Yaşam Büfesinde “Birer Koyunuz”

“…Tanrı, Antonio Stradivari olmadan bir Stradivarius Kemanı yapamaz. Tanrı bize hayatı armağan eder; onunla ne yapacağımıza kendimiz karar veririz. Hayat, Tanrı’yla birlikte ilerlediğimiz bir girişimdir. Hem zorluklarımız hem de mutluluklarımız konusundaki sorumluluklarımızı paylaşırız. Tanrı bize arenayı verir; oyunları biz seçeriz. Tanrı bize bir yüz verir; ifadelerimizi biz seçeriz. Tanrı kapıları açar, yürüyüp yürümemek bizim elimizdedir. Tanrı dualarımızı ne istediğimize göre değil, kendi iyiliğimize ve en çok öğrenmeye ihtiyaç duyduğumuz şeylere göre cevaplandırır…”

 

The Best 1&2 / Çatışma ve/veya Bütünleşme > Ekip ve Performans (Gönüllü Mecburiyet > “Ya şimdi ya Asla”)

Merhaba

Çeşme’de gök gürlemeye başladı. Bulutlar yoğunlaştı. Gökyüzü güz havasına döndü. Ümit telefon etti; Kemalpaşa’ya yağmur yağmış. Zeynep ziyaretimize geldi; Alaçatı’ya da yağmış. Buraya da yağar diye çatıya çıktım. Pencereleri kapattım. Kitaplığa şöyle yan gözle baktım. Dokuz yıl önce (15.05.2011) satın almış olduğum bir kitabı seçti aklım. Seçerken anahtar sözcük: Amaç oldu. Elimde Bay Murray’ın “Amaç Sahibi İnsanlar” kitabı vardı bir süredir sayfalarını karıştırdığım. Bu kitap üç yıl önce yazılmış ve geçen yıl Türkçe’ye çevrilmiş. Yirmi yıl önce yazılmış bir diğer kitabın adı : Living on Purpose (Dan Millman; Bir Amaç İçin Yaşamak). Kitabın kapağının üstündeki cümle beni çok etkilemiş : “Zihin soruları sorar; fakat yanıtlar kalptedir” (http://www.hayatbilgesi.com/bilgekisininsoyledigisozler/byron-katie-sozleri/).

Altı ay önceydi. Şubat ayının sonunda ilk Korona uyarıları henüz yeşermemişti. Doktorlarımız (Eray ve Özgen) bizi apar topar Çeşme’ye gönderdiler. Uzunca bir süre yasakların etkisi altında evin bahçesinden dışarı çıkmadık. Havalar serindi. Çatı sıcak değildi. Nezuş’un bugün iyileşme sürecini yaşadığı ciddi sağlık sorunları ufukta görünmüyordu. Çatıya çıkıp yalnız kalabiliyordum. Ajandalarımı dijital ortama aktarmakla avunuyordum. Bu amaçla tarama (scan) için sayfaları kopardıkça içim “cızz” ediyordu. Ajandalarımdan biri Mavişehir’de kalmış (1995) ve bu kıyımdan kurtulmuştu. Onu koruma altına alarak Çeşme’ye getirmiştim. Bugün çatıya çıktığımda onu da yanıma alıp aşağıya indim. O sırada sevgili Ersin’den WA (WhatsApp) kanalıyla değerli bir geri bildirim aldım. İznine sığınarak bu diyalogun bir kısmını buraya alacağım.

Çarşamba günüydü. Beyrut’ta patlama olmuştu. Bu patlama Beyrut’un değişmeyen kaderini ve kederini düşündürdü bana. Altmışlı yıllarda Beyrut yine kaos ve terörle ilgi alanımdaydı. Şaşırıyordum; nasıl oluyordu da şehrin batısı cenneti, doğusu cehennemi yaşıyordu ? Aslında ülkem için farklı mıydı ? Ancak aynı şehirde böylesi yaşam uçurumunu anlamakta zorluk çekiyordum. Üstüne üstlük bir de orada bu korku varken nasıl oluyordu da zengin bir Türk iş adamı kızlarını oradaki üniversiteye gönderiyordu. Bunu ZM68 grubumuz içinde sevgili Ersin’e dönük sohbet konusu yapmaya çalışmıştım. Ve işte mesajlarımdan bazıları:

(MC>EO): “Ne zaman Beyrut ve terör aklıma takılsa staj günlerimizi anımsarım (1967). Ne alaka derseniz… Stajdan hafta sonu eve izinli dönerken bazen Ulucak İstasyonundan trene binerdik (ben ve rahmetli Lâtif). Tren Amerikan lojmanlarına gelmeden önce sağ tarafta bir fabrika vardı. Sığla sanayiine ait bir fabrikaydı. Sığla ya da Günlük ağaçları (Liquidamber orientalis) bildiğiniz gibi dünyada iki yerde (biri Fethiye ve çevresi) yetişen (endemik) parfüm sanayiinin en değerli ürünü olan “amber”i veriyordu. Sözünü ettiğim fabrikanın sahibinin dört kızı vardı; eee ! diyebilirsiniz. Biraz sabır lütfen. Kızlarının adı: Mehveş, Ayşegül, Hülya ve Füsun idi. Ben bile anımsayışımın bu detayına şaşırıyorum. Belki bir kısmı benim kendimi “Storyteller” olarak görüşümün süslenmiş bir yansıması olabilir. Her neyse ! Bu kızların dördü de “Beyrut Amerikan Üniversitesi”nde okuyordu. Ve 1967 den 2020 deki Beyrut’u buluşturan aklımdaki görüntüleri kıyasladım. Elli üç yıl önce de Beyrut’ta kaos vardı. Doğusunda savaş, batısında denize giren keyifli insanlar… Bugün ne değişti ? Kimi yerlerin kaderi midir böylesi yaşamlar ? Sağlık ve esenlik dileklerimle Koronasız günlerde görüşmek üzere selamlar.

(EO>MC): “Mustafa kardeşim, trenle fabrikanın önünden geçerken bu kızları (Allah ömür versin) adlarını ve okudukları ülkeyi bilecek kadar nasıl tanıdın…Bu soruyu uzaktan veya yakından algılama ve hafıza kapasiteni övmek için sordum. Ben o virajda bir tuğla ve bir de demir-çelik fabrikası olduğunu silik bir şekilde hatırlıyorum. İşe bak… Ayrıca Orta Doğunun kaderi değişmez, çünkü kafa yapıları izin vermez. Biz de o yoldayız… belirtileri var.”

(MC>EO): “Sevgili Ersin trende gördüklerimle basında aynı anda çıkan haber buluştuğu için böyle yerleşik bir anı oluştu ve tekrarlayan görsellerle pekişti. “…o eski hatıralar daha henüz dün gibi…” Tuğla fabrikası İzmir’e doğru giderken yolun sol tarafında idi. Adı Altın Kiremit idi ve merkez ofisi Gazi Bulvarı’nda , rahmetli abinin muhasebe ofisine yakın, Maarif Yurdu’nun yanındaydı. Hey gidi günler hey..

(EO>MC): “Mustafa, yok birader olmaz böyle bir hafıza. Rahmetlinin bürosunu da hatırladın…Dur hele, bir şapka bulup da hürmetle çıkarayım. Ayrıca gazete haberini değerlendirmiş olman da … ne desem ki…”

(MC>EO): “Teşekkürler Ersin. Rahmetli abinin (Teoman) bürosunun üst katında sevgili Erol Yalçın’lar oturuyordu ve biz (MNC) ailecek onlara sık giderdik. Merdivenlerden çıkarken abine uğrardık. Aynı senin gibi yüzünden gülümseme hiç eksilmezdi. Mekanı cennet olsun. Selamlar.”

(EO>MC): “Duygulandım… Her şeyi doğru hatırlıyorsun. Bravo. Not: Merak ettim, çok geniş bir anı kapasitesine sahip olmak yenilerine kolaylıkla yer açıyor mu ? Ayrıca kötü, hoş olmayan anılarını -varsa nasıl siliyorsun ? Yoksa onları da biriktiriyor musun ? Ben bir anahtar kelime olmadan eskilere gidemiyorum. Rahmetli ağabeyimden , Teoman’dan söz etmen bende geniş bir pencere açtı, o yıllara açılan…

(MC>EO): “Teşekkürler Ersin. Grubumuzu sıkmamak için ve bu tetikleyicilerle diğer arkadaşlardan paylaşım ya da geri bildirim gelmezse diyalog kanalımızı değiştirebiliriz. Arkası yarın olsun. Selamlar.”

ve bu diyalogun devamını ZM68 grubundan çıkarıp MC><EO ikili paylaşımında sürdürdük. Orada neleri paylaştık ?

Bunları neden paylaştım ? Neden yazımın başlığı “Birer Koyalım” ? “Birer Koyalım” derken hangi anı canlanıyor ? “Birer Koyunuz” ile “elle gelen düğün bayram” deyimi tam uyumlu olsa da buna inanıyor musunuz ? Koronalı günlerde herkes ortaya bir şeyler koyacaksa “birer birer konacak” olanlar neler olabilir ? Siz “fır döndü” nedir bilir misiniz ?

Yine anılara kapıldı gitti yazılarım. Çatıdan indirdiğim kitabın yanındaki 1995 yılı ajandam kıyımdan kurtulmuştu. Ersin’le yazışmamın satır aralarında Ulucak’tan Basmane’ye giden trendeki (ki biz Hilal’de iner ve üç kilometre yürüyerek eve vasıl olurduk) yol arkadaşım rahmetli Lâtif’e odaklandı aklım. Büyük oğlum Ümit 5 Temmuz 1966 da doğmuştu. Aradan 29 yıl geçmiş ve sevgili Lâtif’in hakka yürüdüğü tarih de 5 Temmuz 1995 idi. Bir gün öncesi için defterimdeki notlar aynen şöyle:

İzmir, 04.07.95/23.30: BİR BOŞLUKTAYIM. SÜRPRİZ OLMAYAN ACIYI HİSSEDEMİYORUM. TELEFONUM ÇALINCA AÇMIYORUM. AKLIN GERÇEK GÜCÜNÜ GÖREMİYORUM...Telesekreterde yedinci mesajdı sevgili Lâtif’in gidişini anlatan Eray’la Ümit’lerden döndüğümüzde. Aslıhan’a üzülürken ve EC çıkma hazırlığında iken yaşamın çarkları dönüyordu, eziyordu ama benim 14 korkum içimde (şimdi nedir bu 14 korku bilmiyorum) Lâtif’i kaybetmek yoktu. Eriyordu. Bitiyordu. Ziynet insan üstü ve isyansız dayandı. Bugün Alaşehir bağlarında oyalanırken “Ne zaman acaba ?” diye ürpermiştim. Kurtuluşun, doğum günü 4 Temmuz dilime dolandı. Akhisar tulumbasını istemiş (O tarihte henüz Köfteci Ramiz franchasing ile yayılmamıştı ve merkezdeki ilk yerlerinden tulumba tatlısı alırdık). “Eray getirdi” diye gecenin bir vaktinde Mordoğan’a gittik; tulumba tatlısı götürdük. Bir lokma aldı. Yiyemedi. Bahçesini gezdirdi. Ağaçlarını anlattı. Ayrılırken olanca gücü ile sıktığı elindeki güçsüzlük bir veda idi. Belliydi. O bir simgeydi. Dümdüzdü. Benden bin kere daha dürüsttü. İddiasını da beraberinde götürdü (Altmışlı yıllarda boy tartışmamız vardı. Rahmetli Süleyman’ın şahit olduğu bir kağıdı imzalamıştı. O kağıtta beş yıl sonra boyunun 1.65 cm i aşacağına iddiaya girmişti. Kaybeden yemek ısmarlayacaktı. Boyu uzamadı. Yemeğini yiyemedik). Çünkü kaybettiğini düşündüğü, anlattığı iddiamızdan bizim için hep kıvanç, gurur duydu ve 1946 nın 1 Ocak’ında başlayan yaşam işte bugün noktalandı. Amaçları güzeldi. Çalışkandı. Erzurum’da askerlik, Almanya’da doktora, fakültede hocalık hep güzelliklerle doldu. Esprilerim de onunla gitti. Güzellikler bıraktı. Nezuş’a söyleyemedim. Yarın gel dedim. Eray gitsin, yalnız kalayım istedim. Sevgili Lâtif cennette rahat ol, ruhun şad olsun. Allah kalanlara dayanma gücü versin. Yokluğunu hep hissedeceğiz.

ve yaşamın hepimize “birer koyunuz” diye emrettiği büfenin önünde sıraya girmeye çalışırken kimilerine “hepsini al” gelecek. Byron Katie’nin sözleri ile yazıma başladım. Soruları aklım sordu; yanıtları kalbim verdi. Bazen soru ile yanıt birbirine uymadı. Buna rağmen bilinçaltı uysa da koydu, uymasa da koydu ve daha sonra bilinç bu konanlara bir kılıf uydurmaya çalıştı. Böylece yaşam büfesi önünde günler günleri, aylar ayları kovaladı. Kimi yıllar baharı görmeden güzü yaşadık. Farkına bile varamadık. Yaşamın dayattığı hır gür içinde yaşam büfesindeki sırada öne geçme kavgasını sürdürdük. Günü yaşayamadık. “Hazzın Kariyer Yolculuğu (SD)” nda hâlâ “Eylemli Doçent” benzeri etkili olmanın şükrüyle bugünlere geldik. Beyrut’ta okuyan dört kız kardeş yaşıyorlar mıdır ? Aradan geçen 53 yılda neler neler gelişmiştir…Hangisi ağırlıklı olmuştur ? “Hepsini al” mı ? “Birer koyunuz” mu ? Yoksa yaşam fırdöndüsünün göğe bakan yüzü “İki koy” ya da “İki al” yüzü geldiğinde neler yitirilmiş veya kazanılmıştır ? Yeterli olmuş mudur ? Yaşam büfesi önündeki sıra kavgasında “Sıfır Hipotezi” geçerli olmuş mudur ?

Bu soruları Bayan Katie’nin dediği gibi akıl sormuş olamaz. Bu nedenle kalp bunlara yanıt bulmaya çalışmaz. Bilinçaltı buna rağmen eyleme geçerse bilinç ne tür bir kılıf bulacaktır akıl bunu da bilmez; bilemez. Bu yazı da burada biter. Çeşme’de gök gürültüsü yağmura dönüşmedi.

Sağlık ve esenlik dileklerimle yazımın mavili girişindeki Tanrı’nın bahşettiklerine bakıyorum; Einstein‘in Tanrı ile ilgili iki deyişini düşünüyorum (Tanrı zar atmaz. Tanrı silgi kullanmaz) ve inanıyorum ki kaderimizi kendimiz yazıyoruz ve yazgımızın kederinin dozunu da kendimiz ayarlıyoruz. Allah dağına göre karını veriyorsa, sabrın sonu selamettir diyerek sağlık ve esenlik içinde yolunuzun açık ve aydınlık olmasını diliyorum.

Öykücü