sadede geleyim.

Aşağıda kimi “Üç Biraderleri” yazacağım. Kimileri sadece “Üç Birader” idi; kimileri ise kız kardeşlerin birleştirici ya da çatıştırıcı etkileri altında ilişkilerini yapılandırdı. Kimileri yakınen ve analiz yapabilecek şekilde kimilerini ise uzaktan ve sadece görebildiğim kadarıyla kayda alacağım. Umarım işe yarar bir anı kaydı, düşünce kanıtı olarak arşivde yerini alır. Umarım doğru anlatabilirim.

TRIBROSIS Örneklerim ve Algılarım (1)

  • CX1330 (1910 lar) lar (Lütfi, Fahrettin ve Halil / CPCs1): Soma’da savaş yılları ve sonrasının sıkıntıları içinde birbirinden kopuk üç erkek kardeş ve iki kız kardeş. Birbirlerinin derdine çare oldukları pek fazla görülmemiştir; çünkü herkes kendisi ve ailesi için ayakta kalmak, hayatta kalmak için mücadele etmektedir. Küçük kız kardeş en çok ezilendir. Büyük kız kardeş durumu en iyi olandır; büyük amca için de aynı şey söylenebilir. Bayramdan bayrama görüşürler ve zaman zaman kendi aile içi kavgaları dışa da yansır. Büyükler çekirdek aile içindeki bu kavgaların etkisinde araya girmek istemeseler de bir biçimde bulaşır ve küserler. Küsmek yaygın bir davranıştır. Uzun sürer. Ve küslük döneminde çocuklar da birbirine küser. Ne kadarı zamanın getirdiği sıkıntıların etkisidir, ne kadarı “C Serisi” olmanın DNA sında olanın yansımasıdır bilmiyorum ama “imece yoksunluğu” becerikli küçük kardeşin askerlik dönüşü kendini asarak intihar etmesini önlemez. “TRIBROSIS C1” de ortanca oğul olan Fahrettin babamdır. İki kere askerlik yapmıştır. Gençliğinde ve evliliğinin ilk yıllarında tütüncüdür. Tütüncü demek “Yılda 13 ay çalışıp para kazanmak” demektir. Tütün tarlasının bir kısmına ektiği buğday ile kırklı yıllarda rahmetli İnönü’nün savaşa girmemek için direndiği ve bu nedenle yoklukların yaşandığı yıllarda evinde az da olsa ekstradan un bulunması demektir. Bu ayrıcalıklı bir durumdur. Ancak 20 kiloluk bu unun ellerinden zorla alındığı ekmeğin karne ile verilirken kimilerinin (ki rahmetli babam göre bunlar CHP li zenginlerdir) evlerine tepsi ile baklava gittiği yılların yarattığı kızgınlıkla (adeta kinle) doluydu babamın içi. Üstüne üstlük hangi varlığın bedeli ise “yol vergisi”ni ödeyemediği için Soma/İstasyon Şosenini yapımında ırgat olarak çalıştırılmıştır.  Bu nedenle ellili yıllarda Demokrat Partili olmuş ve dilinden rahmetli Menderes’i düşürmemiştir. Öyle ki ilk oğlum Ümit’in ismini Adnan koymak için çok uğramış ve başarılı olamayınca bir süre küsmüştür. Üstüne üstlük 27 Mayıs 1960 dan sonra bakkal dükkanımıza komşu Muzaffer abinin kahvesinde Menderes için övgüler sıralayında şikayet edilip kısa bir süre tutuklu da kalmıştır.

Lütfi amcamı hayal meyal hatırlarım. Dokuz Oluk’un yanındaki evlerini hatırlarım. Bir kızları vardı: Müstesna. Özürlüydü. Amcamı sünnet atımın yularını babamla birlikte tuttuğu bir fotoğrafta hatırlarım. Halbuki düğünümüzden önce ya da sonra Nezuş’un elinden tutup onu ışığın altına götürüp yüzüne bakarak “gelinimiz güzelmiş” sözü vardır Nezuş’tan bana yansıyan anıların renklerinde. Daha sonra ne zaman vefat etti. Cenaze törenine gittik mi hiçbir iz yok anılarımda. Şimdi bu anılara bakınca Zoom Grupta söylenen sözlere hak vermeden edemiyor içimdeki muhalif ses. CPCs1 e yakın olan bir hısımın söylediği söz vardır kulaklarımda: “Sizi bir kazana koysalar kırk yıl kaynatsalar siz yine birbirinize kaynamazsınız”. Acı ama gerçek. Buna rağmen bu üçlünün hiçbir miras kavgasına tanık olmadım. Halbuki Soma’nın varlıklı (!) ailelerinden olan babaları yani dedem “Hacı Mustafa” dan kalan mutlaka bir şeyler kalmış olmalı. Ne bir söz vardır çocukluğumdan ya da babamla annemin birlikte sağ oldukları 1984 yılına kadar olan anıların sohbet konusu yapıldığı diyaloglarda. Bu gruptan söyleyebileceği tek şey yılların kıtlık koşullarında da olsa “Üç Biraderler” arasında sevgi bağları yeterince güçlü olsaydı küçük amcam Halil intihar etmezdi. Yazgı ! Yazan kim ? Kalem kimin elinde ?

  • CD1960 lar (Ümit Eray Kerem / CPCs2): Kırk iki kromozomdan gelenlerin şekillendiği koşullar için ilk sözüm “68 Kuşağı Ebeveynler” olur. Birisi yerli malı (Soma’lı ve yörüklerden) diğeri Avrupaî (Boşnaklardan) ve “mükemmel bir karma”nın eserleri. Aşk vardı (hâlâ da var); ortaokulda başlayan, Fakültede evliliğe dönüşen aşk vardı. Bu erken talebe evliliğine yürekten inanan ebeveynlerin (Fahrettin ve Lütfiye) kanatları altında şekillenen “Zorlukların Üstesinden Gelme: Sabır”vardı. Birlikte geçen on yıllık ortak yaşamın öğrettiği çatışmalardan hasarsız çıkmanın ve “minnetle affetme”nin etkileri vardı. Bu koşullar altında talebeyken baba olmanın “yaşamı hafife almanın” ya da sıkıntıları görmezden gelmenin görüntüsü vardı. Sıkıntılı koşullardaki “Büyük Oğul”un evin bir numarası olmanın kalıcı etkisi vardı. Gurbeti yaşatan Erzurum’daki askerlik yılların bebeği olan “Ortanca”nın kişilik oluşumu vardı. On beş yıl sonra (1966 dan 1981 e) özel sektör çocuğu olarak gelişen “Küçük Oğul”un iki abi kanatı altında özerk olarak gelişen kişiliğinin kattığı etkiler vardı. Bugün biz yetmiş beşi aşarken “Üç Birader”lere baktığımızda daha pek çok, ekstra güzellikleriyle şükür ve şükran yaşatan etkileri, katkıları var. Allah nazardan korusun; her zaman söylüyorum: Bırakın kavgayı, tartışmayı bir kez olsun birbirlerine karşı seslerinin yükseldiğini görmedik. Ne “Big Brother” dan ne de “Ortanca” dan veya “Küçük Kardeş”ten hiçbir zaman ne bir şikayet ne bir serzeniş ve ne de herhangi bir olumsuz yargı, algı duymadık. Daha ne ister insan ! Tüm bu “Güzellikler Karması”nı “C” den ve “D” den gelen DNA lara bindirecek olsaydık hangilerinin hangi kanaldan (haploidlerin “X” ya da “Y”sinden) geldiğini söylemek olanaklı olur muydu ? Normal kafayla pek fazla cesaret etmezdik böyle bir yolda yargıya varmaya… Ancak alkolün rahatlatıcı etkisi altında yargıya varmak ve bu yargıları algılamak, kabullenmek pek fazla zor olmazdı. Bu durumda ben “dışa açık” ve “sözel diyalog ustası” olan “D” kanalından “esneklik” derdim. Öyle ki en uç düzeyde tartışırlar ve bir saat sonra hiçbir şey olmamış gibi sevişirler. Bu tartışmalar onlar için yaşamın renkleridir. Bu kanaldan “CD” oluşurken ne kadarı “EKÜ Üç Biraderlere” geçmiştir. Belki sabahın bu saatinde değil ama akşamüzeri Angora’nın kızıllığında bir şeyler söylerim. Öte yandan “D” kanalındaki tartışmaların onda biri “C” kanalında olsaydı (örneğin benim için, ben) kırk yıl küs kalırdım; ya da yok sayardım. Bu nedenle hep uzak dururum tartışmalardan ve suskunluğu yeğlerim. Bu da beni değerli mi yapar ? Belki. Tıpkı Nasrettin Hoca’nın fıkrası gibi:


Hoca hindisini pazarda satışa çıkarmış ve üstüne 5 akçe diye fiyat etiketi koymuş. Bakmış yanındaki bir genç de renkli bir kuşu satışa çıkarmış ve üzerine 10 akçe fiyat yazmış. Hoca bir kendi hindisine bakmış bir de o kuşa ve aradaki boy pos farkını görünce neden daha pahalı olduğunu anlayamamış. Sormuş “Neden senin kuş daha pahalı ?”. Genç “Benim kuş konuşur” demiş. Hoca hemen hindinin etiketini değiştirmiş ve 15 akçe fiyat yazmış. Genç şaşırmış ve “Neden şimdi daha yüksek fiyat koydun ?” diye sorunca Hoca “Benimkisi düşünür” demiş.

Ben de “ağır ol molla desinler” benzeri çoklukla sessizce izlemeyi ve sormadıkça konuşmamayı yeğlerim dışa açıkların diyaloglarında. Çünkü yetmiş beş de olsa yaşım özellikle gereksiz konularda ve dahlim olmayacak olgularda tartışmaya hiç biz aman hazır değilim. İşte bu koşullar altında CPCs2 nin “EKÜ Üç Biraderi” suskun baba ile konuşkan anne elinde ve özellikle annenin elindeki “kadife eldivenle” babanın elindeki “çelik gibi sert” eldivenin karması altında kendi kişiliklerini oluşturdular. Ve bunu “C” serisinden gelen “disiplin” ile “D” serisinden gelen “esneklik” karmasını kendilerince harmanlayarak yaptılar. Ben bu iki kanaldan gelen DNA lardan yapıyı oluşturan iki ana etkeni Zoom Grupta ilk anda “Sevgi ve Sabır” olarak ikiye ayırma yargısını kabullenmekte zorlandım. Çünkü sevginin dışa yansıması farklı olduğunda “sevgisizlik” gibi algılanmasından ürktüm. Bu nedenle “sabır” için bir sözüm olmamasına rağmen bunun karşısına sevginin konmasını yadırgadım. Öte yandan itiraf etmek gerekir ki sevgi beslemek kadar “sevgiyi göstermek” diğer bir deyişle “hissettirmek” de çok önemli ve bu konuda usta olan Nezuş. Şimdi ben “C ve D” serisinden EKÜ Üç Biradere yansıyan DNA ları nicelleştirmeye çalışayım. Büyük oğul için C/D oranı bence %50/50; Ortanca oğulda %60/40 ve Küçük oğulda %40/60 ve sonuçta “Üç Biradere” paylaştırılmış “Genetik Miras” C ve D serisinin baskın karakterleriyle daha dayanıklı, daha kırılgan, daha esnek, daha disiplinli yapsa da Musto Dede ve Nezuş’un sözleri ve gözlerinde her zaman “bir ömre bedel” oğullarımız ve Copculaştırdıkları kızlarımızla ve ABİDE leşen ya da BE AID leşen torunlarımızla şükür ve şükran doluyuz.

Sözün özü; “İyiyse daha iyi olabilir”. Biraz daha özen gerek güzellikleri sağlıkla uzun yıllara koruyup yaşamın keyiflerinden ömür boyu yararlanmak için. Her şey sizin ellerinizde; siz yeter ki isteyin. Size hiçbir dilek verilmemiştir ki gerçekleştirmek için gerekli olan güç de verilmemiş olsun.

Yolunuz koronasız günlerde açık ve aydınlık olsun.

Öykücü

NOT: Aşağıdaki “Üç Biraderler”i de inşallah bir başka yazıma konu ederim. Onların erken fireleri hep gözümü ve yüreğimi korkutmuştur.

  • DX1930 lar (Kazım Nezih Nazım / DRTs): Kayınbiraderlerim ve delikanlı adamdı Kazım abi (mekanı cennet olsun); herkese yardım etmeye çalışırken kendine zarar verirdi Nezih abi (mekanı cennet olsun)
  • AD1950 ler (Ahmet Ercü Ekmel / KGNs): Hepsi birbirinden sosyaldi ve erken aramızdan ayrıldı sevgili Ahmet. Allah rahmet eylesin.
  • YX1940 lar (Yurttabir Erol Kamil / YLÇs): Sanatçı ruhlu yumuşak yapılı bir baba (Sami amca) ve tam bir Osmanlı kadını sert anne elinde büyüyen 2 mühendis ve bir doktor…Küçük kardeş doktor Kamil neden vefat etti bilmiyorum ve nurlar içinde yatsın.
  • ÇA1950 ler (Oğuz Cengiz Mustafa / ÇKRs): Halamın torunları Yamanlar etkisi altında din odaklı gençliklerinde ortanca oğul Cengiz havacı subaydı ve uçağı düşünce çok genç vefat etti. Mekanı cennet olsun.
  • EX1930 lar (Mustafa Muhittin Müfit / RGZs): Küçük kardeş Tilkilik Ortaokulunda arkadaşımdı. Onu karne yazmak için bana görev verdiklerinde “hal ve gidiş notu” ile hatırlarım. Polisliğine doyamadan genç yaşta vefat etti. Allah rahmet eylesin.
  • BX1950 ler (Eyüp Cemal Ahmet / BHÇs): Taşradan büyük şehre göcünce hemşeri olmanın artan dostluğunda beni hep “berberdeki Mustafa abi” olarak hatırlıyordu gençler ve Cemal denizaltı subayı idi. Bunalım geçirdi ve genç yaşta vefat etti. Nurlar içinde yatsın.
  • AX1940 lar (Ramazan Recep Mehmet / BYRs): Çeşme’de edindiğimiz ilk dostlardı. Babaları rahmetli Şaban abinin aşırı baskısı altında kişiliklerini bulamadan varlık içinde yokluk yaşayarak geçti ömürleri ve büyük abi Ramazan hastalık nedeniyle erken ayrıldı aralarından. Allah rahmet eylesin.