Yaşam Büfesinde “10 Eylül / Burgaz”

“…Suudi zengin Abdüsselam’ın hayali Paris’e gidip aşk yaşamaktır (hatta aşktan da öte fantezileri vardır). Uçağına atlar ve Paris’e doğru yola çıkar. Tüm uçuş boyunca aşk, meşk ve zevk hayalleri kurar. Uçağı hava alanına inince girişte yer görevlisi hanım bir form (imigration form) uzatır doldurması için. Okumaya başlar ve boşlukları doldurur. Name : Abdüsselam; Surname: El Sabah; Nationality: Suudi Arabia; Sex: Excellent (fevkalade)… Formu uzatır. Görevli hanım “sex” kısmına bakınca, formu geri uzatır ve düzeltme yapmasını ister ve yazması gereken seçenekleri söyler: “Male or Female ? (Erkek mi kadın mı ?)“. Abdüsselam çok rahat bir şekilde kalemi eline alır ve şöyle yazar: “It does’nt matter to me (Benim için farketmez)“. Hayallerine, fantezilerine yoğunlaşmış olan Abdüsselam’ın gözü dönmüştür. Vay onun önüne çıkana ! Çekilin yoldan yağlı boya…”

 

Merhaba

Yukarıdaki fıkranın ana fikri “farketmez“dir. Bazen öyle açmazlar olur ki yaşamda ne gösterilen ölüm, ne de razı olmamız için önümüze konan sıtma farketmez olur. Bazen seks için, bazen güç ve ünvan için olası sonuçların tümünü göz ardı eder Abdüsselam benzeri gözü dönmüşler ve göstere göstere “farketmez” der seçimleri ve kararları… Bazen kalmayan yiv set yüzünden, çoğu zaman da gayretlerin sonuçlarına bakıp da avare kasnaklıktan ve usanmışlıktan siz de “farketmez” der geçersiniz. Bir de üstüne yaz sıcakları binince ! “En yakın zamanda” dersin ya da “En hızlı şekilde” der bir başkası ve SMART‘a uymayan belirsizlikler dolu, hedef belirlemelerinde sen de içinden 10 Eylül olmuş, 31 Aralık olmuş farketmez (mi ?) diye düşünürsün…Başlarken 32 küçük beceriyi anımsarsın ve geleceğe ait noktaları birleştirebilmek için on yıl geriye bakarsın …

Tam on yıl önceydi. Güzel bir Mayıs haftasında Paris’in doksan kilometre kuzeyinde tarihi bir şatonun gün ışığı gören toplantı salonunda saat tam 08.00 de hepimiz hazırdık. Mükemmel bir öğrenme yolculuğu idi. Altına güneş ışınlarının geçmediği ulu ağaçlar arasında adına “intuition walk” denilen sezgi yürüyüşüne çıkmadan önceydi. Hatta “pairing” denen eşlemeyi bile henüz yapmamıştım. Beraberliğimiz başlarken “konuşma halkası“nda hepimize tek bir soru soruldu: “Neden geldiniz; ne umuyorsunuz; bu toplantıdan ne bekliyorsunuz ?” mealindeki sorunun amacı başlarken “beklentileri belirlemek” ti. Daha sonra 32 küçük beceri arasında yer alacak olan bu prensip aslında “etkili toplantı yönetimi”nin temel taşı ya da ilk adımıydı. İngilizce olarak “check-in” demeleri de bir başka güzeldi. İşte ben de bu soru ile başlamıştım Netgillerin Yunt Dağındaki enerjilerinin açığa çıkarmaları için 11 Ağustostaki buluşmamızda. Buna ait karelerden kısa bir filmi bu yazıma eklemeye çalışacağım.

Şöyle bir silkinmen, silkelenmen gerek yoksa bu gidiş gidiş değil. Bu nedenle açık ve net bastırırsın ve “10 Eylül Abicim…” diye feryat edersin. Çünkü Ocak ayının yirmiüçünde dikilen kule, takılan kanatlar yükselen umutlarını Şubat veya Mart ayına endeksler; sadece bir yazı için altı ay çırpındıklarına tanık olur; kahrolursun. Odağını (ve beraberinde umutlarını, heyecanlarını, şevklerini, motivasyonlarını) kaybederler. Haritacıya sığınırlar; şehir plancısıyla anlaşmak üzere olduklarını görür ve hatta görüşmeyi bir Alaçatı Cumartesinde ayarlar ve sen de yer alırsın. Ne var ki temel koşuldan yoksun olduğun başına dank edince iki Alacahöyük, üç (daha sonra beş olacak) Akropol turu yaparsın. Birinde bir Kiloİzmiri (Kİ); diğerinde bir KiloBurduru(KB) gözden çıkarırsın. Denize düşen yılana sarılırken “La Havle” çekersin.

Lise yıllarımın favori filmi olan, “Kral ve Ben” filminde kel kafalı Yul Bryner‘ın “etcetera, etcetera > cesaire, vesaire” dediği gibi uzun ve tam olanına boş verip gözü dönmüşlerin etkisinde bunalırken, senin de “la havle vesaire” dediğin sabırsızlık anların olur. Aslında tamamını söylesen ve “La havle vela kuvvete illa billa aleyhilazim” desen (bu yazım dilimdeki söyleniş biçimidir ve yazım hataları, eksikleri, fazlaları olabilir. Hoş görüle; bağışlana) o zaman anlamındaki güzelliği ve gücü görebilirsin. O zaman her sabah namazına kalktığında (artık yeniden yatmıyor ve sabahın yedisine kadar dualarını sürdürüp saat yedi olmadan ada yürüyüşüne çıkıyoruz. Çünkü sabahları bile çok sıcak Çeşme Ağustosunun); bazen kulağıma çalınıyor “La Havle” nin tam şeklini yüzlerce kez mırıldanıyor (kim olacak tabii ki Nezuş). Çünkü aklında Yunt Dağının kanatları dönsün artık var; Pakistan’ın elli derece sıcakta dökülen terleri var ve Mestleşirken (akademik beklentilerinde) mutlu olabilme arayışının duaya gereksinim duyduklarını hissediş var. “La Havle” nin tam metninin Türkçe karşılığını biraz önce Bütün Dünya’nın Ağustos 2015 sayısında gördüm ve buraya aynen alıyorum:

“…Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir.  Allah’ım ! Senin yardımın olmadan ben hiçbir şey başaramam. Ve senden başka dayanacak hiçbir şeyim yok…”

Aklın karışmıştır. Deli dana sendromu ile Batı/Orta turlarının sürdürüp sonuçlarını beklerken pişmanlıkların gelişir. Kendini sorgulamaya başlarsın. “Ne yapıyorum; nelere ortak oluyorum ve hatta yanlış duvara dayalı merdivende birinci olma gayretlerine destek oluyorum” diyerek hatalarını görürsün. Yola devam ederken, yatağında akan bir nehir gibi kendini koyuvermişken yine bir “Burgaz” a denk gelirsin ve tutunacak köşe araman bile gerekmez. Çünkü akış durmuştur. İçindekiler çökelmeye başlar; bazen kum bazen tuzdur geride kalan… Pamuk tarlalarında kırmızı tulumla geçen CINOS‘un yirmidört yılında Söke’de iki Burgaz gördüm. Biri Kumburgaz diğeri Tuzburgaz’dır. Burgaz, Menderes nehrine adını veren kıvrımların adı olsa gerektir. Bu yerlerde nehir adeta akmaz, durgun bir su gibidir narince sana bakan; senin baktığın… Bir başka “Burgaz” daha vardır anılarımda. Çocukluğumda (ellili yıllarda Soma)  arkadaşlarımızın kafalarını eğer ve kafanın tepesindeki saçların kıvrım yaptığı, helozonvari birleşme ya da çıkış noktasına bakardık. Çoğumuzda tek olan bu yere “Burgaz” derdik ve çocuk inanışımızla kaç burgaz varsa o kadar sayıda evlilik geçecek başından diye falcılık yapardık. Bizim çocukluğumuz bir başkaydı. Sanal hiçbir şey yoktu. Sokağın tozu toprağı ve bireysel mücadelenin ruhu vardı. Sıcakta kararak, patlayan bisiklet lastiğine solüsyonla yirmibeşinci yamayı atarak yola devam eder ve ancak yüz metre gidebilirdim. Esnaf çocuğu olmanın (köfteci Hacıkuru Farettinin oğlu Mustafa) kadersizliğinde (! belki de şanstı. Barış öyle diyor ve odasından dışarı çıkmıyor) günde sadece iki saat oynama iznim vardı. Onun da bir saati bisiklet lastiği tamiriyle geçerdi. Halbuki rahmetli babam bisikletçi Kör Şakirden 28 Birbuçuk haki yeşil renkli sıfır kilometre Raleigh marka bisikleti alsaydı böyle olmazdı. Ne var ki o zaman için (1957) beşyüz lira çok paraydı. Onun yerine 26×200 elden düşme Miele hem gavur ölüsü gibi ağırdı hem de her lastiğinde yirmidört yama vardı. Yirmibeşinci yamayı atmak zordu. Böylece zoru ve çözüm üretmeyi öğrendim çocukluk günlerimde; özellikle pes etmemeyi. Bisiklet yorunca oynadığım tahta ve tel arabalarım da hand-made idi ve yapımcısı da bendim. Hiçbiri olmazsa mahallenin kızlarıyla kanaviçe bile işlediğimi anımsarım. Portföyüm geniştir. Dün sokakta bu gelgitlerle, burgazlarla yolu bulmaya çalışırken bugün rüzgarlı tepede doğruyu bulmak için çırpınıyorum ve bir de bakıyorum ki yine benzer hataların içindeyim, tekrarlıyorum; ders almadığımdan mıdır ? yoksa denize düşenin yılana sarıldığı gibi derine düşünce yalana mı sarılmış oluyorum ? Buna mı “bile bile lades” diyorlar acep…Bu sıcaklar çok fena…

Çocukken bulmaca sorardık. Bilmeyene cevabı söylemek için “Bana İstanbul’u verirsen cevabı söylerim” derdik. Karşı taraf sanki gerçekten İstanbul’u verecekmiş gibi üzülür (sanki babasının malıdır İstanbul) ve pazarlığa başlardı. “İstanbul olmaz; Manisa’yı vereyim” derdi. Sen de “Senin anan güzel mi ? Manisa’yı ne yapayım ? İstanbul’u verirsen…“diye ısrar ederdin. Sanırım böylece daha çocukken pazarlık etmeyi öğrenirdik. Neyse biz gelelim “farketmez“in güncel benzerine. Kİ vcrirsin ama istediğini alamazsın. Çünkü ne almak istediğini, neden almak istediğini ve bunun ne kadar önemli olduğunu anlamamışsındır. Fark yüreğinden, ruhundan içeri girmemiştir. Yüzeysel ilerlersin. İnancın tam değildir. Kİ’e rağmen haritacı plancı dersin, “geç olsun temiz olsun” diye gerekçe uydurur ve çıkmaz sokaklara saparsın; saptırırsın. Kader bu ya; biri çıkar ve “Hoooop !” der “Napıyorsunuz ?” diye “uyan borusunu” çalar.

Farketmez“den sıyrılırsın. Aklını başına toplarsın. Haritacı ve plancıyı ertelersin. Kabulden sonra onlara yine ihtiyacın olacaktır ama şimdi ve burada değil. Eşgüdümü etkinleştirirsin. Program oluşturursun. Hem de “dört çeker (4W > What / Who / When & Where)”…

Uzaktaki sorumlu ve deneyimli uzmanla bağların zayıflamıştır. Onun sözleri dolaylı olarak sana gelir; inancın düşüktür ve bu nedenle etkisi zayıflamıştır. Uzmanın odağından da uzak (ve hatta ters) düşmüşsündür. Onun da acelesi yoktur. Boşa geçen altı ayda kaybın çeyrek milyona ulaşır. Hızlandırmak için para gerektiğini görünce inancı zayıflamış olan karar verici de işe (adeta) boş verir. O kafasıyla vurduğu topun nereye gittiğini ve peşinden kaç kişinin koşup satılan sanal altınlara bakar. Haklıdır. Çünkü onların motorunu çalıştıran “kesintisiz kolaylık” sözü verdikleri ana konular farklıdır.  Sırada İstanbul da vardır. Büyük “A” sorundur; küçük “a” sırada beklemektedir. Akıl dağılmaktadır. İngiltere’den mesajlar gelmektedir. Kağıt üzerinde görülen ve aslında hiç var olmayan üçüncü ortağın adından dolayı mıdır ? bilinmez birileri yine kayıtlara önem vermeye başlayınca odakları, hevesleri yine dağılır (gibi olur); sil baştan tedirginlikler başlar. Önem ve öncelikler yer değiştirir. Bu hengame içinde iki sıfıraltı seferinde de (şimdi gereksizliği kesin olan) KB sözü verilince acilen toplanmak kaçınılmaz olur… Çağrıdan birgün sonra da olsa mükemmel bir toplantı olur. Sonuç nettir. Görev bellidir. Toplantıdan hemen sonra yola koyulursun. Beklenti dışı gelişen üçüncü konu için temasa geçenlerin ilettikleri “bekara karı boşamak” örneğidir. Hata bizde değildir. Ceza bize yüklenmek istenmektedir. Devenin sadece boynu eğri olsaydı ben bilirdim ne yapacağımı. Ne var ki; tut kelin perçeminden ve el mahkum…

Hocanın eşeği kaybolmuş. Aramış bulamamış. Söylenmeye başlamış: “Bu tepenin ardında da bulamazsam ben bilirim yapacağımı” demiş. Şans bu ya, o tepenin ardında eşeğini bulmuş. Köylüler sormuşlar: “Hocam eşeğini o tepenin ardında da bulamasaydın ne yapacaktın ?”. Hoca gülümseyerek yanıtlamış: “Yenisini alacaktım”.

Ne yapacağımız; ne yapmamız gerektiği; ne yapabileceğimizi ortada. Önemli olan odağı kaybetmeden ve hedefi 10 Eylül olarak belirleyerek “2P” ile (Patient & Persistent: Sabır ve sebatla; Israr ve İnatla)” yola devamdır. Keskin sirke küpüne zarar. Az kaldı. Biraz daha sabır lütfen. Adama sormuşlar “Adın ne ?” Adam “Mülayim” deyince haline bakmışlar ve “sert olsan ne yazar ?” demişler. Bu nedenle biraz daha dayanma gücü lütfen…

Sosyal sorumluluk projemizde yaşadığımız gelgitler aşılınca ve kanatlar katkı yapmaya başlayınca tüm bunlar birer anı olarak kalacak. O zaman acıları ve umutsuzlukları, kızaran, moraran yüzleri unutup hataları keyifle anlatmak kolay. Ya şimdi yakın geçmişe baksak neler görürüz. “Uzman” haklıydı. Yanlış yerlerde yanlış şeyler yapıyorduk. Başa dönmeliydik. Gereksiz altı ay kayıptan sonra başa döndük. Batı yakasına yoğunlaştık. Batı-Orta hattında diyalog geliştirmeye çalıştık. KB adına (sözde) söz verilmişti. Baktık ki KB boşunaymış karar verici aynı ifade de ısrarcıymış. O zaman neden iki Alacahöyük seferi ve neden KB sözü ? Yine hata yapmıştık. Acemilerin hataları bizimkilere yarım milyona mal oluyordu. Çok yazık. Hamamın yanındaki kafede oturmuştuk. Hava çok sıcaktı. Terlemiştik. Kızarmıştık. Telekonferansta rengimiz kırmızıdan mora çalmaya başladı. KB’a rağmen güvendiğimiz dağlara kar yağmıştı hem de Ağustos sıcağında. Kızgınlıkla, öfkeyle yerinden kalktı yılların basın danışmanı; çekti gitti. Yarım saat sonra alı al moru mor geldi ve korkularımı yok edip müjdeli haberler verdi. Uzmanın dediğini yapmış ve baskıyı doğru yere uygulamıştı (nihayet). Hadi hayırlısı. Halbuki onüç Temmuzdan bu yana bir arpa boyu yol alamamıştık. Ne var  ki “süreci hızlandırdık” mesajımız uzmanı hareketlendirdi. Hücre kondu; bağlantılar yapıldı; direkler dikildi. Biz hazırdık. Hendeklerimiz de hazırdı. Artık yağmur yağmalı diye düşünüyoruz…

Tüm bunlar için SMART’ik hedefim netti. On Eylülde bu iş bitmeliydi. Neden 10 Eylül ? Bugüne ve düne baktım beni 10 Eylüle bağlayan. Bu tarihin birgün öncesi 1922 den beri kutladığımız bir zafer günüydü İzmirde. Benim çocukluk anılarımda da “Fuar zamanı” diye bir kavram vardı. Umutlar, beklentiler için çırpındığım ve olmadığında bir yıl daha sabırla beklediğim. O zaman çocuktum. Şimdi ömür gölünün karşı kıyısına kulaç atarken ve yetmişten sonra karşı kıyı çok yakınlaşmışken bir yıl değil, 31 Aralıka kadar bile bekleyemem. On eylül çok önemli. Bu nedenle (eklersem eğer) kısa montaj filminde aynen şöyle diyorum “1o Eylül abicim”. Bu kadar ısrarlı olunca 10 Eylül bilmediğim daha nelere gebe acaba…! Allah encamımızı hayreylesin. Herneyse dokuz eylül böyle önemliyken bizimkisi de bir gün sonrasına yeni bir kutlama olmalıydı. Kurban kesip davul zurna çalmalıydı. Horon olmasa da Yunt Dağında Bergama Zeybeği oynamak yakışırdı. Bugünün birgün sonrası 2001 yılında Niğde’nin ilçelerinde patates çalışması yapıyordum kırmızı tulumumla. Bozköy’de kahveye girdiğimde ikiz kulelerin yıkılışını gösteriyordu televizyon. İnşallah biz o korkunç günden birgün önce diktiğimiz kulemizden herkes için yararlı bir enerji üretiyor olacağız. Otuzbeş yıl önce bugünden iki gün sonra bugün hâla mirasını üzerimizden atamadığımız Evrengillerin eylemi ile yine karanlıklara gömülmüştük. İnşallah biz o geriye dönüm noktasından iki gün önce kanatlarımızdan ışık üretiyor olacağız. Eylülde daha niceleri var bana ait ve örneğin üçüne baksam: Öngördüğüm günden dört gün sonra 1946 da Nezuş doğacak ve bizim şimdi ABİDE’miz bu beraberlikten olacak. Binlerce şükür. Bunun için de on eylülden dokuz gün sonra 1965 de ilk Copculaşma ile C13 ün temelleri atılmış olacak. O günlerde temel atma törenleri de bir başka güzel oluyordu. Ne günlerdi ama ! Daha ne ister insan. Aradan yıllar geçince dokuz yıl önce on eylülden 17 gün sonra ABİDE’ mizin “İrem”i dünyaya gelecek ve biz sevgilerin ne olduğunu yeni baştan öğrenecektik.

Bu nedenle benim beklentim “10 Eylül 2015 de enerji üretebilmek için hırslı bir eylem planı içinde yetkilendirilmiş sorumlulukları” belirlemektir. Bu planla hedefine gururla ulaşan ve başarıyı keyifle kutlayanlardan olabilmek için yolumuzun hep aydınlık olmasını diliyoruz; hem de yıllık iki milyon kW üretimle katkı yapacağımız kendi enerjimizle aydınnlanmış yollarda ustalaşırken (ve benzer yollarda, nice yeni öğrenme yolculuklarda buluşmayı umut ediyoruz)…

Öykücü