Yaşam Büfesinde “Şaraplı Anılar”

“…Bektaşinin önüne iki şişe şarap koymuşlar ve “Tat bakalım erenler hangisi daha iyi !” demişler. Bektaşi şarabın birini tatmış ve diğerini gösterip “O daha iyi” demiş. Şaşırmışlar ve “Erenler onu henüz tatmadın ki !” dediklerinde “Bundan daha kötüsü olamaz” demiş…”

Aşık Dertli ne güzel yazmış; Radife Erten de çok güzel söylemiş: “…Sakiya camında nedir bu esrar / Kıldı bir katresi mestane beni / Şarab-ı la’linde ne keyfiyyet var söyletir efsane efsane beni…” ve keşke Şengün’ün Bağında çok daha fazla dostla buluşabilseydik (> yaklaşıyor gün be gün ömrümüz son mevsime / kimi şen bu alemde kimi çekmede çile ve aynı gün sınıf arkadaşlarımızdan birini daha son yolculuğuna hazırlıyoruz; ve hayat devam ediyor)


Merhaba

(Önce küçük bir açıklama: Ben bu yazıma başladığımda Şengün’ün bağından dönmüştük ve sınıf arkadaşım sevgili Ümit (EZM68ÜE)’in vefatıyla keyfimiz kaçmıştı (25.09.24). Yazımı tamamladığımda (01.10.24) ise henüz sevgili Ümit’in vedasını özümsemeye çalışırken bu kez de sınıf arkadaşım Mehmet’in (EZM68MÖ) vefat haberini aldım. Ardından sınıf arkadaşım Hayrettin (EZM68HS) şu ana kadar vefat eden 42 sınıf arkadaşımızın isimlerini grubumuzda paylaşınca aynı yolun yolcusu olup da er ya da geç veda sıramızı beklerken rahmetli arkadaşlarıma bir kez daha rahmet diliyorum)

Tekrar Merhaba

Şimdi ülkemi düşünüyorum ve ben de bundan daha kötüsü olamaz” diye düşünüyorum. Sinan gibi sonuçsuz kalacak bence Narin’deki vahşet ve hayasız dehşet; ve adalete kafa tutan hain cesaretini görüyorum. Etrafındaki aile yakınlarına ve ifadelere bakıyorum; “Bizim de bilmediklerimiz ve bilip de söylemememiz gereken şeyler var; çünkü onlar bizim dostlarımız diyebilen siyasinin yerli ve milliden korktuğu belli ve Datça’ya trafik kontrolü için geldiği söylenen Yunan Botunu taşlamayan muhtarlara eğitim verenin ferasetinden endişe ediyorum. Neredeyse Nasrullah’ı vuran siyonistlerden medet umar durumdaki yüreğimin sıkıntısından bunalıyorum. Dehşete düşüyorum. Kokuşmuşluktan ürperiyorum. Yetmedi; biz ondan muhalefet beklerken bir de ne göreyim dümen suyuna girmiş, iktidara kuyruk olmuş, Sancar’ın Türkevi’nden adeta bihaber umut bağladığım kişi Amerika’dan methiyeler düzüyor; yetmiyor kedisine matem yaptığını aç insanlara duyurmakla matah bir şey yaptığını sanıyor. Tuz da kokuyor artık ve tünelin ucundaki ışığın üzerimize gelen şimendifere ait olduğuna inanıyorum… Biz nasıl bu hale düştük ? Baştan kokmuş olan balık mı, yoksa ne başı ne kuyruğu kalmamış olan kokuşmuşlukların bataklığında çırpınmak mı hepimizin hal-i pür perişanlığı bilemiyorum ! ? Her şeyin önüne geçen “kişisel hırslar“mı ? Havuzdaki balıklara altın attığı söylenen “Sarı Selim‘e” özenen çağdaş padişah heveslileri mi ? Erdişah mı ? Redişah mı ? Ve hatta ırsî midir bu geçişler diye kurtuluş umudumu körelten algılarımdan ürküyorum… Heyhat !

Ana haber program sunucusu Bay Selçuk’un hemen her akşam bir tekerlemesi var: “En pahalı iki kelime; ben ekonomistim”. Ne kadar ekonomist olduğunu, “gözlerdeki ışık sönüp” de bitkiselin selefi olarak “şimşek çakınca” anladık; sebep-sonuç arasında kurduğu bağın anlamsızlığını gördük. Artık dikkate almadığımız gibi “seri saçmalıkların” yıprattığı yiv-set kalmadığı için yadırgamayı da bıraktık. Ne var ki; yetmemiş, çilemiz dolmamış ve bidişahlık heveslisi hanedan geçişlerine ulaştı aymazlıklar… Oğul da “ben de ekonomistim” dediğinde “eyvah !” demekten kendini alamadı yüreğimin sessiz çığlıklarıyla iç sesim ve bu durum epigenetik ile açıklanabilir mi diye bir soru düştü zihnimin labirentlerine…

Her neyse ! Amacım ülkemdeki durumla Bektaşinin sözleri değil; amacım “Kamber’in Meyhanesi (1963-68)”nden (1963-68) “Şengün’ün Bağı’na (24.09.2024)” uzanan yarım asrı aşkın sürede “Şaraplı Anılarımı” paylaşmak ve arşivde “Bir İz Bırakmak”. Umarım yan yollarda kaybolmam.

Önce küçük bir açıklama. Askere (Erzurum’da yedek subay) gidinceye kadar alkol almadım, alkolü sevmedim ve hatta yakınlarımın alkollü durumlarını görünce alkolden nefret ettim. “Şaraplı Anılarım”da amacım şaraba methiyeler düzmek değil; bugün alkol çemberi içinde seksenin arifesine uzanan yıllarımın anımsayabildiğim kimi kritik “Şarap Köşe Dönüşlerini” öykülendirmeye çalışmak bu yazımdaki esas beklentim.

  1. Kamber’in Meyhanesi (1963-68)

Geçen gün EZM68 sınıf arkadaşlarımdan bir grupla (!!!) Kuşadası’nda ailecek birkaç gün geçirdik (23-25.09.2024). Dinlenmek açısından iyi oldu denebilirse de yaşlandıkça (ihtiyarladıkça demek daha doğru) fazla seçici ve kırılgan olduk. İyi de olsa rutinlerimizin dışına çıkmak, keyiften çok eziyete döndüğünü bir kez daha yaşadık. Dönüşte bir kez daha hoşnutsuzluk algılarımı yerinde test etmek istedim. Sabah yürüyüşlerimizde çoklukla kullandığımız rotanın üstündeki Aktur Sitesi‘nin (ki mahallemizin en güzel yerinde tam bir tatil köyü yapısındadır) bankına oturup Sakız Adası üzerinde gündüzü geceye çevirmeye hazırlanan gün batımını izledim; on metre ötemdeki dalgaların sesi eşliğinde. Ve işte o an anladım ki insan elindekinin değerini bilmeden komşunun tavuğunu (Adakule) kaz sanıyor desem de amacım ve arayışım yeni yerler aramak değildi; “dost sohbeti” idi. İşte tam bu noktada bir anı ile demek istediğimi daha net bir ima ile yazıya dökeyim:

Tepecik / Zeytinlik hattında yıllarımızın (1958-1987) mühendislik evresinin (1968-87) annemin sağ olduğu bölümünde (seksenli yılların ilk yarısı) hemen her pazar akşam yemeğine çoluk çocuk yürüyerek babamlara giderdik. Yolumuzun üstünde, “Zeytinlik Kavşağı”ndaki kasabın önünde bir kokoreçci olurdu. Kokoreçcinin satış tekniğinde AIDA‘nın “Attention / Dikkat” adımı için sesli sloganı aynen şöyleydi:

“Paranla b*k ye !”

Ve ne yazık ki sözünü ettiğim tatil ve daha nice olaylarda, olgularda sahip olduğumuz değerlerin farkına varmadan yeni arayışlara geçtiğimizde aynen “paramızla b*k yediğimizi” görüyorum çoklukla seksenin arifesinde… Sürpriz mi ? Hayır; çünkü ben “insan oğlunun başını derde sokma eğiliminde” olduğuna inanıyorum. Diğer bir ifadeyle; bunu bugün ülkemizde yaşadığımız hainliklerin, soysuzlukların, hırsızlıkların ve hatta arsızlıkların (utanmazlıkların) nedeninin kendi seçimlerimizin sonucu olduğunu görünce daha da iyi anlıyorum. Hani insan dayanamaz ve der ya “ellerim kırılsaydı da“… Adakule’de daha ilk günden evimizi, yatağımızı, rutin yemeklerimizi özledik.

Dost sohbeti için uzaklara gitmeye gerek yoktu ki; bahçemde her sabah saat 11-14.00 arasında; oğul ve yeğenlerle bol tartışmalı geçen kahve sohbetleri neşeli bir gün başlangıcı oluyorken…”Uzaklarda arama…”

Amacımız neydi ? “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül bir dost arar kahve bahane” sözünde yatıyordu beklentimiz; hele hele EZM68 in seksen civarında dolaşan yaşlarının hızlandırdığı göçleri görünce “bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç !” demek istese de ruhum pek öyle olmuyor bedenin sağdan soldan verdiği gıcırtılı sesler… Peki ne oldu ? Neden beklentilerim yeterince gerçekleşmedi ? Şurası bir gerçek ki hepimiz “Yaşam Gölünün karşı kıyısına bakıp Son Dönemeçte” bekliyoruz ve aslında yaşadığımız her günün hak ettiğimizin bir fazlası olduğu bilinciyle günü yaşamak istesek de “Söylem & Eylem Ahengi Yaratma Gücümüz” gün be gün düşüyor (https://www.copcu.com/2021/01/10/yasam-bufesinde-son-donemec/ ).

Biraz sonra sınıfımızın talebeyken profesörü olan rahmetli EZM68AGA‘dan söz edeceğim. Onunla ikinci bir paragraf başı olarak “Menemen Meyhanesine” geçiş yapacağım. Önce “Yurt, Küçük Park, İğneli FıçI > Sihirli Fıçı (3), Mahfel, Kara Ahmet’in Kahvesi” gibi talebeliğimizin popüler mekanlarından “Kamber’in Meyhanesine” uzanıp birkaç cümleyle söz edeceğim. Ben hiç gitmedim. Başta rahmetli Ali Kelle (EZM68AK) olmak üzere özellikle Yurt’ta kalan pek çok arkadaşımın müdavimliğine ait öykülere kulak misafiri oldum. O yıllarda (1963-68) Devlet Bursu alan öğrenciler (ki bizim sınıftaki sayımız yüz kırka yakınken yüzden fazlası bursluydu) aylık 250TL ile yurt parasını öder (50TL), öğleyin gerçekten lezzeti ve doyucu tabldotttan yer (ben de ara sıra yerdim ve işte en sevdiğim menü: Sulu Köfte, Pilav ve Komposto; 1,5TL) ve ayda bir kez olsun (takviyeli olanlar belki haftada bir) “Kamber’in Meyhanesi“ne giderlerdi (İşte tam bu noktada aylık devlet burslarının ne kadar bereketli olduğunu anlatabilmek için parantez içinde bir başka noktaya da kısaca değineyim: Hesabını kitabını iyi yapanlar, “Kamber’in Meyhanesi” gitmek yerine ayda bir kez olsun “Kemer Keçi Pazarı”na da giderlermiş. Şimdilerde ne bet kaldı ne de bereket… Bu bölümü özellikle böyle silik yazdım; sadece meraklısı ya da sözünü ettiğim konuya aşina olanlar okusun diye… ) Rahmetli olmuştur diye düşünerek rahmet diliyorum; Kamber kalender biriymiş. Ne yersen ye aynı parayı alırmış, paran yoksa hesaba yazarmış ve de affedermiş. Üniversite talebelerinin hamisiymiş. Daha çok da içilen şarap olurmuş. Muhtemeldir ki şaraplar da “Köpek Öldüren” türündenmiş. Ben bu kapsamda Dimitrokopulo markasını hatırlarım ve işte şimdilerde internette bu markayla ilgili bir yorum:

“…Özellikle Kadıköy’de çok rağbet gören (başka yerde-İzmir Üçkuyular hariç- hiç rast gelmedim; aslını isterseniz Kadıköy’de de yalnızca Yeşil Büfe’de gördüm ama yeni haliyle son Gemi’nin tekel mamülleri satan bölmesinde de tüketiciye sunulmuş) Dimitrakopulo cep yakmayan ve tatlı bir şarap. Tüketici profili, Haldun Taner büstünün bulunduğu duvar şeriti, bu şeritin sahil kısmı ve Bomonti’de demlenen geceperest esrik Kadıköylüler olduğu için, ister istemez Köpeköldüren ile kıyaslanması gerekiyor….”

Tam de sözünü ettiğim yıllara ait. 70 lik şişesinin 3 TL oluşu ve üniversite öğrenci bursunun 250TL oluşu ile içilebilir maliyetli bir talebe şarabı benim değer yargıma göre ki; ben ilk şarapla 1969 da Erzurum’da içli-dışlı olacağım.

Ne diyor Esengül şarkısında “Uzaklarda arama, şimdi sen içimdesin; taht kurmuşsun kalbime en ince yerindesin”

“…Bırakamam seni ben yanımdan gidemezsin / Seviyorsan benimle oturup içeceksin / Uzaklarda aramam çünkü sen içimdesin / Taht kurmuşsun kalbime en güzel yerindesin / Her an seni canımda ruhumda duyuyorum / Aşkınla sarhoşum ben çılgınca seviyorum / Artık anmak istemem ayrılığın adını / Seninle, alabildim mutluluğun tadını / Uzaklarda aramam çünkü sen içimdesin / Taht kurmuşsun kalbime en güzel yerindesin / Ayrılığın yükünü kaldırıp taşıyamam / Dünyaları verseler ben sensiz yaşayamam /…”

… Ve onu dinleyip internette “Köpek Öldüren Şarap” yazınca ilk karşıma çıkan komşularımı aktarayım :

“…Köpeköldüren, ucuz ama alkol etkisi hızlı olan alkollü içkiler ve özellikle şaraplar için genelde kullanılan bir isim olmakla birlikte, özel olarak Marmara Bölgesi’nde Güzel Marmara şarabına Ege Bölgesi’nde de Efes Güneşi (evimizden yüz metre ötedeki Yazgan’ın şaraphanesinde üzümler sıkılır şarap olur ve Efes Güneşi olarak iki litrelik galon şişelerde satılırdı) şarabına verilen isimdir…”

Dediğim gibi “Kamber’in Meyhanesi” benim belleğimde var ama yaşanmış anılarımda yok. Sadece geçiş yapmak ya da üvertür olsun diye ya da arşivde yerini alsın diye yazdım.

2. Menemen Meyhanesi (1967)

Bu bölümde “Özgürlüğün Bedeli“ni anlatmak için sınıf arkadaşım (EZM68) rahmetli Ali Güven Algan’dan söz edeceğim. O kadar çok EZM68 uğurladık ki (bugün Mehmet 42 nci) sonsuzluğa gün geçtikçe son dönemeçteki yalnızlığımızla baş başa kalmanın efkarını atamıyorum. Yine de derlenip toparlanıp bir araya gelemiyoruz…

Çok hızlı kan kaybediyoruz. Yüz otuzu aşkın sayımız vardı. Kimimiz yola başlarken, kimimiz yolda ilerlerken ve kimimiz de yolun sonunu (!) beklemeden yaşama veda ettik. İlk hatırladığım sevgili Şahabettin Türkay‘ın Tire’de dükkanının önünde sandalyesine oturup da sabah çayını içerken kaldırıma çıkan aracın çarpmasıyla vefat edişiydi. Arada pek çok kayıp oldu. Bir de aralardan örnek vereyim. Grubumuzu 25 yıl ilk defa toplayan sevgili Lâtif (Prof.Dr.L.Çağlayan) da elli yaşını göremeden (1995) kanser nedeniyle aramızdan ayrıldı. Ve 2024. Önce Erdoğan, sonra Erol ve üç gün önce de Ümit’le bugün Mehmet. Tüm uğurladığımız dostlara rahmetli selamlarım olsun. Ümit’ten önce yine bu yıl yolcu ettiğimiz Erol’dan biraz söz edeyim; daha önce blogumda yazmıştım; böylesine sosyal biri neden, nasıl yalnızlık içinde öldü ve biz nasıl oldu da o çöküşün farkına varıp elimizi uzatamadık ?(https://www.copcu.com/2024/05/02/yasam-bufesinde-ezm68ey/)

Rahmetli Erol her zaman aile dostumuzdu

“…Tükenmez bir neşe ve hayat kaynağı, Erol… Onun yanında olup da “gülmeyeceğim” diyenin aklından zoru vardır. Öylesini zıpır, öylesine fıkır fıkırdır. Baştan çıkaramıyacağı insan yoktur. Gerek bu şenliği ve gerekse insani tarafları onu her yerde, her zaman aranılan, aşırı sevilen bir tip yapmıştır. Şaka yapmak, bağırıp çağırmak gıdadır onun için. Staj çiftliğindeyken kulaklarda yer eden sesi hâlâ silinmemiştir. Sesi çok güzeldir. Fakat ciddi olarak başladığı bir şarkıyı cıvıtmadan bitirdiği görülmemiştir…(Andaç / 1968 ! Bir yıldır sesi sedası kesilmiş, neşesinden eser kalmamıştı… Meğer hastaymış ve biz göremedik, bilemedik ve elimizi uzatıp elini tutamadan veda etti 30.04.2024);… Çok çok üzgünüm sevgi dolu bir can dostumuzu kaybettiğimize.. O çocuksu heyecan ile yaptığı konuşmaları, muhabbetleri çok özleyeceğiz.. Gülen yüzü ile hatırlayıp anacağız .. Işıklarda uyusun, mekanı cennet olsun.. Tüm sizlerin, sevdiklerinin başı sağ olsun.. (Prof.Dr.Fatoş Kutay / EZM68A.Kutay); …Çok üzüldüm, şok oldum. Çok sevdiğim çok iyi kalpli, güvenilir bir arkadaşımızdı. FKB de yüksek matematikten ikmale kaldığımda yaz boyunca bana matematik çalıştırdı. Onun sayesinde geçebildim o dersten. O nedenle üzerimde çok hakkı vardır. Artık borcumu ona dua okuyarak ödemeye çalışacağım. Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun (EZM68Alev Küner);… Offf.. Üzüldüm..Tekrar onu neşe içinde o tipik gülüşüyle göremeyeceğimiz için. Üzüldüm stajdaki ” deli dana” tavırlarını, evinde saz çalışını, espresso kahve ikramını, o ve ben Almanya’da iken, ” Ersin bana bir kırmızı Käfer – VW- bul” dileğini, ve sonuçta bulduğu arabayı ülkeye getirip, onunla Çeşmeye gidişimizi, bordo bulamacının yaprak üzerine daha küçük damlalar ile yayılmasını konu alan araştırmasını, bir konu seçip o konuda tartışma yapmamızı, iyi bir evlilik yaptıktan sonra ne olduğunu bilmeyişimi, son iki buluşmamızda ( Karşıyaka- Konak) Ersin ara beni de konuşalım talebini, durgun-küskün haline üzüldüğümü…Şimdi ise hem gülümseyip hem ağlamaklı halimi.. Ah be sevgili Erol, eski Erol ile yeni Erol arasındaki farkı anlamada ve sana yardımcı olmadaki başarısızlığımızı affet.. Allah rahmet eylesin, mekanın cennet olsun be kardeşim..(Prof.Dr.E.Ersin Onoğur / EZM68EEO)…

…Ve henüz acısı yüreğimizde sıcak olan sevgili Prof.Dr.Ümit Erdem‘e ait bir görsel paylaşayım:

Her zaman özleyeceğim; sesindeki gücü, yüzündeki gülümsemeyi unutmayacağım ve bir kez daha rahmet diliyorum. Yok aslında birbirimizden farkımız, aynı yolun yolcusuyuz ve hepimiz “Son Dönemeçte Bekliyoruz“> Satu tanjung lagi (https://www.copcu.com/2021/01/10/yasam-bufesinde-son-donemec/)

…Ve “Şaraplı Anılarımın” ilklerinden olan rahmetli Ali Güven Algan (EZM68AGA) dan da söz etmek istiyorum; sadece mezuniyet andaçımızdan oluşturduğum bir görselin eşliğinde:

Staja gidinceye kadar tam bir “Ana Kuzusuydu”; evden okula, okuldan eve, klasik müzik eşliğindeki sakin bir yaşam… Sanki ben farklı mıydım ? Ben de aynıydım; biraz yaramaz olmamın ve ders konusunda inekleşmemin dışında. Mazeret bulmak kolay: Ama bende el mahkumdu. Talebeydim ve evliydim ve hatta babaydım. Tek kurtuluş yolum farklı bir mezuniyetle geniş aile birliğimi yer değiştirmeden sürdürecek bir işe sahip olabilmekti; oldu da…! https://www.copcu.com/2018/02/07/yasam-bufesinde-donemecler-1/; https://www.copcu.com/2021/01/10/yasam-bufesinde-son-donemec/

Beşinci yıla girmek üzereyken altı ay sürecek olan yatılı staj günlerimiz başladı; Menemen’de fakültenin deneme ve uygulama çiftliğinde (1967). Davul zurnayla uğurlandık. Mahrumiyet içinde ikinci staj grubuyduk. Birincisi EZM67 lilerdi. Kalabalıktık. Eksikleri çoktu. Sivrisinekler omurgalı ve azgındı. Çoklukla elektrikler kesilir ve jeneratöre bakan gözü arızalı görevlinin de onarım gücü pek yeterli olmazdı. Daha çok gemici fenerlerine mahkum olurduk. Bu nedenle acil durumlar için gemici fenerleri el altında bir yerde “kutsal emanet” gibi korunurdu. Amerikan barakasından bir kantinimiz vardı. Sınıf arkadaşımız Samsunlu Oktay işletirdi; ben de ara sıra yardımcı olurdum. Çarşamba geceleri sosyal bir etkinlik yapardık. Sesi güzel (kendileri de güzel) hanım arkadaşlarımız koro olarak sahneye çıkar ve o vakitlerde Dede Efendi‘ye yakıştırsam da Itrî’ye ait olduğunu öğrendiğim

“…Ah tut-i mucize guyem, ne desem laf değil / Tut-i mucize guyem, ne desem laf değil / Belli yarim, belli dost / Belli mirim, belli dost / Belli ömrüm, belli dost / Ah çerh ile söyleşemem, ayinesi saf değil / Çerh ile söyleşemem, ayinesi saf değil…”

gibi ağır ve asil (!) şarkıları ciddiyetle terennüm ederlerken sahneye birden bir sarhoş girer ve oynamaya başlar…Şimdi filmi biraz geriye sarayım.

İşte sosyal etkinliğin olduğu böyle bir çarşamba gecesi bir grup öğrenci kutsal emanet gibi korunan gemici fenerini alırlar ve tarlalardan bata çıka Menemen Meyhanesinin yolunu tutarlar (yaklaşık üç kilometre). Bunların içinde rahmetli Ali Kelle ve rahmetli Ali Güven Algan da vardır. Alkolden nefret eden Copcu da gruba katılır. Gruba faydası hesapları tutmak, içenlere mukayyet olmak ve yenilen içileni adil olarak paylaştırmaktır. Keyifli bir gece geçer ve gece yarısına kalmadan dönüş yolculuğu başlar. Staj Çiftliğine geldiklerinde kızlarımız sahnede sözünü ettiğim şarkıyı söylüyorlardı ciddiyetle. Ve gaza gelen EZM68AGA zeybek oynar gibi sahneye çıkıp oynamaya başlayınca kızlarımız şarkıyı kesti ve şu mealdeki sözlerle kantini terk ettiler:

“Bizi anamız, babamız bizi buraya sarhoş oynatmaya göndermedi”

Haksız da sayılmazlardı. Bereket biz EZM68 liler unutmasak da affederiz.

Yıllar yılları kovaladı. Ziraat Yüksek Mühendisi olarak (EZM68MC) mezun oldum. Hemen askere gittim. Son 24 aylık topçu yedek subay (95nci dönem) olarak önce altı ay Polatlı ve sonra da on sekiz ay Erzurum’da keyifli askerlik günlerimiz (MNÜEC) oldu ve işte üçüncü “Şaraplı Anım

Polatlı (30.09.68-31.03.69): Metin (EZM68MÖ), Yıldırım (EZM68YG), ben ve Ersin (EZM68EEO)
Erzurum (01.04.69-30.09.70): Sevgili Mustafa Aydınçelebi ve Yıldırım Gürkaynak (EZM68YG)’ı özlüyorum, özlüyoruz ve sağlıklar diliyoruz.

3. Erzurum Orduevi (Test Turu)

Önce yalnız gittim. Bir süre Arı Oteli’nde kaldım. Sonra yer açıldı ve Tümen Misafirhanesi’ne geçtim. Aynı odayı paylaştığım ve aynı taburda görev yaptığım sevgili Mustafa Aydınçelebi ile tanıştım. Ara sıra Erzurum Orduevi’nde akşam yemeği yedim. İşte onlardan birindeyim ve tek başıma şarapla içli dışlı olmak istiyorum. Kırk yılı aşkın geçen sürenin beyin erozyonlarına takılmıyorsa eğer ısmarladığım otuz beşlik şarabın markasını “Akşam” olarak anımsıyorum. Ancak internette arayınca bu isimli bir şarap göremiyorum. Tokat üretimli şarabın markası ne olursa olsun rengi “gül kurusu”ydu; meğer “rose” deniyormuş. Yemek menüsü çok net: Etli bezelye, Pilav ve Cacık. Şaraptan bir yudum alıp Orduevinden dışarı çıktım ve bir tur atıp döndüm. Bunun anlamı “sarhoş oldum mu acep testi !”. Dediğim gibi o ana kadar alkolden hiç hoşlanmadım; hiç tatmadım ve merak bu deneyimi yaşattı. Şişeyi bitirdim mi, yarım mı bıraktım; bilmiyorum ve …

4.Papazın Şarabı (Testinin Sırrı)

Haziran 1969 da ailemi (NÜE ve rahmetli Annem) alıp Erzurum’a getirdim; trenle 72 saat süren yolculukta, 52 günlük Eray tren kompartımına kurduğumuz salıncaktan düştü. Yetmedi; camını açıp da etrafı seyrettiğimiz seyir halindeki trene sapanla taş atan çocuklar Ümit’in alnını deldi. Tam da Ordugah günlerinde (Eylülde çadırlı topçu atış talimleri, seferberlik hazırlık tatbikatları) babam Erzurum’a gelip anamı alıp İzmir’e götürdü. Gurbet elde iki küçük çocukla tek başına mücadeleyi başarıyla geçen Nezuş daha sonra çok daha güçlü meydan okumalarla baş etmeyi yaşayarak öğrenmiş oldu. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, aynı apartmanda (Gazeteciler Sitesi) komşumuz olan bir başka yedek subayın eşi dostumuz bize “Papazın Şarabı” diye toprak testide bir şarap getirmiş. Rengi en koyusuyla sanki romanlardaki Bordo...Birlikte (MN) içtik ve tadı hâlâ damağımızdadır. “Öyle sarhoş olsam ki, bir daha ayılmasam...” gibiydi mestliğimiz. Bu da “Şaraplı Anılarımızda“yerini aldı. Bundan sonrasında anılarımı doğru bir kronolojik sıra ile veremeyebilirim.

5.Efes Güneşi ve Annem (Allah affeder !)

Bir başımıza kaldığımızda keyiflenmek için alkollü bir içeçecek arayınca seçimimiz çoklukla şarap oldu Enstitü yıllarımda (1970-85). Rakıyı pek sevemedik. Evimize yakın olan Yazgan‘ın ürettiği iki litrelik Efes Güneşi (üzüm çeşidini bilmem ama rengi kırmızıydı) birim maliyeti en düşük şaraptı bizim için. Üstelik sek şaraptan pek fazla tat keyfi almadığımız için Pepsi Kola ile yarı yarıya karıştırıp içerdik (Coca Cola‘ya doksanlı yıllardan sonra Ümit’in işi nedeniyle daha yakın olacağız). Ve 1983 yılı…

Rahmetli Enstitü Müdürüm Dr.Kazım Türkoğlu‘nun öneri ve destekleriyle TÜBİTAK Teşvik Ödülü‘nü alınca (1983) Nezuş mükellef bir kutlama sofrası hazırlamıştı evimizde. Rahmetli babamın bir kadeh (ki çay bardağı idi kadehi) rakısı hazırdı soframızın baş köşesinde her zaman. Biz kolalı şarabı içerken rahmetli anneme de teklif ettik birkaç yudum alsın da kutlamaya katılsın diye. Bizi kırmadı ve “Allah affeder” diyerek birkaç yudum içmişti. Annemin çocuklarının keyifne katılmak ve hatır uğruna aldığı ilk ve son alkol alışına ait bu konunun da “Şaraplı Anılarımda” yer almasını en önemli olgulardan biri olarak özellikle istedim. Ve bir Enstitüde bir kutlama; biraz takdim-tehir olacak hoşgörüle…

6.Şarap Taşları (1402 kurbanı rahmetli Prof.Dr.N.Aktan’ı rahmetle anıyorum)

Enstitüde bir kutlamamız var (Birinci MC Hükümeti ve Tarım Bakanı MSP den Fehim Adak-1974 !). Balkan Ülkeleri Bitki Koruma Konferansı’na ev sahipliği yapıyoruz. Bakanlık Büyük Efes Oteli‘nde bir resepsiyon veriyor (adına kokteyl bile diyemiyorlar) ve ayran ikram ediyor. Biz (Enstitü) neye güveniyorsak Enstitüde bol ikramla, alkolce zengin ve “sempatik ikmal” destekli kokteyl ötesi bir ağırlama gerçekleştiriyoruz. Bu etkinlikteki “Şaraplı Anıma” gelmeden önce birkaç detay bilgi vereyim:

  • Çok şey yapmak istiyoruz da “sosyal kol“da yeterince paramız yok
  • Enstitü dostu rahmetli Fuat Abiden (Önak) yardım alıyoruz.
  • Elanco Firmasının Türkiye temsilcilerine (Dr.Y.Kazım Oran ve rahmetli Yılmaz Sürmeli) gidip borç alıyoruz.
  • Gazlı içecekleri Dr.İ.Serim‘in eşi rahmetli Nejat Serim (Coca Cola Salça Fabrikası Müdürü) gönderiyor.
  • Tam net olmasa da meslektaşım EZM67YS Tuborg Fabrikası müdürüydü; biralarımız geliyor.
  • Ve işte EÜZF nin Gıda Teknolojisi Bölümünün mahzenlerinden bila bedel verilen beyaz şaraplar ki hâlâ gözlerimin önündedir pırlanta gibi parlayan şarap taşları (Tayyar Abi, Dr.Veli Lök gibi 1402 mağduru olan rahmetli Prof.Dr.N.Aktan‘ın sempatisiyle)
  • Tek bir damla bulanıklık yoktu şaraplarda; berraktı. Diplerindeki azıcık tortu ise şarap taşıymış eğer. Şişeyi ters çevirip baş aşağı tuttuğumuzda ağır ağır aşağıya doğru inerken kristaller büyüleyici bir görüntü sergiliyordu.
  • Bu anımla hem şarabın güzelliğine hayran kalışımı ve hem de hocamı rahmetle anışımı kayda geçirmek istedim.

…ve Mayıs 1985 den sonrasında CINOS günlerimden birkaç “Şaraplı Anım

7.Sitem ediyorum (CINOS 1985-2009)

Gerçekten de zaman zaman aklıma takılıyor ve anlamakta güçlük çekiyorum. Ortasıyla üstüyle CINOS (2) ‘un konuğum olan yerli (TA,TE,TÖ plus) yabancı (Dr.T.Hoppe, X.Ledru, Doç.Dr.M.Hlucy, Dr.P.Newton, Dr.Ruegg, Mr.Kroto, GL.Fusco) hepsi uzman ve yönetici (!) konuğum şarabı tercih etti Nezuş’un zengin menülü özgün Çeşme sofralarımızda. Ancak hiçbiri gelirken bi şişe şarap getirmedi. İlginç ! Çünkü hemen hepsi yabancı bir kültür içinde gelişerek kariyer basamaklarını çıkıyorlardı. Pek çok kültürde adettendir akşam yemeğine gidilen eve bir şişe şarap (veya çiçek ki kır evimize ve kendisi de şarapseverken çiçekten daha çok bir şişe şanına yakışır şarap en anlamlısı olurdu); heyhat ve “vermeyince Mabut neylesin Mahmut”. Öyle olunca da sıradanlaşan özel konuklara ikramım Doluca’nın Villa’sı veya Kavaklıdere’nin Çankaya ve Angora gibi üst segmentte olmayan şarapları oldu.

Global birleşme ve yeniden yapılanmanın müjdesi geldiğinde Çeşme’de konuğumuz Dr.J.Ruegg’di; kadehlerimizde şampanyavari köpüklü beyaz şarap vardı.
Alaşehir-Sarıgöl Bağlarında Sultana Projesi’nin alt yapısını hazırlarken yorulan bedenler Çeşme Bahçeleri’nde Çankaya keyfi ile dinlenebiliyordu; sağdaki Bay Ledru daha sonra beni İsviçre’deki evinde ağırladı

Buna karşılık kimi zaman sadece kendi keyfim için bile Sevilen’in Centum’u oldu seçimlerim. Bu yaklaşım böyle başa ve böyle traş ahengi midir ?

“… Centum (2022 / ~400TL) : Denizli’nin Güney ilçesi Aşağıçeşme bağlarının Syrah üzümlerinden yapılmış, 14 ay Fransız meşe fıçılarda, 14 ay ise şişe mahzeninde olgunlaştırılmıştır. İsmini, eskiden bu köyde bulunan 100 asmalık bağdan almıştır. Mor röfleli koyu yakut renginde. Burunda kuru et, kuru meyve ve tatlı baharat bukeleri ön planda. Damakta olgun, zengin, dengeli ve kalıcı. Rafine tanenlere sahip, güçlü ama zarif bir kırmızı. 3-5 yıl içerisinde kırmızı etlerle beraber denenmeli. Servis öncesinde mutlaka karafa alınarak havalandırılmalı. Kısıtlı filitrasyon uygulandığı için tortu oluşması doğaldır…”

Şurası da bir gerçek ki; gençlik günlerimde ikinci ve hatta üçüncü sınıf şarap kulvarında yer alarak yola çıkan Yazgan, Şanver ve Sevilen gibi bana komşu şarap firmaları daha sonraları, ikinci neslin yönetiminde Kavaklıdere ve Doluca gibi popüler firmalarla yarışır ürünleri yarattılar. Bu arada ülkemdeki siyasi otoritenin malum tutumu nedeniyle her tür destekten uzak olmak bir yana yüksek vergilerle gelişmelerine adeta köstek olunan koşullara rağmen Beşikçioğlu‘nun mirasına sahip olan LA gibi, Suğla gibi, Yanık Ülke gibi yerelin özellik ve güzelliklerini yansıtan (bence “Butik Güzelliğindeki” firmaların şarapları da raflarda yerini alınca seçimlerim zenginleşiyor gün geçtikçe. Yine de ben bana ait “Şaraplı Anılar” yaratan öykülerimden biri olan Sevilen‘den söz açılmışken bir başka ve çok özel “Şaraplı Anı“mı paylaşayım.

8.İsabey Bağevi (Kanadalı Profesör Hekim)

Daha sonra “COPCU’s Tekniği” olarak literatüre geçecek olan meme küçültme operasyonunu geliştirme amacıyla bir süre Kanada’ya giden oğlum Eray ( https://www.facebook.com/MemeveESTetikCerrahi?ref=embed_page) (1) daha sonra hocası Prof.Mouferag‘ı (adı tam doğru yazmıyor olabilirim) ülkemize davet eder. Konuğumuz konu uzmanıdır (önolog /’oenologue‘) ve biz de Menderes-Sevilen-İsabey Bağ Evi’nde konuğumuzu ağırlamak için “Güner Ailesinin Genç Uzmanından” özel bir program izni ve desteği aldık. Fabrikadan başladı ailecek gezimiz ve Fransız mutfağını yansıtan bağevinde gerçekten özel bir sunum yaşadık Bay Güner’le birlikte. Unutamadığım kritik karar anı şu oldu.

  • Kanadalı hekimden önce de sonra da biz İsabey Bağ Evi‘ni her şeyiyle (öncelikle mutfağı, şarapları ve gülen yüzlerle sunumlarını) çok sevdik ve fırsat buldukça kendimizi özel konuk kılıp gittik. Hatta torunum sevgili Barış‘ı Hollanda’ya yolcu etmemizin veda yemeğini bu ambiansta haz duyarak yaptık.
  • Normalde beyaz, rose ve kırmızı olarak gittikçe güçlenen yapıların hiyerarşik sıra ile sunulması adettendir şarap odaklı uzun süren akşam yemeği serenomisinde. Ancak öyle olmadı;
  • Bay Güner bir açıklamada bulunarak önce rose (pembe) şarabı ikram etti. Çünkü
  • İkinci sırada sunduğu beyaz şarap (sanırım Chardony idi) öylesine güçlü bir aromaya sahipti ki bundan sonra rose gelseydi tatsız, tuzsuz bir tatsızlık olurdu (olurmuş) damakta
  • …tıpkı Şengün’ün ikramında Syrah’dan sonra içilen beyaz Osmancık gibi). Doğru sırada içseydik belki de Osmancık çeşidinin şarabını daha iyi özümseyecektik. Ben bu tadımda Osmancık’a ayıp ettim bence,

“…Denilen o ki, bundan yaklaşık 60 yıl önce belki daha fazla Osmancık Askerlik Şubesinde vatani görevini yapan bir asker, terhis olurken, şubenin bahçesinde bulunan üzüm bağından aldığı fideleri Aydın’ın Kuşadası ilçesine bağlı Kirazlı köyüne götürmüş ve orada yetiştirerek çoğalmasını sağlamış. Sofralık ve şaraplık olarak yetişen üzümler böylece o bölgeye yayılmış. Yıllardır sofralık üzüm olarak tüketilen ”Osmancık” üzümünün dünyada sadece Kirazlı’da ve komşusu Gökçealan Köyü (Şengün’ün Bağı bu yörede) ’nde kaldığı Ege üniversitesi Bahçe Bitkileri Bölümü’nce tespit edilmiş ve bir koruma projesi hazırlanmaya başlanmış. Edindiğimiz bilgilere göre Selçuk Belediyesi, üzüm ile ilgili Coğrafi İşaret ve Geleneksel Ürün Adı başvurusunu 3 Mart 2020 tarihinde yaptı ve geçtiğimiz günlerde coğrafi işaretini aldığı, Gökçealan Osmancık Üzüm Şenliğinde bildirildi..”

ve 2024 de Şengün’ün favorisi ; veda ederken verdiği Osmancık ve Syrah’ı keyfimin “şimdi; tam zamanı” diyeceği yer ve zamanda kızarmış ekmek ve kaşar (gravyer) peyniri eşliğinde yudumlayıp hak ettiği tadına erişeceğime inanıyorum ve Şengün’e emeği ve niyeti için mutlaka özellikle teşekkür edeceğim.

…eli boş gelen CINOS’lu konuklara sitem için kronolojik sırada sapma gösterip de öne geçen (ormandaki yangında ilk çıkan olmak için öne geçen bitin dediği gibi “ben sizin bildiğiniz bitlerden değilim“) İsabey Bağ Evi’deki Centum‘u bir kenara bırakıp filmi 1994 yılı Mart ayına geriye sarıp, Budapeşte‘ye döneyim. Hatta bunu bir sonraya erteleyip daha da geriye gideyim 1986 Eylül-Ekim ayında Les Barges‘da geçen iki haftalık ilk özel sektöre eğitim yolculuğumun gecelerini süsleyen şarap mahzenlerindeki “Şarapsız Anılarıma” değineyim.

9.Şarap Evlerindeki Şarapsız Anılarım (Eylül-Ekim 1986 / İsviçre)

Onbeş yılı aşkın devlet memurluğu sonrası özel sektörde (CINOS’un ilk evresi: Cİba-Geigy) ikinci yılımdı. Aplikasyon Teknikleri Eğitimi için seçilmiştim. Meslektaşım ve iş arkadaşım sevgili Dr.Ünal Doğanay ile birlikte İsviçre’nin Montey‘inde Les Barges uygulama çiftliğinde on altı günlük öğrenme yolcuğunda belleğime kazıdıklarım on altı yıllık Enstitü yıllarımdan daha fazla iz bırakmıştı. Ev sahiplerimiz bizi hemen her akşam komşu çiftliklerdeki fondüye götürdüler akşam yemeği ikramı olarak. Daha çok peynir fondü (ki bizim döner gibi ateşte kızarıp yağları akan İsviçre (kaşardan çok gravyere benzeyen) peynirlerin etrafa yaydığı ağır koku hiç de bana göre değildi. yemeğimdı sanı, markası olmasa da her bağ üreticisinin şarabı bir diğerinden lezizmiş (!!!). “…miş” diyorum; çünkü hüzünlü bir ayrılışla Nezuş’u evde dört erkekle (ikisi ergen, biri çocuk, diğeri yarı felçli gibi bakıma muhtaç yaşlı) evde tek başına bırakıp da yurt dışına gitmiş olmak bana hiç de adil gelmemişti ve kendime söz vermiştim: “Bir yudum alkol almayacağım”. Öyle de yaptım.

10.Budapeşte (03.1994) ve Tokaji

Ülkesel krizin (5 Nisan kararları) şiddetlenen öncüllerinin etkisi altında Ocak ayında seçilmiş bayileriParis-Londra turuna çıkardıktan sonra yine bir IPM Toplantısı için Budapeşte’ye gittim. Bir yıl önce İspanya-Alicante’de ülkem adına bağı (üzümü) seçerek “IPM (Entegre Tarımsal Savaşım)” sunumu yapmış ve son slayt olarak da “becerdiği tavuğu bir kenarda bırakıp pilicin peşinden koşturan horoz” ile fantezi ile uğraşırken acıtan gerçeği unutmamak gerektiğini vurgulamıştım ki; henüz satış sorumluğum oluşmamıştı (https://www.copcu.com/2016/02/01/yasam-bufesinde-alicante-horozu-2/)

“Yeni işlerin peşine düşerken mevcut müşterilerimizi her zaman tatmin ederiz” ki bunun ne kadar önemli olduğunu on yıl sonra Syngiller Macaristan Ülke Müdürü “power points don’t sale the products” diyerek pazarlamanın sunumlarını eleştirip “bekara karı boşamak kolay herkes kendi işine baksın” diyecekti. Yunus da bana “1998” yılında Mersin’de…

Her neyse Budapeşte’deki toplantının çevre gezisi anlamındaki gece turunda tepedeki bir büyük şarap firmasının mahzenine davet ettiler hepimizi elimize birer dağ treni bileti vererek (!!). Mükemmel bir yerdi. Uzuuuun bir tahta masanın etrafında sıralandık. Önümüzde kanepeler (üzerleri peynirlik ekmek parçaları) ve toprak testi gibi ağzı geniş kaplar. Adamın biri elinde şarap şişesiyle yüksekçe bir platform üstünden anlatmaya başladı ardışık şarap çeşitlerini. Her anlattığı şaraptan küçük kadehlerle ikram etti etrafımıda pervane olan hizmetliler. Konuyu bilen ve alma niyeti güçlü olanlar kadehteki şaraptan sadece bir yudum alıp kalanını önündeki toprak kabın içine döktü. Sonra bir yudum su alıp ağzını gargara yaptı. Ben kıyamadım dökmeye ve kadehtekinin hepsini içtim. Bilmem kaçıncı örnekten sonra bende damak tadının ayırt edici bir özelliği kalmadı. Ne var ki; gerçekten de hepsi birbirinden güzeldi. Gece yarısına doğru ayrılırken, hafif (belki de ortadan yukarda) çakır keyifli halimle sadece küçük bir şişe Tokaji şarabı satın aldım (https://en.wikipedia.org/wiki/Tokaji)

“…Tokaji ( Macarca : Tokaj Macarca telaffuzu: [ˈtokɒji] ) veya Tokay, Macaristan’daki Tokaj şarap bölgesinden (ayrıca Tokaj-Hegyalja şarap bölgesi veya Tokaj-Hegyalja ) veya Slovakya’daki bitişik Tokaj şarap bölgesinden elde edilen şarapların adıdır . Bu bölge, asil çürümeden (Botrytis cinerea) etkilenen üzümlerden yapılan tatlı şaraplarıyla  ünlüdür ; bu şarap türü, bu bölgede uzun bir geçmişe sahiptir. Tokaj üzümlerinden elde edilen “nektar” , Macaristan’ın milli marşında da anılır .

ve ilginçtir 34 yıl sonra geçen gün mantarını ancak parçalayarak açabildiğim şarabı içtiğimde bozulmamıştı; sadece vermut kadar tatlıydı (belki ilk yılında da aynı tatlılık derecesindeydi bilmiyorum)

11.Nevşehirli Memduh Özdemir ve Kocabağ Şarapları (Eylül 1998)

Global birleşme oldu ve Basel’ın komşu iki tarihi kimya firması (Cigiller ve Sagiller) aralarındaki ezeli rekabete son verip Nogiller oldular. Benim de satış sorumluluğum bitti; pazarlamadaki ilk görevime başladım: MDM-DC (Pazar geliştirme Müdürü-Fungisitler). Ancak SSTC (Satış Becerilerini Geliştirme Eğitimi)’i elimden bırakmadım ve Nevşehi’de Dedeman Oteli’nde iki kanattan gelen meslektaşlarımı öğrenme yolculuğuna aldım. Pazar akşamı başlayan ve Perşembe günü öğleden sonra sertifika dağıtımı ile sonlanan beş günlük beraberliğin son akşam yemeğine (Gala Yemeği) otoritenin (genel müdür) katılması adettendir. Öğle de oldu. Genel müdür Ayet bey katıldı. Ancak bir gün daha erken geldi. Bu erkencilik bir sürprizdi. Biz de hazırlıklı değildik özel bir ağırlama için. Hemen bir program yaptık. Önceden tanıdığım ve Niğde-Nevşehir hattındaki patates çalışmalarım sırasında (Maxer Project) ürünleri ve ikramlarına yakın olduğum Kocabağ Şaraplarının sahibi sevgili Memduh Özdemir bize şarap evini açtı. Hava soğuktu. Şömine yaktı. Barbaros şehirden ekmek, peynir alıp geldi. Sevgili Memduh bize gerçek bir “Şarap Hiyerarşisi” içinde sunum yaptı, ikram etti ve öylesine geçirdiğimiz gece sonunda bireysel olarak satın aldığımız birkaç şişe şarap bedeli dışında tek kuruş almadı. Ne kadar mutlu olmuştuk. Daha sonra uzaktan da olsa kargo yoluyla uzun süre Kocabağ Şarapları soframızdan eksik olmadı (bir süre Metro’dan aldık).

…Ve Şengün’ün Bağı (24.09.2024)

12.Şengün’ün Bağı (Osmancık ile tanışma)

Yazıma girişte yazdığım gibi “Yaşam Gölünün karşı kıyısı görünürken, yaşlarımız seksen civarında kemalden ötesine bile ermişken, son dönemeçte kadere isyansız ve şimdilik çok şükür ekstra kederlerden uzak sıramızı beklerken çok zorladım EZM68 liler olarak buluşalım” diye. Olmadı. Olan da açıkçası yetmedi. Yüze yakın kişiden yedi aile beraberlik yoluna çıkmaya karar verdi. Paralar ödendi. Bereket iptal sigortalarını da yaptırmıştım. Çok geçmedi; fireler artarda gelmeye başladı. Ben bu oteli çok iyidir diye seçmedim; fiyatı benzerlerinden yarıdan fazla daha ucuzdu ve böyle olunca katılım artar diye düşünmüştüm. Olmadı. Otelin kapısında buluştuğumuzda üç aile kalmıştık. Biri daha gitti ve “sen ben bizim oğlan kaldık iki aile“. Eminim ki biri Sait’e “seç bir sınıf arkadaşını” deseydi beni seçmezdi. Kader böyle yazmıştı ve hiçbir pişmanlığım olmadı bu beraberlikten. Seçtiğim otel en iyisi miydi ? Hayır. Ucuzluktu seçim kriterim ki katılım çok olsun. Benzerlerinin yarı fiyatıydı, HD konseptiyle konaklama için. Daha önce de yazdım; Çeşme’de sahip olduğum güzellikler ve onları yaşamak için kolaylıklar varken sadece otel yaşamı için ve benim için gitmeye değmezdi. Evimden iki adım ötedeki Aktur’un sahildeki bantında, dalgaların sesiyle Sakız Adasına bakarak gün batımını izlemek Adakule’nin keyfinden yüz kat daha doyumluydu. Bundan sonra EZM68 den böylesi konaklamalı bir buluşma etkinliği çıkar mı ? Sanmıyorum. Çünkü hem hareketlerimiz gün geçtikçe kısıtlanıyor; hem işin parasal boyutu emeklileri zorluyor hem de eylemsizlik baskınlaşınca “hadi gidelim” diyecek, kontağı çalıştıracak karar anları zorlaşıyor. Ne diyelim; her şey nasip meselesi ve yüreğimden dilime dökülen birkaç şarkı sözcüğünün belli belirsiz mırıldanmaları beni sarıyor:

  • Yaklaşıyor gün be gün ömrümüz son mevsime…
  • Ömrün şu geçen neşvesi tam olsun erenler… Müzeyyen Senar / https://www.youtube.com/watch?v=75dxl9WIchg
  • Baka kalırım giden geminin ardından, atamam kendimi denize dünya güzel… Ezginin Günlüğü / Ayrılış: https://www.facebook.com/grupihtiyari/videos/927730061934890/

Sözün özü; Kamber’in Meyhanesi (1963-68)’den Şengün’ün Bağı (24.09.2024)a uzanan yarım asrı aşkın yılda “Şaraplı Anılarımı” özellikle yabancı konuklarıma anlattığım bilinen bir fıkra ile bitirmek istiyorum. Bundan önce;

  • Öncelikle; Kırmızı mı beyaz mı ? Hangisi ne zaman ? gibi soruların bence hep söylendiği gibi balıksa etse yemek ya da “soğuk mu sıcak mı ?” sorularının beyaz ya da kırmızıya bağlılığı gibi sorular ve açıklamalar bana hiç anlamlı gelmiyor…Ben o anda ruhumun talep ettiği şarabı yudumluyorum.
  • Çoklukla beyaz bana şarap gibi gelmiyor, gazoz gibi geliyor dersem “füme blanc“ın güzelliğine olan hayranlığımla ters köşeye düşerim. Yine de tercihim kırmızıdır ve
  • Ben damağımda buruk bir tat bırakan tanen oranı yüksek, gövdesi sağlam Fransızların monosepaj ve kupajlarını yeğlerim tek başıma içiyorsam.
  • Kuşkusuz markaların aralarındaki farklar ve hatta aynı marka içindeki aynı çeşitlerin farklılıkları (tıpkı araçlarda olduğu gibi) önemli ise de ben kişisel olarak üzüm çeşidine ve üzümün yetiştirildiği yer ile şaraba dönüştüğü yer arasındaki yakınlığa (fazla taşınmamasına) bakıyorum şimdilerde…
  • Kuşkusuz yılların etkisi de önemli ama hangi yılın hangi çeşide, hangi yörede avantajlar sağladığına ait bilgilerim (ve buna ayıracak ilgim) olmadığı için buna takılmıyorum
  • Yine de; 3 Fransızla 3 Türk’ü kıyaslamak daha doğrusu benzeştirmek istiyorum:
    • Fransızlar: Cabaernet Savugnion, Merlot ve Pinot Noir (Çam Karası)
    • Yerliler : Öküzgözü, Boğazkere, Kalecik Karası
  • Neden bunları yazdım ? CINOS’un özellikle üçüncü evresinde genç CEO (TA) ile yabancı konuk ağırlama yemeklerinde TA yerli çeşitlerimize ait şarapların monosepaj ve kupajlarını seçerken, ben Fransızların ilk ikisine ait şarapları yeğlerdim.
  • Neden ilk ikisi ve neden Pinot Noir benim listemde yer almadı bugüne kadar ? Bu sorunun yanıtını Mart 2018 de kitaplığıma giren ve bu ay (Eylül 2024) tekrar elime düşen “Carmine Gallo’nun Hikaye Anlatıcısının Sırrı” isimli kitabının 278 nci sayfasındaki “Fransız Paradoksu” açıklamasıyla vermeye çalışayım.
Fransız Paradoksu: “Fransız peynirleri çok yağlı ve Fransızlar bunlardan çok miktarda yiyor, kişi başına yılda 20 kg kadar. Aslında Fransızlar Amerikalılardan yüzde 60 daha fazla peynir tüketiyor. Ayrıca tükettikleri etler de daha yağlı, daha kolesterollü. Peki, o halde neden Amerikalılar Fransızlara kıyasla daha fazla kalp hastalığına yakalanıyor ? Öyküler ve filmler bu sorunun yanıtını şaraba çevirip şarap üretiminin artışına etkili oluyorlar. Bu artışta Cabernet ve Merlot üzüm çeşitleri bağları hızla artarken Pinot Noir pek fazla artmıyor. Ben bunu ülkemde bir süreler yok olma düzeyinde unutulmuş olan (!) bizim Kalecik Karası‘nın Öküzgözü ve Boğazkere karşısındaki durumuna benzetiyorum. Bir filmin (Sideway) 60 saniyelik bir veranda sahnesindeki sözler Pinot Noir’un çeşide özgü duyarlı üretim ve tüketim özelliklerinden doğan makus talihini yenmesine yardımcı oluyor ve Pinot Noir de da hızla artmaya başlıyor.

ve nihayet fıkra ile kapanışa geldi zaman: İster Sakız’a bakarak gün batımını izlemek ve yanıda çerez olsun; ister Çeştur-Şifne’de tereyağlı karides gibi ağırca olsun menü hemen henüz herhangi bir yerime dokunmadığı için, hâlâ her zaman kırmızıdır tercihim… Ve işte Temel’in yaşadığı ve tercihini değiştirmesine neden olan fıkra:

“…Temel bardan içeri girer ve barmene seslenir: “Hey, barmen bana şarap ver, kırmızı olsun”. Keyifle kadehteki kırmızı şarabı yudumlar ve beğenerek hızla içer. Bir kadeh daha ister. İstekleri sürer ve gece yarısına az kala, bar kapanmadan önce son kadehini içip bardan çıktığında iyice sarhoş olmuştur Temel. Ayakta duramaz. Biraz ilerde sendeleyip düşer ve duvarın dibinde sızar. Yoldan geçmekte olan bir gariban (!) yerde yatan adamı görür ve onu becerir. Temel ertesi gün yine bara gelir ve barmene seslenir: “Hey, barmen bana şarap ver, ama kırmızı olmasın, beyaz olsun; kırmızı kıçıma dokunuyor” der…”

ve bir kez daha son söz olsun; şarap mayalı bir içkidir. Alkolü yüksek olmasa da Temel gibi becerilmeden de kimilerinin kıçına dokunabilir. Dikkatli olmakta fayda var. Bir zamanlar yollarda bir slogan vardı: “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” yazıları dikkat çekerdi. Şimdi öyle akıl almaz, haince, soysuzca, arsızca kötülükler var ki hemen her şaraplı anının başlangıcında “Satmışım anasını ben bu dünyanın…” sözleriyle kalkıyor kadehler… Bugün alkol bunca soysuz hainliklerin yanında çok masum kalıyor ve üstelik alkolsüz bakışla onca hainliğe katlanmak daha bir zor geliyor bana…

Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü


(1) : https://www.facebook.com/MemeveESTetikCerrahi?ref=embed_page): “…MEST Meme ve ESTetik Cerrahi is in Manila, Philippines: Önce gerçekten çok çalışıyorsunuz ve bir fikri uygulanabilir bir teknik haline getiriyorsunuz ve bunu hakemli ve prestijli bir dergide yayınlıyorsunuz. Sonra sizi evinizden 10000 km uzakta bunu öğrenmek için davet ediyorlar. Sevdiklerinizi, işinizi geride bırakıp günlerce süren uzun yolculuğa çıkıyorsunuz. İnsanlar sizi dinlemek için geliyorlar hatta salon tamamen doluyor yer bulamıyorlar Anlatıyorsunuz, belgeliyorsunuz. Ama en güzeli benzer konuyu anlatan değerli bilim insanları sunularinda sizin yankılarınızı kullanarak sizin yaptıklarınızı başkalarına anlatıyorlar ki o zaman doğru yolda olduğunuza inanıyorsunuz. Mutlaka sevdiklerinle geçirebilecek güzel zamanları, kazanılabilir maddi değerleri geride bırakmış oluyorsunuz ama bilime bir şeyler katabilmenin, başkalarının aklında yer alıp referans olabilmenin mutluluğu ve gururu insanı birazcık daha pişiriyor bu yaşamda..MEST “ULAŞILABİLİR GÜZELLİK VE TEDAVI #mestestetik#eraycopcu#bslrest#csnturkey#gcatacademy#disera#adinizer#arat#mest

(2) CINOS: Ciba (1985-1997) > Novartis (1997-2001) > Syngenta (2001-2009 da geçen 24 yılım

(3) İğneli Fıçı değil Sihirli Fıçı: Hızlı ve duyarlı katkın, düzeltmen için teşekkürler Mehmet (EZM68MYÖ) ve işte WhatsApp mesajı Mehmet’in

“…Sevgili Mustafa,
Yaşam Büfesinde “Şaraplı Anılar”ı ve geçen yılları, hatıraları ne güzel anlatıyorsun. Hafızana ve kalemine hayranım, önemli ve çok büyük bir meziyet. Bu anılarda “Kamberin Meyhanesi”nden bahsettiğin satırlarda “İğneli Fıçı” ismi de geçiyor. Çok nezih bir lokanta idi,orada Ülkü ile yemek yerken dinlediğimiz Adamo’nun hit şarkısı “Her Yerde Kar Var” hâlâ kulaklarımdadır.
Canım arkadaşım, bunları niye anlattım: Haddim olmayarak anılarında adı geçen lokantanın adında bir düzeltme yapmak istememdir. Sehven “İğneli Fıçı” denen yerin adı “Sihirli Fıçı” idi.
Şu an birden aklıma ne geldi? Acaba “İğneli Fıçı” takma adımıydı? Sen de nazire mi yapmıştın. Hay Allah. Her neyse artık… Çok çok selâm ve sevgiler değerli arkadaşım… / Bu kadar mı güzel olabilir bir geribildirim. Sağol Mehmet.