Yaşam Büfesinde “Doktorlarımız”

“…İki küçük çocuk bahçede kimsenin anlamayacağı, sadece aralarında konuşabilecekleri özel bir dili keşfetme oyunu oynuyorlardı keyifle. “Bref, braf” dedi birincisi. “Braf, brof” diye yanıtladı diğeri. Ve gülmekten kırıldılar. Birinci katın balkonunda, gazete okuyan halim selim yaşlı bir bey vardı ve tam karşısında yüzünü pencereye dayamış, biraz huysuz görünüşlü yaşlı bir kadın. “Ne budala şeyler, şu çocuklar” dedi kadın. Yaşlı adam aynı fikirde değildi: “Ben hiç de öyle düşünmüyorum.” “Bana konuştuklarını anladığınızı söylemeyeceksiniz herhalde.” “Bilakis hepsini anladım. Çocuğun biri “Ne güzel bir gün” dedi. Diğeri “yarın daha da güzel olacak” diye cevap verdi.” Kadın burnunu kıvırdı ama karşılık vermedi. Çünkü tam o anda çocuklar tekrar oyuna başlamışlardı. “Maraski, barabaski, pippirimoski” dedi biri. “Bruf” diye yanıtladı diğeri.Ve katılırcasına güldüler yeniden. “Şimdi de anladınız mı yoksa ne söylediklerini” dedi kadın öfkeyle. “Evet, tabii ki anladım“. diye yanıt verdi adam gülümseyerek. “Birincisi iyi ki hayattayız, ikincisi de hayat bir harika” dedi. “Gerçekten de harika mı ?” diye sordu kadın ısrarla. “Brif, bruf, braf” oldu adamın yanıtı…”

Merhaba

Biraz önce Kent Hastanesinden geldik. Tıpkı Candan Erçetin’in şarkısındaki gibi, “Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum / Yoksa böyle olduğumda mı bahar gelir”. Havalar ısındı derken tansiyon yükselmeye başladı. Bir sabah kalktığımızda baş dönmesi, mide bulantısı ve öğürmeyle gelişen yaşamın göstergelerinde alıştığımız 12, 13 ler yerine 15, 16 lar yüksek tansiyonda görünmeye başladı. Üstelik 160/12.5 luk tansiyon ilacımıza rağmen. Geçer dedik ve ilk önlemeleri aldık, tuzsuzluk ve istirahat. İniş çıkışlarla gün için de 13-15 arasında gezinirken hep 70 civarında seyreden nabız 90 ları zorlamaya başlamıştı. Bir yerlerde birşeyler oluyor ve tansiyon ve ritm olarak tehlike işaret veriyordu. En yakın doktorumuza ilk başvurumuz “bekleyin, aceleyle hastaneye gidip de yapılacak bir müdahale ile bir şeylerin dengesini bozdurmayın” oldu. İnandık. Bekledik. Bir süre sonra, aradan iki gün geçince değişmeyen iniş-çıkışlar ve çaresiz bekleyiş inancı birikmeye başladı. Belirsizlikleri sessiz beklemenin dayanılmaz baskısı ve geçen yıl bu günlerde yaşanmışlıkların belleğimizdeki izleri kümülatif etkiler yaratmaya başladı. Oğul doktorun G.Kore’de oluşu bizi bir eski dost doktorun limanına konuk etti. Şimdi güncel öyküyü burada kesip bugüne dek yaşamımızda iz bırakan renk katan “doktorlarımız” başlığına kronolojik olarak değinmeye çalışayım. Bundan önce geçen sene bu günlerden kısa bir açıklama ile artan duyarlılığımızı açıklamaya çalışayım. Nisan ayının ilk günleriydi. Bir sabah kalktık ki ağız burun ve vücudun her yerinde kanama var. Şaşırdık. Apar topar hastane ve iki günlük acil-yoğun bakım denetiminde “ITP” tanısı ile taburcu olduk. uzunca bir süre steroid tedavisi ile yirmi binlere düşen trombosit sayımızı yeniden normak düzeyine ikiyüzelli binlere çıkardık. O kritik sürecin başlamasını neyin tetiklediğini bilmediğimizden ve yükselen korkularımızın sürüyor olmasında bu haftanın yükselen tansiyon değerlerinden daha bir fazla korkar olduk. Bu korkularla programlanmış olan gaziantep buluşmasına katılamadık. Şimdi elli yıl geriden başlayarak yaşamımızın kritik sağlık dönemlerinde hep yanı başımızda olan dost doktorlarımıza değinmek istiyorum.

Ortaokul ikinci sınıfta (1958) başlayan beraberliğimizi milad alırsak Fakülte birinci sınıfta (1963) beş yıl olmuştu sevgilerimizin olgunlaşma süreci… Kendimiz ve ilişkilerimiz güvenle, sevgiyle, özveriyle gelişmişti. Aileler fazla smaimiyetten (!) tedirgin olmaya başlamıştı. Nişan yaparken (04.04.1964) söz verdik: “Biz beş yıl bekleriz. Okul bitince evleniriz” dedik. Yalan değildi ama tutulması zor bir sözdü. Allah için aileler de anlayış gösterdi ve yoklukların orta yerinde evleniverdik (19.09.19659). Henüz ikinci sınıftan üçe geçmiştim. Sıkıntılı günlerdi. Bir yanda parasızlık öte yanda ataerkil bir aile düzeni içindeki ortak yaşamın alışılmış özgürlükleri zorunlu olarak kısıtlaması. Ondokuz Eylülde evlendik. Yirmi eylül sabahı saat altıda bakkal dükkanını açmıştım. Balayı nedir bilmedik. Ta ki 1969 da Erzurum’da başlayan yedek subaylığımızda başbaşa kalana kadar. Askerlik sonrası özgürlüğümüze kavuştuktan sonra bile o zor günlerin yarattığı minnet (mihnet) duygusuyla biz on yıl iki (hatta torunlarla üç ) nesil, iki aile birlikte yaşadık. İşte evliliğin ilk günlerinde Nezuş’un başında (ve daha sonra boğazında) bir kist çıktı: Adını da unutmuyorum: Cyist sebase. Adı gibi iyi huyluymuş. Ancak bir kestirdik, o yeniden daha büyük çıktı. Talebeyiz. Bu kez Tıp Fakültesine gittik. Nezuş’u ortada bir tabureye oturttular. Hoca anlatmaya başladı. öğrenciler öğrenmek için bizim sebase’nin orasını burasını kurcalamaya başladılar. Doktor adayı öğrenci Mehmet yanıma geldi. “Al karını çık dışarı, beni bekle” dedi. Aldım Nezuş’u, çıktık dışarı. Mehmet geldi, bizi arabasına koydu ve rahmetli Doktor Baha Kitapçı’ya götürdü. Baha hoca bizi bir ay tedavi etti. Hergün akşam üzeri gittik. O Sebase’nin üstüne bir ilaç sürdü. Ertesi gün kabuğunu kopardı, ilacı tekrar sürdü. Bir ay sonra sebase’miz yok oldu. Baha hoca biz garip öğrenci ailesinden beş kuruş almadı. Böylece gelişen ilişkilerimiz içinde doktor Mehmet yıllarca aile dostumuz, aile doktorumuz oldu. Onun oğulları da (üçü de) göz doktoru oldular. Son zamanlarda birbirimizden uzak düştük, iletişimiz koptu. Sağsa Allah selamet versin. Bize çok hakkı geçti. Bu arada alınan kistin tanısı için rahmetli Baha Hoca bizi Gülhane Laboratuvarına göndermişti. Sahibi Prof.Dr.Saffet Solak’a da telefon etmiş olmalı ki bize her türlü kolaylığı göstermiş olmasına rağmen yine de elli lira tahlil ücreti ödemek gerekti. Akşam olmak üzereydi. Konak’ta troleybüs bekliyorduk. Yanımızda rahmetli Latif ve Ziynet de vardı. Sevgili Latif aylık 250 TL olan bursundan elli lirayı ödemek istemişti. Zor yıllardı ve zorluklar gerçek sevgiler ve dostluklarla aşılıyordu. Şimdi birkaç sene daha geriye gideyim.

Zeytinlik 1148 sokakta Saim Amcadan kiralık bakkal dükkanımızın adı “Sakız Bakkaliyesi” idi. Mahalle kültürümüz ağırlıklıydı. Kahveci Yılmaz, Polis Abidin ve Mafya (!) Sabit koruyucularımızdı. Beş arkadaştık: Ben, Latif, Şaban, Mahmut ve Nail. Tepecik (Zeytinlik) den tek kurtuluş yolumuz okumaktı. Bu nedenle mahallenin her türlü kabadaylıklarından korunuyorduk. Ve de saygı görüyorduk. Ben buralara geldim. Binlerce şükür. Latif’le fakülteyi beraber okuduk; Erzurum’da askerliği beraber yaptık (95nci dönem ve 24 ay). Profesör oldu ve genç yaşta eşi Ziynet’le iki yıl arayla kanserden vefat ettiler (1995). Allah rahmet eylesin. Şaban İngiltere’de İstatistik okudu ve yurda dönünce profesör olarak kariyerini üniversitede sürdürdü. Şimdilerde Karşıyaka’da yaşıyor ve pek fazla görüşemiyoruz. Nail hekim oldu. Kendi muayenehanesini açtı ve ortopedi uzmanı olarak mesleğini sürdürdü. Şimdilerde emekli olmuştur ve karşı sahilde yaşamını sürdürüyor. Mahmut Almanya’da hava meydanları inşaat mühendisliği okudu. Bir süre kamuda çalıştı. Sonra kendi şirketini kurdu. Rahmetli Latif’in önderlik ettiği “Özdeşkent” te (Kemalpaşa) yaşıyor. Demem o ki beşimiz de Tepecik’ten kurtulup bu günlere geldik. İşte o Tepecik yaşamında (1960 larda) ne zaman bir sağlık sorunu yaşasak hemen Dr.Orhan Akdeniz’e giderdik. Sanırım SSK da görevliydi. Şaraphanenin (Yazgan) yanında muayenehanesi vardı. Akşam üstüleri gelirdi. Yenice sigarası içerdi. Sigarasını bizim bakkaldan alırdı. Kibar bir beyefendiydi. Uzun boyluydu. Onu hep pardesü, fotr şapka, gözlük ve kahverengi deri çantasıyla hatırlarım. Zengin bir kitaplığı vardı. Pardayyanlar, Arsen Lüpen ve adını anımsayamadığım pek çok seri kitapları ondan alıp okumuştum. Evlendiğimizde bize porselen süt takımı hediye etmişti. Bizim için hem çok anlamlı hem de çok değerliydi. Büfemizde uzun yıllar durdu. Kullanmaya kıyamazdık. İşte doktor Orhan bey her başımız sıkıştığında gittiğimiz ve çoğu zaman da para vermediğimiz bir dost doktorumuzdu. Allah gani gani rahmet eylesin. Bize çok hakkı geçmişti. Şimdi tekrar Baha hocadan sonraki döneme ait doktorlarımıza döneyim.

Üniversite bitti. Askerlik bitti. Enstitü yıllarımız başladı. Ne zaman başımız sıkışsa ya Hakkı abimiz ya da sevgili dostumuz Salim hekim olarak hep yanı başımızda oldular. Hâla da öyleler. Babamın son günlerinde sevgili Salim’in Çeşme’de yaptıkları unutulmaz. Ne zaman omuz, boyun ağrımız dayanılmaz olsa Nezuş için 7/24 hazır destekleri tüm dualarımızın kapsamında yer aldı.

Doktorlarımıza olan güvenimizle ilgili olarak unutamadığım  bir anı, bir espri. Enstitü yıllarıydı. İkbal abla sağdı. esentepe’de otururdu. Bayar Apartmanı durağında otobüsten indik. Hava kararmak üzereydi. Esentepe yokuşunu tırmanıyoruz. Ben, Nezuş ve Nazım abi. Yolun bir yerinde Nezuş’un ayağı burkuldu ve sendeledi; düşeyazdı. Nazım abi hemen Nezuş’un ayağına baktı; eğildi, ovaladı. Ben de ayakkabıya baktım. Nazım abi bu davranışıma şaşırdı ve ben açıkladım: “Nazım abi doktor arkadaşımız var ama ayakkabıcı yok” dedim. İşin esprisi şu ki ne zaman başımız sıkışssa yaşam büfesinde sıraya girmeyi bilmezden önce ve sonra hemen her dönemde mutlaka bir can dostu doktorumuz oldu. Doktor Salim, bugün bile (çünkü oğlumuz hekim ve burnumuzun yanında) sığındığımız en önemli sağlık limanlarından biri. Onunla da ne anılar var burada yazılara sığmayacak. Allah selamet versin; Allah sağlığını korusun. Daha ne ister insan.

…Ve dün Doktor Abdi. Dün öğrendik ki kızı da Ege Tıpta okuyormuş. Allah ona da çocuklarından nicelerini göstersin. Biz doktor Abdi’yi 2000 yılının bu günlerinde tanıdık. Farkına varmadan kalp sıkıntıları çekiyormuşum. Atakalp’te eforlu test, anjio ve sonrasında by-passla gelişen çözüm sürecinin başlangıcında Doktor Ahmet ve Doç.Dr.Suat Beyler yer aldılar. hemen sonrasında doktor Abdi’nin ellerindeydim. Yaklaşık onbeş yıldır beraberliğimizn sürüyor. Kimi zaman yoğunlaşan süreç (özael sigorta ve iş stresinde tekrarlanan anjiolar) kimi zaman gevşedi (sigortasızlık, Eray ve MedikalPark ilişkileri). Ancak sevgisinde, dostluğundan değer yitirmeden süregeldi. Allah razı olsun. Bize çok emeği geçti.

Yazımın girişindeki öykü İtalya’nın ünlü çocuk kitapları yazarı Gianni Rodari’den bir alıntı. Daha on yaşındayken şiir yazan, müzikle uğraşan yazarın yaşam öyküsünde şu kesitleri görürsünüz:

“…Amacı müzisyen olmaktı. Yirmi yaşında müzik öğretmeni oldu. İkinci Dünya savaşı patlayınca, ülkesinde gerçekleşen faşist düzene karşı girişilen harekete katıldı. Uzun süre gazetecilikle uğraşan yazar, bir çocuk gazetesinin de yönetmenliğini yaptı. 1947’de çocuklar için yazmaya başladı. Onun hayatının ikinci dönemi böyle başladı. Sonunda da, dünyanın en iyi çocuk kitapları yazarlarına verilen büyük ödülü, Hans Christian Andersen Ödülü’nü 1970 yılında aldı. Yapıtlarında, çağdaş konuları, peri masallarının anlatımıyla işlediği görülür. Bu onun büyük özelliğidir. Asıl amacının da, yazdığı kitaplarla, çocuklardaki yaratıcılığı, hayal gücünü harekete geçirmek olduğunu söylemiştir…”

Yetmiş eşiğini aşarken sağlık sinyallerini soruna çevirmeden ve de teklese de dengeyi pek fazla bozmadan yaşam gölünün karşı kıyısına atılan kulaçlardan keyif alarak aydınlık yollarda, yüzünde eksilmeyen gülümsemeyle ve dost doktorlarla kol kola birlikte yol alabilmek dileklerimle.

Öykücü