“…Büyük bir adam cehaletin bilginin iki ucunda bulunduğunu söylemiş. Belki de derin inanç iki ucta bulunurken, ortada kuşku bulunur demek daha doğru olur. Aslında insan kavrayışının üç ayrı ve çoğunlukla birbirini izleyen aşamaları ayrıştırabilir. Bir insan sorgulamaksızın benimsediği sağlam bir inanca sahip olabilir. Fakat eleştiriler yöneldiğinde kuşku duymaya başlar. Çoğunlukla bu kuşkuları gidermeyi başarır ve sonra yeniden inanmaya başlar. Bu kez gerçeğe şansa bağlı olarak veya kör gözle tutunmaz, onu bizzat görür ve onun ışığıyla ileriyi görür…İnsanların çoğunluğunun bu koşullardan birinde (ilk ikisinde) eksik kalacağı düşünülebilir. Ya bilmeden inanacaklar ya da kesin olarak neye inanacaklarını bilmeyeceklerdir. Ama yalnızca birkaç azimli insan bilgiden doğan ve kuşkunun tam ortasında boy veren bu ölçülü ve kendini meşrulaştırmış inanç türüne erişebilecektir…Kuşku ve kafa karışıklığı gerçek kavrayışın kapısındaki ateşten kılıçlardır…”
Copculaşmak 1.C+D>CD 19091965 > 2.CD+Y>CDY 20061992; >3.CD+D>CDD 27091997; 4.CD+V>CDV 12062005 > Sevgi+Saygı+Hoşgörü+Disiplin > Üç Nesil Yaşayarak Bütünleşik Öğrenmeler
(NOT: Bu yazıya “İkinci Zar” dan önce başlamıştım ve taslak olarak kalmıştı. Araya “İkinci Zarı” yazacak korkularımız girince bıraktığım yerde kalmış. Bugün de 12 Haziran olarak 19 yıl önce dördüncü Copculaşma’nın sene-i devriyesi olunca üç nikahtan kolajladığım karelerle on dokuz yıl öncesinin güzelliklerini önceki iki Copculaşma’dan eklemelerle taslakta kalan bu yazıyla paylaşmak istedim). Bu yazının başlığı olan “Seven Nine” şu an benim yaşım olan 79 un İngilizce karşılığıdır)
Merhaba
“Diyalog(1)“tan alıntıyla başladığım bu yazımda seksenin arifesinde (79) kendimi ve inançlarımı, inançlarımın ya da önemseyişimin değişimini irdelemek istiyorum. Yaşam Gölünün karşı kıyısı görünürken ve genç, yaşlı demeden, bize göre sıra belirlemeden ya da belirlenen sırasının sırrına ermeden yakında yitirdiğimiz yakınlarımızı (Aysun, Fatoş, Erol, Ercü vb) düşününce karara en küçük bir katkım olmamasına (!!!) rağmen iki sözcük var kimi zaman paylaşacak kadar cesur olduğum “tadında bırakmak gerek” ya da “yolcu yolunda gerek“… Her neyse ! Bu sözcüklerle bir tartışma yaratmak değil amacım. Sadece “dikkat et, bu düşer !” diye kendimi uyarmama rağmen kendi sözümü dinlemeyince ben, oğullarıma bedel öğretip “harici belleğe” altı yüz dolarlık İstanbul yolculuğu yaptırmak durumunda kaldım. Bugün bellek geri geliyor mesajını alınca aklımdaki “seven nine (1)” yi şekillendirmeye karar verip bu yazıma başladım.
İnançlarımın Ekolojisi
Çok fazla dindar olmadım; dinci hiç olmadım. İnancımın temel taşı rahmetli annemin tutumuydu. Hoşgörüsü yüksekti. Babam sert adamdı ama hiç bir zaman dini inançlarda ne zorlayıcı ne de şekillendirici oldu. Serbest gelişme ortamında kendi özgür tercihlerimin sonucunda inandıklarım oldu; inanmadıklarım da… Ellili yılların başlarındaki “Maarif Vekaleti“nin öğretim disiplini içinde din derslerim oldu. Soma’daki ilk evimizin avlusunda dolaşa dolaşa birkaç temel duayı ezberledim. Daha sonra oğullarımın din derslerinde öğrenme zorunda kaldıkları duaları ezberlemelerine örnek, rol model olmak için de ekstra dualar öğrendim ve dört rekatlı bir namazı aynı zamm-ı sureleri kullanmadan tam kılabilecek portföyüm oluştu. İnancın ekstra yolculuğunda taşra yaşamında her nasılsa kurulmuş olan bir özel ilişkinin içinde tarikata uzanan yoldaki sohbetlerde çocuk da olsam tanık olarak yer aldım. İzmir’den gelen el yazması konuşma metinlerinin rahmetli büyük halamın (Cemile) bağ evindeki tahta kerevetin üstünde gruba okunuşundan ruhuma giren pek bir şeyler olmadı. Bu yoldaki gönül bağlarına ne sempatim oldu ne de antipatim. Halamın bağına gidilişine sevindim. Bağdaki kuyunun rüzgar gülü ile çekilen suyuna vuruldum. Tulumbanın hemen ağzındaki büyük havuza düşen ekşi elmaları çok sevdim. Bahçeden koparılan sebzelerle yapılan salatanın içine konan maydanozu sevmedim. Kuru fasulyenin içinde iri doğranmış soğanları da sevmedim. Halamın bağı hemen şehre bağlı, bize yakın,yürüyerek gittiğimiz en verimli nadir topraklarındandı ve daha sonra Soma kömür madenciliği (Garp Linyitleri İşletmesi: GLİ) ve buna bağlı termik santral gelişince istimlak (!) veya satış (!) ile elden çıkıp yerine “Yüz (veya Seksenbeş) Evler” yapıldı.
Bu kadar masal yeter. Sadede geleyim. Bu yazının amacı ekindeki görseli bugün paylaşabilmektir.
Sağlık ve esenlik içinde dün yapılan mezuniyet töreninin ardılı olarak sevgili İrem’i İtalya’ya hazırlarken, Hollandalı Barış’ın mezuniyetini beklerken ve Belçikalı Eren’in yüksek lisans süresi ve sonrasında ABD ilişkisi içinde geleceğinin şekillenmesini izlerken şükür ve şükranla “BE”nin beşinci ve altıncı Copculaşma’ları için heyecanlıyız ve dualarımız sonsuz.
Yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü
(1) Diyalog : W.Isaacs’ın kitabı
(2): Seven Nine> 79 sayısının İngilizce rakamlarının karşılığıdır ki ben Somalı taşralı bir çocukken iki ninem vardı ve ikisi de birbirinden sevimliydi ve beni de çok severlerdi; çünkü tüm Copcuların (iki amcam vardı) ailemin tek erkek çocuğuydum. Ninelerimden birisi anneannemdi; adı Ayşe. Diğeri rahmetli babamın teyzesiydi; adı Ziynet. İkisi de duldu. İkisinin bugün sahip olunan en küçük bir sosyal güvencesi yoktu. Tarla bahçe, çapa, hasat gibi işlere giderlerdi. Elleri nasırlıydı; yüzleri nurlu. Bize geldiklerinde hemen dizlerine yatar, sırtımı kaşırlardı, bıkmadan üşenmeden. Fırça gibi nasırlı ellerin sırt kaşımasının keyfi bir başka güzeldir; şimdi bile özlüyorum. İkinci dünya savaşının bugünü aratmayan yoklukları ya da yetersizlikleri (ekmek karneyleydi. Babam kahveci olarak esnaf olduğundan bir biçimde az-çok geliri vardı. Ayrıca genç olmaktan dolayı boş durmaz Çaltılık’a gider kök sökerek odun satar para kazanırdı) içinde bizde yenen bir lokma ekmek bile ninemler için adeta bir özür konusu olurdu. Rahmetli anneannem sol elinin dik olarak sağ elinin avucunun ortasına koyar ve parmaklarına doğru olan avuç yarısını işaret ederek “Farettin şuncacık yedim” diye iki lokmayı açıklardı. Ziyneti ninem de oğlu Rifat’ın kendisini dövdüğünü, parasını çaldığını anlatırdı. Alzheimer denen yaşlılık gelgitlerinin işaretleri olan bunamanın ne demek olduğunu anlamazdım ben çocukken. Ama ben ninelerimi çok severdim; esas olarak da nasırlı ellerini, gülen yüzlerini.