Yaşam Büfesinde “Hendek ve Deve”

“….Dünyada tüm insanların ihtiyacına yetecek kadar, ancak tek bir insanın bile açgözlülüğüne yetmeyecek kadar çok kaynak vardır…Ay ve güneş herkesin lambasıdır. Hava herkesin havasıdır. Su herkesin suyudur. Ekmek…neden herkesin ekmeği değildir…Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir… Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler / Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus ! dediler / Künyeni almak için partiye ettim telefon / Bizdeki kayda göre, o şimdi mebus dediler…

Dünden öğrenip bugünü yaşarken yarınlar için artan umutlarımız (C13Plus; 21.03.2018)

Merhaba

Yazımın girişindeki dört renkli tümceler birer düşünürden ödünç alınmıştır. İlki Gandhi’ye aittir. Çok haklı. Bugün hemen herkes ihtiyacının ötesinde açgözlülüğün adeta birer örneğidir. Aksırmak, tıksırmak bile doymaz iştahlarını durdurmaya yetmiyor. Birkaç yıl önce “Su Terazisi” isimli kitapta aklıma takılı bir sınır değeri vardı. İki Finlandiyalı akademisyen yazar bir soru soruyorlardı. Bu soruyu ülkelerin “Mutluluk ve Eşitsizlik Değerleri“ni anlaşılır kılmaya çalışırken ortaya koyuyorlardı: “Bir hırsızı, bir soyguncuyu, bir haini doyuma ulaştıracak ortalama dolar düzeyi nedir ?” benzeri bir soruydu. Vardıkları yargı ise “on milyon dolar yeter” idi. Heyhat ! Bugün daha nice üst değerlerde (buna değer demek ne kadar doğru ?), yüzleri aşan milyonlarda ve hatta söylentilere göre sekizyüz milyar doların %25 i gibi uçuk kaçık varlıkları gözlerini doyurmuyor. Akıl alır gibi değil. Aman bizden uzak dursunlar (demem de sadece bir avuntu). Çeşme, fırtınasıyla, yağmurla karışık tozu toprağı ile bile bir başka güzel. Hafta sonumuz daha bir güzeldi. Nasıl başladı, nasıl gelişti ve bize (Musto&Nezuş İkilisi) hangi hazları bırakarak gün yeni bir haftaya başlıyor ?

Beş gün önce “C13” ün “En küçük Copcusu” olmakla öğünen ve bunu hiç bir koşulda bir başkasına bırakmak istemeyen “ABİDE” mizin “Duru”su altı yaşını doldurdu. Copcu ve Varol Aileleri olarak tam kadroyla kutladık. Ardından ayak ağrısı, aşık kemiği şişmesi gibi süreklilik gösteren rahatsızlıkları bile unutup Copcu çoğunluğu olarak Mavibahçe-Adabeyi’inde kutlamayı sürdürdük. Ertesi sabah erkenden Çeşme’ye doğru yola çıktık. Zenginleştirilmiş kahvaltı soframızı hazırlayıp KIDZ Dörtlüsünü beklemeye başladık. Keyifli bir kahvaltının hazzını yaşadık. Günün geri kalan kısmında Alaçatı Pazarına gitmek ve şöminede “ID” nin isteklerine göre odun ateşinde tavuk kanadı ile akşam yemeğimiz şenlendi. Yedi yaşına basmanın verdiği ek güçle limon ağacına tırmanan Duru’nun hasadını izledik. Şükür ve şükranla  “MIND Dörtlüsü” olarak gecenin ilerleyen saatlerinde heyecanlarımız yükseldi. Duru’nun yükselen ateşini düşürmek için soğuk su kompresini yaparken neşesi hiç eksilmedi. İrem de gerçek bir ablalık desteği ile sürecin korkularını giderdi. Yaş yetmişi aşınca böylesi küçük korkular bile bize yetiyor. Anılar depreşiyor. Kırksekiz yıl önceydi (Erzurum 1970). Eray’ın birinci yaş gününü kutlayacağız. Askeri lojmanlarda kalıyoruz. Hava soğuk. Kış (Nisan bile kış) sert. Eray ateşlendi. Sevinçler korkularla iç içe. Siyah beyaz bir fotoğraf hâla gözümün önünde, belleğimde. Ve şimdi Çeşme’de Duru’nun ateşlenmesi. Sezonların ortak alanında (sıcak, soğuk ardışık) sağlığı korumak biraz zor; küçük hataları affetmiyor. Her şeye karşın binlerce şükür; daha ne ister insan. Yazımın girişindeki alıntılar neden ve nereden çıktı ?

Cuma günüydü. EgePark’tan çıktım. Flamingo sitesine doğru yürümeye başladım. Baktım yerde bir kitap. Yeni alınmış belli. Henüz okunmamış; sayfaları hiç açılmamış. Görünüşe göre birisi düşürmüş. Okuduğumda şöyle bir kanı da oluştu: Birisi hediye etmiş; ama içeriğini beğenmemiş ve atmış. Böyle yaptıysa kitaba ayıp etmiş olur. Ben 2017 Kuşadası buluşmamızın gala gecesinde, sohbetten sonra İzmirligillerin hepimize verdiği “ekstrem kitapları” bile saklıyorum. Onları okur muyum ? Okumam. Ancak hiçbir kitabı atamam. En azından o kitaplara iliştikçe gözüm “dokuz noktayla sınırları aşan; altı çubukla eşkenar üçgenleri çoğaltarak boyut değiştiren ” örneklerini öğretici olarak hep anımsarım. Her neyse ! Yolda bulup aldığım kitap yüz sayfalık bir cep kitapçığı gibiydi. Yazarı Hüseyin Gündüz Öklem‘i benden sekiz yaş küçük olsa da İzmir doğumlu oluşu ve Ege Üniversitesi mezunu Kimya Mühendisi oluşu (1975) ve mesleğinin ilk yıllarında (1978) ABD de Mühendislik Ekonomisi yüksek lisansı yapması nedeniyle sevdim (https://tr.linkedin.com/in/h%C3%BCseyin-g%C3%BCnd%C3%BCz-%C3%B6klem-154b7110). Eve gelinceye kadar kitabın yarısını okudum. Anlatımları sırasında İzmir Atatürk Lisesinden sınıf arkadaşım ve EÜZF den meslektaşım sevgili dostum Prof.Dr.Mustafa Kaymakçı’dan söz ediyor olması da okurken beni kendine yakınlaştırdı. Kitabın 61 nci sayfasında “…Köy Enstitüleri denen mucize eğer devam edebilseydi bugün inanılmaz ölçütlerde…” cümlesi bile bana yetti kitabı hevesle okumayı sürdürmeye… Ne var ki; ilk anda görüşlerinin tam karşısında yer alıyorum gibi gördüm kendimi. Çünkü onun düşünce tarzını fazla ütopik buldu aklım. Yaklaşımını sevdi ama kabullenmekte zorlandı. Verdiği şu örnek üzerinde düşünceye dalıp gittim (tam şu anda yazdıklarım kaybolmasın diye “kaydet”e basmak isterken “yayımla”maya bastım ve yazım yarım yamalak iken yayımlanıverdi. Oldu bir kere ! Hoş görüle):

“…Açık denizde seyreden bir yolcu gemisi düşünelim. İçinde yüzlerce yolcusu var. Birinci kaptan kalp krizi; ikinci kaptan da bir kaza sonucu ölüyor. Bu arada şiddetli bir fırtına çıkıyor. Gemi sahipsiz kalıyor. Siz bu geminin  yolcularından birisisiniz ve amatör kaptanlık belgeniz var. Ayrıca kısa bir süre de körfez vapurlarında kaptanlık yapan oğlunuzun yanında epeyce durmuşsunuz ve emekliliğinizde az da olsa kaptanlık bilgisi edinmişsiniz. Bunları yolculara anlatıp geminin dümeninde durmayı öneriyorsunuz. Ancak yolcular seçim yapılmasını ve çoğunluğun kararına göre geçici kaptan seçilmesini istiyor. Seçim sonucunda hayatında deniz yüzü görmemiş emekli hava binbaşı olan rakibiniz yüz puan gibi açık bir farkla geçici kaptanlığa seçiliyor. Ayrıca bu seçimi bir onur sorunu yaptığı için sizin yardım önerinizi de kabul etmiyor. Siz deneyimlerinize göre bu fırtınada geminin batma olasılığının çok yüksek olduğunu görüyorsunuz. Ne yaparsınız ?…” Belki de bu anlatım rolleri değiştirilmiş gerçek bir yaşam öyküsünden sonra partisizliği savunan ve particilik dışına itilmiş olmanın bir kuyruk acısıdır ütopik çerçeveye dönüş için. Öyle de olsa ilk algılarım değişmez. Öyle olmasa da yakınlaşma oluşmaz bundan öteye.

Aklımın kıvrımlarında yerleşik inançlarımla çatışan Bay Öklem’in düşünceleri ile yüreğimi ısıtan Duru’nun bizi birleştiren karelerinin hazzı iç içe giriyor ve montaj filmime bir fon müziği arıyor. Önce “Gül Pembe“yi seçtim. Sözcüklerini sevmedim. “Bugün bayram çocuklar“ı seçmek isterken birden “İşte hendek işte deve” de karar kıldım. Bu şarkının bir anısı vardı yıllar önce Çeşme bahçelerinde. “Biz Büyük Bir Aileyiz (BBBA)” grubu henüz kurulmamıştı. Çünkü WhatsApp denen kolaylık ortada yoktu. Bugün o grubun üyelerinden olan yeğenim sevgili Ekmel, kutlamakta olduğumuz bir evliliğin eğlencesinde bu şarkıyı okuyordu oğlan tarafına. Şimdi de hem Duru’nun görüntüleri eşliğinde bu melodi kayda geçsin istedim ve hem de yazıma başlık yaparak “seçenek” ya da “seçeneksizliği” vurgulamak istedim. Bay Öklem’in gemi örneği de “hendek ve deve” seçimlerini anımsatıyor bana. Gelelim yazımın başındaki dört renkli sözlerin sahiplerine.

Mavili olan büyük önder ve öğretmen Gandhi’ye; kırmızılı ise Şeyh Bedrettin’e aitmiş ki bu sözleri okuyunca ilk karşıt soru oluştu birdenbire “ekmek neden emekleri doğal olarak farklı herkesin (eşit) olsun ki ?“. Buradaki ekmek bir simge ve temsil ettiği de “emeğin karşılığı” demek ki emekler eşit olmayınca, kimileri hiç bir emek sarf etmeyince yine aynı söz düştü dilime: “Yok öyle yağma !“. Güneşin ışığına, gökyüzünün havasına ve ırmağın suyuna emek harcamadan konan kolay yaşamın bireyleri, bedel ödemedikleri için ışığı köreltiyorlar, havayı ve suyu kirletiyorlar ve sonra da şikayet edip “bedava ekmek istiyorlar” gibi geliyor bana ! Bu konuda İlber Ortaylı’ya kulak verelim. Şeyh Bedrettin’i anlatırken Padişah Mehmet’in başarısını neye bağlıyor sayın Ortaylı “Büyük komutanlarla iyi geçiniyor“(https://www.youtube.com/watch?v=SE1ZEDO80pM; https://www.youtube.com/watch?v=bGr2fMredKA). Şeyh Bedrettin konusu hem benim ne etki alanımda ve ne de ilgi alanımda yer almaz. Bu tür seçimler yer alınca bu kez de Bay Öklem’in bakış açılarını da ilgi alanım dışında tutarım ve sadece yolda bulduğum bir kitabın yarattığı merakla açılan yeni bir pencereden kısa bir dışa bakış olarak anılarımda silik bir yer tutmaktan öteye geçmez (şimdilik). Bugünün biri sivil (iki şapkalı) diğer asker en büyük ikilisine bakıyorum da sanki onlara göre “sanki ülke güllük gülistanlık gül bahçesi; cennet”. Her neyse Gandhi, Platon, Nietzsche ve Neyzen Tevfik derken araya giren Şeyh Bedrettin’in “ekmek neden herkesin değil” serzenişini hem gerçekçi bulmuyorum hem de bu kompozisyon içinde uygun görmüyorum. Bu durumda beni Bay Öklem’e yakınlaştırırken düşündürüyor ve yolda bulduğum kitaptan vazgeçip Duru’nun hepimize bahşettiği sevginin, keyif ve huzurun hazzı ile aydınlık yollardaki öğrenmelerime bir kez daha şükrediyorum. Kalın sağlıcakla.

Öykücü

 

z