Yaşam Büfesinde “Challenge(r)”

“…Kuyu derin değil kısa olan iptir -Konfiçyüs (Önemli olan kuyunu derinliği değil ipin uzunluğudur-MC; Nisan sonları 2000; by pass’tan iki hafta sonra Syngillerin yıllık toplantısında sunum yapmak için sahneye çıkmış M38 benzeri bir adamdım !); Kuyudan su çıkmıyorsa, o artık kuyu değil çukurdur; Düşünme ve kuşkulanma insanın var olma koşuludur (Descartes);… Temel’in tarlası düzlükte evi ise taa tepenin üstündedir. Tepeyi çıkmak zordur. Birgün tarlanın gölgelik yerinde düşünceli bir şekilde dinlenmekte olan Temel’e oradan geçmekte olan Dursun seslenmiş: “Ne ula Temel ? Karadeniz’de takaların mı battı ? Öyle düşünüyorsun...” Temel “Yok be Dursun. Dinlenirken canım Fadime’yi çekiyor. Eve koşarken tepeyi tırmanınca yoruluyorum, hevesim kalmıyor...” Dursun: “Düşündüğün şeye bak. Sen eve tırmanacağına tek kırma tüfeğini yanına al, canın Fadime’yi çekince bas tetiğine silah sesini duyunca Fadime yanına insin.” Temel bu öneriyi beğenir. Uygular. Bir süre sonra oralardan geçmekte olan Dursun, Temel’i yine düşünceli görünce “Ne oldu ula Temel ?  Önerim tutmadı mı ? Yine düşünüyorsun…” Dursun efkarlı cevap verir :” Yok be Dursun. Başlangıçta işler iyi gitti. Ancak av mevsimi başlayalı beri Fadime orospu oldu”  …”

Merhaba

Yukarıdaki iki ayrı konu “Savaşçı”nın sayfaları arasına konmuş (koyduğum) gazete küpürlerinden (2000 yılına ait olsalar gerek). Doğan Cüceloğlu’nun “Savaşçı” kitabı bana 3 Nisan 2000 yılında şu kısa notla armağan edilmişti Atakalp’te by pass olmayı beklerken: “Sağlıklı ve mutlu beraberlikler adına lütfen kendinize iyi bakın. Size ihtiyacımız var. ÖEC“. Aradan 16 yılı aşkın süre geçti ve “Lütfen”ler daha bir güzel gelişti ve binlerce şükür. Neden bugün Çatıdan “Savaşçı” düştü çerçeveme ve neden “Challenge(r)” sözcüğü yazıma başlık oldu ?

Dün yazıya başladım. Yarım kaldı. Başlık “Challenge(r)” idi. Bu sabah yürüyüşünde dünün yürek yakan olaylarına, yiten canlara bakınca kendimi beceriksiz, basiretsiz, Retolardan, Fetolardan, Kekolardan, Devolardan ve Selolardan, bu beşlinin ve uzantılarının , türevlerinin negatif etki alanından kurtaramadım; sıyrılamadım. Başlık aklımda değişti; önce “Kaşarlanmak” oldu sonra “İnce ayar”a dönüştü. Üçünü de sevmedim. Dün gece uyuyamadım. Keyfim kaçtı. Bugün kendimi de sevmedim. Tekrar “Savaşçı” ya dönmek istedim. Bu arada tornistan etmeden önce internette “kaşarlanmak” sözcüğüne baktım ve iki yanıtı da bugün sürmekte olan “Doğrusal Olmayan Savaş (DOS)” kavramında her iki tarafa da uydurdum. Bu DOS’u dün TVEM deki haberlerde terör ve Güvenlik Uzmanı Abdullah Ağar’ı dinlerken, “Stockholm Sendromu” ile birlikte “kasabın bıçağını yalayan kurbanlık koyun” benzetmesiyle birlikte  öğrendim. Şu linklerden daha fazla bilgi edinebilirsiniz (https://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_A%C4%9Far; https://tr.wikipedia.org/wiki/Stockholm_sendromu ). Kendisi büyük oğlumdan bir yaş küçükmüş ve yaşamına neleri sığdırmış ?

“Kaşarlanmak” sözcüğünün ilk tanımında ne diyor ? “Bir işte, bir eylemde çok deneyim kazanmak” diyor ve basiretsiz ve beceriksiz otorite Selogillere verdiği avansla bu deneyimi kazandırttı. İkinci tanım da şöyle “Hoşa gitmeyen bir eyleme ya da bir işe alışarak artık ondan üzüntü duymaz olmak” ki başra Retogiller olmak üzere öne çıkan beşlinin beşi de sıradan, alışılmış bir üzüntü gösterisinden ötede bir duruş sergilemiyorlar. Bu da benim yüreğimi yakıyor. Bugün Sözcü yapılması gerekeni vurgulamış: “Kandile girin”. Retogiller ve ölü balık gözlü formalı otoriteler, uzantılar diğer cephelerde (!) ne idüğü belirsiz amaç(sızlık)lar için sanki savaşçılık oyunu oynuyorlar. Yazık oluyor ülkeme; yazık oluyor ülkemin masum gençlerine. Nereye kadar ? Özüme döneyim ve karanlığa küfretmeyi bırakayım.

“Savaşçı”nın ön kapak iç sayfasına bir tam sayfa açıklama içeren bir yazı yapıştırmışım. Bu yazının son paragrafı aynen şöyle “…Hocamız ZMKGn.Md.lüğünün tekrar kurulmasının gerekliliğine her zaman inanmış, heyecan duymuş ve konuyu Tarım Bakanı Prof.Dr.H.Y.Gökalp’e anlatabilmek için defalarca girişimde bulunmuştur. Bunlardan bir sonuç alamayınca 25 Mart 2000 Cumartesi günü sayın bakan adına düzenlenen yemeğe katılarak konu ile ilgili konuşmasını yapmış ve, en son sözü “Sayın Bakanım ZMKGn.Md.lüğü tekrar kurulmalıdır” olmuş ve birkaç dakika sonra da son nefesini vermiştir. Son nefesine kadar mesleği ve meslektaşlarının geleceği için çabalayan hocamızın bize devrettiği bayrağı dalgalandırmak en büyük görevimiz olmalıdır. Ruhun şad olsun; rahat uyu sevgili hocam

Meslektaşım, değerli dostum, aile dostumuz, arkadaşım Prof.Dr.Fevzi Önder (Sarı Fevzi; Fevzi abi) EÜZF dekanıydı. Benden iki yaş büyüktü ve vefat ettiğinde de 57 yaşındaydı. O Ödemiş’liydi; ben Soma’lı; ikimiz de taşradan gelmiş ve ikimiz de İzmir Tilkilik Erkek Ortaokulu’ndan, İzmir Atatürk Lisesi’nden ve EÜZF’den mezun olmuştuk. Fevzi abi kalpten gidiverdi ve ben de onun vefatından on gün sonra by pass olmuştum. Fevzi abi gibi, Metin (Kaya) abi de, ondan hemen önce sevgili Ayla (Teoman) hanım da hep kendilerine, sağlıklarına gerekli özeni göster(e)medikleri için ve de özellikle by pass’larından sonra sigarayı ve sigaralı yaşamı sürdürdükleri için, yaşamın yıkıcı kurallarına baş kaldırdıkları ve keyiflerden vaz geçemedikleri için genç yaşlarda aramızdan ayrıldılar; genç yaşta kalpten gittiler. Bu anılarla “Savaşçı”nın sayfaları arasında yer alan kimi kanıtların etkisiyle son 16 yıldan “esintiler”le geçti bugün Çeşme’nin çok güzel bir pazar günü çatımda.. Cüceloğlu hocam “Savaşçı”nın 359 ncu sayfasına Carlos & Don Juan diyalogunda “Challenge(r)” sözcüğünü şöyle bir bakış açısıyla açıklıyor:

…Sıradan bir insanla savaşçı arasındaki en temel fark şudur: Savaşçı her şeyi üstesinden gelinmesi gereken bir öğrenme fırsatı olarak görürken, sıradan insan her şeyi ya şükredilecek ya da küfredilecek bir şey olarak görür…” Böylece “Challenge(r)” sözcüğü benim yıllardır kabullenip kullandığım “düello etmek”ten ötede “üstesinden gelinmesi gereken bir öğrenme fırsatı” oluyor ki bu da beni alıp “GAT dengesiyle MASlaşma için RAWolmak” için “Özgüven”i gösteren yedi eylem odağında güçlü olmayı, etkin olmayı, etkili olmayı alışkanlık edinme düzeyine eriştiriyor. Bu yedi eylem noktası ne ilginçtir ki 30 Nisan 2016 Cuma vaazında sesini ilk kez duyduğum, yeni bir hocanın Takva için belirttiği yedi yerle özdeşleşmemi sağlıyor. Allah’ın işine bak ! Nerelerden nelerin buluşmasını sağlıyarak öğrenme fırsatlarını pekiştirme olanağı veriyor. Önemli olan bunu görebilecek gözleri eğitmek ki “gözler” bu yedi noktadan birisi. Bu gözleri bu buluşmaya yönlendirecek olan akıl (beyin) da ikinci yer…Bu kadar yetsin. “Savaşçı”dan bir kesitle yazımı tamamlarken maillerimden word dökümanı yaptığım ve son bir haftadan etkilendiğim “Samleşen Şükrü ile Amcaoğlu İsmail” arasındaki diyaloga tanık olan ve ara sıra “kapı aralayıcısı” rolü üstlenen Ben (MC) ve sevgili Cihan’ın sözcüklere yansıyan düşüncelerini bir sonraki yazıma bırakayım. Halbuki bu yazıma bazı pasajlar alacaktım. Neden mi ? Çünkü ne Amcaoğlum Antalya’da gelişen sağ şeritte azimle yürüdüğü yoldan bir adım sapar; ne Samleşen Şükrü Kanada’da geçen 25 yıldan sonra Key West’te Kasırga ile boğuşurken Jesus ve Moses’den yardım dileyen anlayışından ödün verir. O halde nasıl ve neden sürüyor bu diyalogun bu çerçevesi ısrarla ve inatla (2P) ? Amaç “ikna” mı ? Hayır. Amaç “masturbasyon” mu ? Olmamalı. Amaç ne o zaman ? Amaç kendi düşüncelerini “challenge(r)” ederek kendi doyumunu sağlamak mı ? Bilmiyorum. Amaç bir “iz/legacy” bırakmak mı ? Neden olmasın ?

“Savaşçı” nın 313 ncü sayfasında tanımlanan sokak yaşamı bugün yukarıda Fetogiller, Retogiller, Kekogiller, Devogiller ve Selogiller arasındaki ağız dalaşından ne farkı var ki !!! “…Pencere açıktı ve aşağıdaki sokaktan oynayan çocukların sesleri geliyordu. Apartman kapıcılarının çocukları sürekli bu sokakta oynuyorlardı. İçlerinden bir tanesinin sesini tanır hale gelmiştim. Kendisini hiç görmediğim ama sesinden tanıdığım bu çocuk sürekli mızıkçılık eder, bağırır çağırır ve arkasından ciyak ciyak ağlardı. O böyle ciyak ciyak bağırdıktan bir süre sonra Anadolu’nun bilmediğim bir yöresinin şivesiyle konuşan bir erkek ve bazen bir kadın diğer çocuklara müdahale eder, bu çocuğun dediğinin olmasını sağlardı. Diğer çocuklar buna itiraz ederlerdi ama ciyaklayan çocuk sonunda istediğini elde ederdi…” Bu gelgitlerimden, sokakta oynayan çoccuklardan daha mızıkçı ve daha ağlak olan yukarıdaki beşlinin canların yitmesini önlemede neden yeterince etkileri olmuyor ki sorumla aklımda ortak bir tema yaratabilecek miyim ?

Amcaoğlu ve Sam farklı kulvarlardan inançla birbirlerine seslenirken bakıyorum ki ikisi de “Japonya” örneğinde buluşuyorlar. Her ne kadar Amcaoğlu Japonlar gibi adam olmamız için inançlı İslam yolunu çözüm olarak gösterse de Sam “toplumun kültürel değerleri”ne değiniyor. Savaşçı’nın sözleri ile ikisini buluşturmak istiyorum: “Kültürün temelini değiştirmeden, bu kültür içinde yaratılacak gelecek, değerler üzerine kurulu bir gelecek olamaz”. Benzerini 2005 yılında F2 çalışmalarına başladığımızda kendimize çizdiğimiz “Omurgalı Liderlik Modeli“nde nasıl yapılandırmıştık ?

Beş sorumuz ve yanıtlarında beş kavramımız vardı “Omurga”ya yerleştirdiğimiz. Bunlar da bir başka yazıya inşallah. Esenlik içinde nice kültürel gelişme > değişme > dönüşme ustalıklarınız hep aydınlık yollarda keyifle sürsün.

Öykücü