Yaşam Büfesinde “Süs & Reklam”

“…Ey Türk Gençliği… Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir… (20.10.1927 > 01.04.2024 Adam haklıymış; Atam haklıymış)…; Biz taşralı yeni ergenlerken (ellili yılların ortalarından altmışlı yıllar) biraz (belki de fazlasıyla) edepsizdik. Dilimizden düşmezdi şu iki cümle “İyi mal reklam istemez > Orxxpuyu gösteren süsüdür”…Bu ikiliyle pek ilgisi olmasa da devamında “aç bi teneke daha; pijamamı giyemezsin, köftemi yiyemezsin…” derdik, ne demek olduğunu, sözün nereye gittiğini, hangi mesajı götürdüğünü anlamasak da…; mahallemizde ayağındaki nalınla dolaşan Ayşe’nin topuklarındaki çatlaklarla, sınıfımızda ayakkabı giyen Gönül’ün pembe topuklarını (*) kısaylıyan yeni ergenin heyecanları, fetişleri hep o “dirty mind” dan geliyordu (https://www.copcu.com/2014/08/02/yasam-bufesinde-pembe-topuklar/) …; 12 Eylülden sonraki ilk seçimde üç parti yarışıyordu; ikisi Turgut’lu üçüncüsü Necdet’liydi. Rahmetli Evren ve avanesi Sunalp Turgut’un “Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni açıktan açığa ve ısrarla destekliyorlardı. Ne var ki ipi göğüsleyen Özal Turgut’un Anap’ı oldu. Tıpkı 17+1 in her yerde ve özellikle İstanbul’da MK’ın hem kendisine hem de partisine kaybettirmeye neden oldu bu toplu hareketin sınırları, etik değerleri ve mantığı aşan destekleri; çünkü iyi mal reklam istemiyor ve fazla destek güveni sarsıyordu… Çünkü ergenliğin ilk yılını yaşayan çocuğun zihnindeki o iki cümle “iyi mal reklam istemez ve oxxxpuyu gösteren süsüdür” yargısı “ilk masumiyet”in etkileri altında gerçeği sorgularken doğruyu bulmayı (https://www.copcu.com/2017/07/14/yasam-bufesinde-ikinci-masumiyet/) yansıtıyordu…; Aradan yıllar geçti ve 2004 yılında ikinci global birleşmenin bilinmezlerinin etkisinde sahipsiz kalan ciro şampiyonu TPK için “seferberlik” ilan eden pazarlama müdürü kırmızı tulumunu giyip Çukurova buğdaylarında kalabalık bir ekiple “korkuyu yönetme becerisi” sergilerken bir yetiştirici “bir ot ilacı (herbisit) için de bunca mühendis (herboclog) tarlaya girmez ki canım…” diyordu. Demek ki neymiş; reklamın ya da desteğin fazlası güvensizlik yaratıyormuş…”

Ortaya karışık > Haklı olmak > Hayat kısa > Gece yarısı kravatı > 3BB (Be Bold > Be Brave > Be Brillant); Orange Blossom; Peter Fisk; Netgiller

Yazının içinde kırmızı tulumlarla seferberlik destekleri Çukurova olarak geçse de “sahra gücüne” örnek olsun diye Malatya’dan bir kesit ve sağ baştaki satışçımız Mustafa Almak genç yaşta vefat etti. Rahmet diliyorum.

(Anahtar Sözcükler / Key Words: Süs ve Reklam; 31 Mart Vakası; Bol Malzemos; Patron, Troller ve Sığırlar; Don Lastiği ve emekli; Cesur Adamlar ve BeE; Rubato ve Rabarba; altınoklu kurumsal dağlı; Ritmik Özgürlük; zat-ı muhterem; on yedi artı bir; huzursuzluk yaratmak)

Merhaba

Her cuma sözel olarak kutlama mesajını ileten genç bir eğitmen dostum (UN) bu hafta sabahın erken saatlerinde telefon etmeyi uygun bulmadığı için yazılı olarak cumamızı şu mesajla kutladı:

“…Mustafa Hocam günaydın,

Öncelike Nezahat Ablamla birlikte güzel bir gün geçirmenizi dilerim. Bugün gün boyu Uğur Okulları Bornova Kampüsünde seminerde olacağım için Cumanızı yazılı olarak kutlamak istedim; öncesinde de mart ayı ( nisan ayı yazınız henüz yayınlanmadığı için) yazılarınızdan birini seçip okumak istedim : Yaşam Büfesinde “Boşverebilmek” yazınızı okudum (https://www.copcu.com/2023/10/05/yasam-bufesinde-bosverebilmek/ ) . Yazınızda paylaştığınız şu bölümü anılarımızı hatırlayarak ve yüzümde tebessüm ile okudum : …Kendime sordum. İki seçenek sunulursa olması kaçınılmaz yarınlarda; daha uzun ve biraz ezalı ve cefalı; zaman zaman sevdiklerinden ayrı düşürecek yıllar mı, yoksa Pamukkale dönüşünde Utku’ya dediğim gibi anın içinde, sevdiklerine sarılıp yatabildiğin, okşayıp koklayabildiğin, gözlerinin içine bakabildiğin kısa ve daha doyumlu günler mi ?

Bu vesileyle Aysun Hanım, Tamay Hanım, Dinç Bey ve Arman Hocaya rahmet; Nezahat Ablama ve size sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Saygı ve selamlarımı sunuyorum...”

Ben görsel odaklıyım ve yazmayı, okumayı konuşmaktan, duymaktan daha çok seviyorum. Bu nedenle bu yazılı mesajı daha fazla sevip hemen yanıtladım:

“…Günaydın Utku; tam yürüyüşe çıkmak üzereyken telefonu açtım ve mesajını okudum. Bilmukabele selam ve sevgilerimle ben de hayırlı cumalar diliyorum. Pamukkale dönüşünü çok iyi hatırlıyorum. Senin arabanın arka koltuğundaydım. Sen Filliboya ile ilk SSTC den mutluydun. Yanında eşin de vardı. Çok şükür ki beraberliğimizin devamı olgunlaşarak sürdü. Nisan yazısı için birkaç konuya başladım; bitiremedim. Bu arada bahçe işlerim yoğun. Selamlar…”

ve anında yanıt geldi (geribildirim şampiyonların sabah kahvaltısıdır): “…Ne güzel Mustafa Hocam, anılarımız ayrıntılarıyla zihninizde capcanlı, bu durum bizim için ayrıca büyük mutluluk verici. Keyifli, sağlıklı günler diliyor; size yazamasam da yazılarınızı ilham almak, öğrenmek ve size dokunmanın, sizinle sohbet etmenin bir yolu olarak okumaya devam ettiğimi paylaşmak isterim. En içten saygı ve selamlarımızı sunuyorum.

Sevgili Utku’nun bu mesajından sonra blogumda başlayıp da bitiremediğim, taslak halinde kalan yazılarıma baktım ve hepsini bu yazımda birleştirip sonlandırmak istedim. Bu arada son bir ayda yaşadıklarımızı düşündüm.

Önce Mart ayına baktım ve Nevruz’da 12 nci yaşını bitiren Duru’ya; sonrasında günümüzün “31 Mart Vak’ası“yla sonlanan kışın son ayı ile mutlu ve umutlu girdiğim Baharın ilk ayının ilk günlerindeki keyfime odaklandım. Buna bir de gerçek bayram tadında “C10 Plus” bayram beraberliğimizdeki gecenin yarısını aşıp da ertesi günden iki saat alan anın “Ateş Çukuru“yla keyiflerin zirve yapışındaki “Bol Malzemos“unu kayda geçirmek amacıyla yeniden klavyenin başına oturdum (klavyenin oturulacak başı var mıdır ki…? Varsa da kim oturur ki ? Ya da oturulabilir bir baş mıdır ?)

Bugün bu yazıya odaklanmadan önce Nisan ayında dört yazım taslakta kalmış. Bunlar,

  1. Particikler (03.04.24) : “…Millet Partisinin işareti kuştur; mührü kuşa basmayan pushttur (Osman B.)…; Horoz Partisi ve Evren ile avanesinin mecburcu kıldığı bastırmaya rağmen 12 Eylül sonrasındaki ilk seçimde iki Turgut’tan kazanan Sunalp değil Özal oldu; tıpkı Mart ayındaki 17+1 desteğine rağmen ortaya çıkan sonuç gibi…; Şimdi kamuda tasarruftan söz ediyorlar. Duyuyorum, görüyorum ama inan(a)mıyorum; otorite saraydan çıkmadıkça, örnek olsun, sembol olsun diye uçaklarını satmadıkça, her bakanlıkta bi tane bakan için bi tane de müsteşardan şube müdürüne kadar sadece devlet işlerinde kullanmak üzere şoförlü araç olmakla her bakanlıkta toplam iki adet “resmi hizmete mahsus” araç kalacak şekilde bütün makam araçlarından vaz geçilmedikçe, tarım ve üretime “hesap verilebilir, somut ve şeffaf desteklerle” önem verilmedikçe, soytarılar harcamalarını cebinden yapmadıkça, millet vekillerinin maaşı öğretmen maaşından az olmadıkça, olmaz abicim olmaz; bu savurgan ve buyurgan rol modellere güvenip kimse bundan sonra oy moy vermez…; Çok geçmez denizin bittiğini, laf olsun torba dolsundan öteye etkisi olmayan dönek Ahmeralgiller ve hatta dahiliye nazırıyken aslını gösteren ve abla bile olamayan fırdöndülerle, sil baştan bir araya gelip de ağababalarını destekleme kararı alırlar. İşte o zaman bence yapılması gereken, sevgili Mebru’ya yazdığım gibi batının kırmızısıyla doğunun moru açıktan açığa el ele verirler … Neden olmasın ? Kibariye’nin dediği gibi “kimbilir, kimbilir…”
  2. Ritmik Özgürlük (08.04.24 Zat-ı Muhterem > 13.04.24: Bol Malzemos >15.04.24 ): “Basit gibi görünüyordu soru ve iki seçenekli yanıtlardan “hangisi doğru ?” finalinde görüş birliği oluşmadı. Bol Malzemoslu Bayram sofrasında, vakit gecenin yarısına ulaşırken ve alkol zirve yapmışken onu aşkın kişinin tartışması soru sahibini tatmin etmedi. Telefonla uzaktaki yakınlara ulaşıldı. Yetmedi. Yapay Zekaya soruldu. O da benimle aynı görüşteydi. Soru şuydu:”Alışmak mı yoksa sevmek mi daha zor ?“. Benim yanıtım “Alışmak“tı. Çünkü sevmek kolaydı ve sevdiğine, sevdiğinin sevdiklerine, sevdiğinin alışkanlıklarına, arzu ve isteklerine uyum sağlamak, alışmak ise emek, çaba ve zaman istiyordu. Selami Şahin’in şarkısı da aynı görüşteydi: “Alışmak sevmekten daha zor geliyor”. Şarkıyı söyleyen sanatçıları incelerken Behiye Aksoy’dan Aşkın Nur Yengi’li Rubato‘ya ulaştı yolum ve…”

Rubato & Rabarba

“Rubato”, bir müzik cümlesinde temponun serbest bir anlayışla hızlandırılıp, yavaşlatılması anlamına gelir. Yani bir tür ritmik özgürlüktür… “Rabarba” ise filmlerin genelde sessiz olarak çekildiği ve sonradan seslendirilip dublajının yapıldığı Yeşilçam sinemasında türemiştir. Söz konusu bu filmlerde kokteyl parti, doğum günü, nişan gibi davet toplantılarının kalabalık sahnelerinin çekimleri sırasında genelde ayakta duran davetlileri canlandıran yardımcı oyunculardan havadan sudan bir şeyler söylemeleri ve sohbet ediyor gibi yapmaları istenir. O şartlar altında her zaman akla konuşacak mantıklı şeyler gelmeyebileceğinden ve yardımcı oyuncuların tutukluluk yapıp çekimleri aksatma olasılığını azaltmak amacıyla kolaylık olması açısından onlardan sürekli olarak “rabarba-rabarba” seslerini çıkartmaları istenir. Kalabalığı oluşturan kişilerin eş zamanlı olmayarak üst üste sarf ettikleri bu kelimeler uzaktan anlaşılmayan bir insan gürültüsü, mırıltı, uğultu şeklinde işitilir ve onların kendi aralarında sohbet ettikleri izlenimi doğar. Bu yılın 31 Martındaki destekler bende bu iki sözcük arasında bağ kurmama neden oldu. Anlamakta esas zorluk çektiğim ve bir o kadar da mutlu olduğum konu ise aday seçimlerindeki beceriksizlik oldu. Altınoklu dağlı kurumun, altıoklu yavaş imamoğlu karşısındaki faullerini düşünüyorum de otoritenin adam seçmede bu kadar mı bağlı olur basireti. Adamın yok altmış evi varmış, yok altı yüz dairesi, yok but veriyormuş , Üstelik ne kelinin “Robin gibi” hükmü var ne de suratsızlığın ciddiyete katkısı. Ötekinin TOKİ’de karnesi ortada…Duruşunda hayır yok; suratında gülümseme yapay… Ne hitabetinde bir heyecan, ne sözcüklerinde bir zerafet… Ne beden dili bir yakınlık yaratıyor, ne de jest ve mimiklerinde bir sevimlilik var… Bir de üstüne onca bakıp da görmeyen desteği ve ağababaları ile tıpkı 2004 yılındaki Çukurova çalışmalarımda buğday üreticinin bana söylediği gibi oldu etki ve algı…

TPK / Kırmızı Tulumlular 2004 MC “BeE / Cesur Adamlar” (https://www.copcu.com/2015/03/12/yasam-bufesinde-guclerin-evrimi)

“…Tilki “Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi ve “İnsanların hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan evcilleştir beni” diye sözlerini sürdürdü. “Ne yapmam gerekiyor peki ? ” diye sordu Küçük Prens. “Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamaya neden olurlar. Ama her gün biraz daha yakına gelebilirsin” diye devam etti tilki…”) Bir yanda “Küçük Prens” öbür yanda Makyavelli’nin “Korku Sevgiden daha etkilidir” diyerek otoriteye “Tek seçeneğin varsa sevgiyi değil korkuyu seç” önerisinde bulunan “Prens”i

Yıllardır portföy eksikliği ile şikayet edilen ve özlenen ot ilacımız TPK (buğday tarlalarındaki dar yapraklı yabancı otların kontrolü) pazara verilebilecek aşamaya gelmişti. Rahmetli pazarlama müdürü JPK “3-4 ton getirip test marketing” yapalım derken genç pazarlama müdürü adayı TA “Hızlı girip çok satalım” dedi ve ilacın hedef pazarı olan Çukurova ekibine sordu “Ne kadar satarsınız ?“. Cevap beklentilerini karşılıyor ve hatta aşıyordu, ekibin uzun zamandır beklediği ilaç için heyecanları yüksekti ve “on beş ton satarız” dediler. Bunun üzerine belki de baş otoriteye bile sormadan “on beş ton satarsanız sizi (Adana ekibi) yurt dışına özel bir seyahate gönderirim” dedi. Sattılar ve Polonya’ya gittiler. Biz de (MC+TÖ) bu örnekten hareketle pazara yeni giren bir başka ilaç için SWC için on beş ton hedef varken genç pazarlama müdürünün onayı ile “yirmi ton satış sınırı çizip Antalya ekibine benzer söz verdik“. Ancak çok geçmedi. Genç pazarlama müdürü gemiyi terk etmeye karar verdi; mecbur kaldı (Gerçi dört yıl sonra dönüşü muhteşem oldu). Hedef aşıldı. Antalya grubu söz verilen benzer ödülü bekledi. Bunun için baş otoritenin huzuruna çıktık, görüştük. Israr ettik. Önce “Kim söz verdiye o göndersin” sözlerinden sonra ısrarımız sürünce elini masaya vurup “bizi buraya yönetici yaptılarsa biz doğrusunu biliriz” dedi ve başarının meyvelerini toplarken söz verilmiş olan ödülü vermedi; kuyruğumuzu kıstırıp geri döndük. Neyse biz ana öyküye dönelim. Polonya’dan mutlu, mesut, bahtiyar yurda dönen ekibin TPK için ekstra promosyondan aldıkları enerji ile gayretleri birkaç yıl artarak sürdü ve TPK bölge cirosunun ilk sırasında beş milyon dolara erişen katkısı ile liderliğini sürdürdü. Milenyuma bir ay kala ikinci global birleşme ile Nogiller, Zengillerle aynı potada buluşup Syngilli olunca TPK sahipsiz kaldı ve satış verileri yerlerde sürünmeye başladı. Bu arada baş rakip BYR yeni bir ot ilacını pazara sunarak rekabete yeni bir boyut (tek ilaçla hem dar hem de geniş yapraklı yabancı otları kontrol etmek) getirdi. Yetmedi. Üç ciddi tehdit ile SWOT’un “T” si büyüdü, büyüdü ve ekip müşterinin karşısına çıkamaz, rutin şikayetleri bile karşılayamaz oldu satışçılar. Tam da o sırada ben kurumdan ayrılmaya hazırlanırken pazarlama müdürü oldum. Seferberlik ilan ettim. Bölge müdürünün karşı çıkışına rağmen genç ve cesur satış elemanın isteği ve “Korkuyu Yönetme Çalıştayı” sonrasında alınan kararla önce yaklaşık yüz kişiyle seçilmiş müşteri toplantısı yaptık. Üç ciddi tehdidi birlikte yönetme yolları aradık. Bu tehditler:

  1. FOB Grubu herbisitlere (ve TPK’e) dayanıklık oluşumu
  2. Sahte ilaç (Popüler olan ilaçların “Antep Malı” dedikleri sahte ilaç konusundaki genel, yaygın bir sıkıntı)
  3. İran’dan gelen TPK (ki biz ülkemizde yirmi ton TPK satmaya çalışırken İran ihale ile üç yüz tona yakın TPK satın almış ve “Devlet Yardım Mücadelesi” olarak buğday üreticilerine bedelsiz olarak dağıtmıştı. Sınırları aşıp ülkemize gelen TPK bizim satmaya çalıştığımızdan hem fazlaydı, hem ucuzdu hem de formülasyon olarak bizimkinden farklı olduğu için kullanım (doz) hatalarına neden olup etkisizlik şikayetlerini artırıyordu… https://www.copcu.com/2019/08/13/yasam-bufesinde-pulllu-bugday-tpk/). Bu hikaye bitmez. Daha fazlası için bu linki tıklayınız.

Şimdi TPK 2004 desteği ile 31 Mart 17+1 desteğindeki benzer duruma geleyim; esas amacım bu. Ülkenin dört bir yanından ziraatçılarımızı Çukurova buğday tarlalarında “Korkuyu Yönetme” amacıyla topladık. Konu uzmanı sevgili BHG’i özellikle dayanıklılık konusunda ortaya koyduğu haritayı çiftçi düzeyinde uygulayabilmek için, nerede ne yapılmalı kararlarında söz sahibi “Kadastro İşleri Sorumlusu” yaptık. Bir köy kahvesinde sohbet ederken bir buğday üreticisi aynen şöyle dedi “İyi bir ot ilacı için bunca mühendis neden tarla iner ki ?” Tıpkı 31 Marttaki seçmenin algısı gibi “Desteğin fazlası (fayda için bile olsa ifratın etkisi) 2004 yılında algıların oluşumunda faydadan çok zarar veriyor gibiydi”. Ancak bizim desteğimizin hem arkası doluydu hem de bizzat tarlada doğruyu uygulamalı olarak gösteriyorduk. Böylece bütçede dokuz tonluk hedefi olan TPK’i yirmi dokuz ton satıp eskisinden rekor kırdık. Son seçimde de seçmenin aklı mal meydanda iken on yedi ve hatta “Plus 1” desteğine inanmadı; güvenmedi ve “veladdalin amin Bence, olmadık, ilgisiz kişiler, olmadık yerlerde ve olmadık söylem ve eylemlerle adaylarına oy derlemeye çalışırken seçmenin “iyi mal reklam istemez; bunca destek neden ki…?” diye düşünmesini, algıların kuşkuya dönüşmesini hesaba katmadılar. İstanbul öylesine gitti; Ankara önceki seçimde olduğu gibi aynı çamur atmalarla bitti ve iyi güzel de yıllardır bir adım öteye gidemedikleri İzmir’de sanki “dağlarında çiçekler açar” sözüne güvenerek çıkardıkları Dağ’a ne demeli… Hele hele sözde bakıp da göremeyen birini düşünün ki İstanbul’da sözde destek ararken Bartın’da bulgurdan oldu. Farkında mı ? Önemsiyor mu ? Etki ile tepkiyi anlayabildiler mi ? Sanmıyorum. Dediğim gibi saraydan çıkılmadıkça, uçaklar satılmadıkça, hükmü gitmiş sözlerin bundan sonra kıymet-i harbiyesi olmayacaktır. Dört yıl içinde hâlâ akıllarını başlarına devşirmezlerse ve ayak oyunları ile yitmekte olan şanslarını “Milton Erikson’ın Beygiri” gibi doğru yola sokmazlarsa yandı canım gülüm helva… Neyin helvası karılır önümüzdeki dört yılda bilinmez; Kibariye yine haklı çıkar: Kimbilir

Bir hafta içinde üç kez isim (sername) değiştiren yazım seçim, yaş günü ve bayram beraberliklerinden etkilenip “süs & reklam” olarak bugün (sözde) bir çerçeveye kavuştu. Bu yılın mart ayının Nevruz’undaki yaş günü ve 31 Marttaki güzellikler, mutluluklar, sevinçler vardı hepimiz için, ülkem için… En küçük Copcu, Duru 21.03.2024 de 12 yaşını doldurdu ve biz Urla’da Terramur’da seçimin arifesinde bu yaş alışı kutlarken aslında bir gün sonraki seçimin müjdelerini de yaşıyormuşuz…”

  • Sınırları aşan, etik değerleri yıpratan, adaya faydasından çok zarar veren, altı doldurulmamış sözde desteklerin, devşirme güçlerin eylemleri

Ekranlarda hariciye nazırından, dahiliye nazırına ve hatta başta emekliler olmak üzere millet fakr ü zaruret içinde verilmesini beklediği üç ek kuruşu esirgeyen maliye nazırı bile olmadık yerlerde boy gösterip de oy derlemeye çalışırken bunca gösterinin geri tepeceğini hiç mi akıllarına getirmiyorlardı ? Adam aç, artık adamın karnı boş laflarla doymuyor; destekçiler artık bir paket makarna veya çay bile atamıyor ve sadece “yapcez, etcez” sözleri oya dönüştürmüyor…

Öte yandan, daha düne kadar cumbaba adayı olarak abla-kardeş sarmaş dolaş iken “bana abla mabla deme” diyen bağyanın zamanın behrinde dahiliye nazırıyken bugün kendini gösteren kumaşı belli değil miydi ? Neden şaşırıyoruz ki ? O ve diğerleri, hepsi birer Truva Atı olarak hayallerinde bile göremeyecekleri şekilde, Kemalle ikbale erdiler yakın yarınlarda iktidara destek olacaklardır bence…; Çünkü kaynatmakla şeker olmuyor şap…

Muhalefetteki ex dahiliye nazırı muhalefete muhalefet ederken valiyken gözüme olumlu gibi görünen yenisi şunu sahnede söylemekten çekinmiyordu: Görevi ülkede huzuru sağlamak olan nazır, sahnede “huzursuzluk vermeye devam edeceğiz” diyordu. Hayret bişe ! Olacak iş mi ? Yakıştı mı ? Nasıl olup da gece yatağa baş koyduğunda uyuyabiliyordu ?

Yetmedi. Bir hakkaniyet nazırı düşünün ki sahnede “sen seçimi kaybediyorsun (ya da daha beteri kaybettin) farkında değilsin…” diyebiliyordu. Bırak İstanbul’a desteğini kendi ilinde bile seçimi kaybediyordu nazır efendi… Bunların hemen hepsi etkisiz eleman ya da dolgu malzemesi olduklarını anladılar mı acep ? Sanmıyorum. Çünkü niyetlerinin safiyeti kuşkulu ve zihniyet açıkça ortada. Yetmezmiş gibi ayakta zor duran suratsız yaşlı adam “Türkiye sandıkta kurulmadı ki…” diyorsa ve de otorite “biz bitti demeden bitmez” sözünü tekrarlıyorsa dört yıl sonra saray sefası sürüyorsa (268+50)+1 desteği de olsa bu yıpranmış güvenle trollerin beklediği sonuç oluşmaz.

Kuşkusuz bu olgulardaki sınır aşımlarının tümü “imam ve cemaat meselesi“. Doktorların bir grubu vardı, isimleri: Sınır Tanımayan Doktorlar. Bizim nazırlar da (1) “Sınır Tanımayan Nazırlar” oldu; Murat’ın muradına ermesi için etkili olmaya çalışırken. Ne var ki; ters tepti. Bunca destek zaten karnesi TOKİ ile zayıf olan, acil durumlarda araziye uyduğu görülen zat-ı muhteremi daha da güçsüz duruma düşürdü.

Öncül ve ardılıyla 31 Mart Vakası (1909 > 2024)

31 Mart Vakası: KalkışmasıİsyanıAyaklanmasıOlayı yahut Hadisesi), II. Meşrutiyet‘in ilanından sonra İstanbul‘da yönetime karşı yapılmış büyük bir ayaklanma ve darbe teşebbüsüdür. Rumi takvime göre 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) başladığı için bu adla anılmıştır. Yıllar sonra pek ortalıkta görünmeyen selimin aklı bu kez doğru yolda baskınlığını artırdı.

Seçimin arifesine kadar Now’laşan Fox’ta Tepeli Selçuk’un dilinden düşmeyen üç sözcük (cümle; kavram, vurgu) vardı:

1.Patron sizsiniz: Bunu gördük ve ne yazık ki merkezde deniz bittiği için, yerelde inançlı dürüstlerin yönetiminde aş evleriyle, sadaka gibi yoksulluk yardımlarıyla daha uzunca bir süre cefa çekenlerin acıları sürecek. Çünkü üretim artmadıkça, gerçek kamusal tasarruf yapılmadıkça, betona demire yatırılan kıt kaynaklar başta tarım olmak üzere üretime yönlendirilmedikçe, sembol gibi bile olsa saray sefası son bulmadıkça, son bulduğu hepimizce görülmedikçe, hissedilmedikçe bu terazi bu sikleti çekmez. Tepeli’nin dilinden düşmeyen “Güçlerin Evrimi“ni anlatan “Patron sizsiniz !” kabulünün hemen, bir an evvel, acilen sıkıntılara çözüm sunması pek olası olmasa da “Umutların Artması” moralleri düzeltme yolunda etkili olmuştur. İnşallah “Patronun Sabrı” açık ve aydınlık yollarda finale ermeyi, “Başarının Hazzını” yaşamaya olanak sağlar.

2.Troller ve Sığırlar: Biz bitki korumacı ziraatçılar olarak farkı göstermek amacıyla bir demo yeri seçerken bile aradığımız ilk özellik “sahibinin çevresinde muteber bir kişi olması“yken adına trol denen ne idüğü belirsiz kişilerin sözde destek gayretleri de tıpkı sahalardaki “Kuru Gürültü / Rabarba“dan fazla olmadı etkisi; yazık verilen paralara. Ve Tepeli günlerce yüksek sesle duyurmaya çalıştı “İki yüz bin trol besleyeceğinize iki yüz bin sığır besleseydiniz et fiyatları böyle uçmazdı”. Fıkrada olduğu gibi, klisenin zangocunun dediği gibi “ses gelmiyor“dan öteye gitmedi tepkileri, algıları.

3.Don lastiği ve emekli: Mahkeme karar verse de açıklanmayan enflasyon sepetinde yer alan don lastiğine yüzde yüze yakın zam yapılmışken (Tepeli’nin yalancısıyım) emekliye yapılan yüzde otuz üçlük zammı kıyaslayıp yine Bay Tepeli ekranlarda dillendirdi: Don lastiği kadar bile önemli olamadın ey emekli dercesine…

Neyse; bugün 23 Nisan ve çocukluğumdaki şiiri anımsadım: “Neşe doluyor insan !” Yirmi yıldan beri ilk defa 31 Marttan sonra artan umutlarımla neşe dolma yolunda ilerleyeceğiz ve inşallah dört sene sonra aydınlığı yaşamak için tünelden çıkacağız.

Sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü

*******************

(*): (https://www.copcu.com/2014/08/02/yasam-bufesinde-pembe-topuklar/) “… Yaşıyorsan bitmemiştir… Yaşadığımız her gün hak ettiğimizin bir fazlasıdır…Sonunda her şey yoluna girer; girmemişse sonlanmamış demektir…Qui patitur vincit (Kim ki direnir, o kazanır)…Allah isteyenleri sever; insanlarsa istemeyenleri…Sistemle kavga etmek yerine, mevcut sistemle en iyisini yapmaya çalışmak…Şu hayattaki en büyük acizlik, olduğundan farklı görünmeye çalışmaktır…İtibar, insanların mezar taşına kazıdıklarıdır; karakter ise meleklerin Allah huzurunda senin için söyledikleri…İtibar, zengin veya fakir yapar, karakter ise mutlu veya mutsuz..”

Peki yazımın başlığındaki “Pembe Topuklar” nereden çıktı ?

BECopcu” ikilisinin Lise geçişleri olan on dördüncü yaşları (2014) benim için Soma’dan İzmir’e taşındığım taşralılığı atmakta zorlandığım yıllardı (1959). Sosyal açıdan hızla değişen çevrede yaşadığım uyum sıkıntılarını sadece sessiz kalmakla ve doğruyu bulmaya çalışmakla aşabilmiştim. Yaklaşık altmış yıl önceki yaşanmışlıklarımla bugün BECopcu’nun değişimi hissetmeleri (ya da farkına varmamaları) arasındaki farkı anlatabilmek için biraz daha geriye gitmeden önce azıcık daha açıklama gerekiyor gibi geldi bana. Soma’dan İzmir’e geliş benim için “Pembe Topuklar“a aşina (tanıdık, yakın) olmak demekti. Hoppala ! demeyin lütfen. BECopcu ikilisi için ister Amerikan Koleji ister İzmir Atatürk Lisesi olsun bu oluşum ciddi bir değişim demek değil (gibi geliyor bana). Onların orta eğitimleri TED ve Gelişim olunca, onların yaşadıkları ortam Mavişehir-İzmir; Çekirge-Bursa olunca onlar daha doğuştan “Pembe Topuklar”ı gördüler. Bizim için (Mustafa, Süleyman, Şerafettin ve diğerleri, örneğin Sağır Ahmet’in oğlu Mehmet gibi 1945 liler ya da eylem kazandıkları yıllara göre 1968 liler ) nalın giymekten çatlamış kirli topuklardan “Pembe Topuklar”ı görmek gerçek anlamda cinsel bir fanteziydi daha ergenliğin arifesinde. Aynı şekilde bugün “Bermuda” diyerek yadırganmayan diz altında kalan kısa pantolon da ergenliğimizin ilk adımlarında mutsuzluk nedenimizdi. Hele bir de büyük şehirden taşraya (Soma) gelmiş memur çocuklarında diz üstü kısa pantolonu, yeni iki tekerlekli bisikleti ve ağızlarda “len, ülen” yerine “aslanım” sözlerini duymak daha bir artırıyordu hıncımızı. Bugün BECopcu ikilisi bu özlemleri, bu kıskançlıkları hiç bilmeden ergenleşip (!) seçilmiş lise evresini yaşamaya hazırlar (mı gerçekten okul dışı hayatı öğrenmek adına !). Değişimi hissetmeden öğrenme yolculuğunda bir üst evreye erişirken ergenliğin doğal cinsel özlemlerine ne kadar yakınlar, ne kadar uzaklar biz büyük ebeveynler olarak ek bir yargıya varamıyoruz elektronik ortam bağımlılıklarını gördükçe… Bizim gözümüzden kaçan ne olabilir ? Elektronik ortam bağımlılığının dar alan paslaşmalarında ilişki geliştirme, birşeyleri zorlama, zor elde etmenin hazzını yaşama (smell of success) eksik gibi geliyor bize ! Yine Soma’ya döneyim. Ruhumuzda yer eden, erişemediğimiz, dile getiremediğimiz, el yapımı tel arabalarla oyalanıp kızlara yakınlaşmaya çalıştığımız dönemde yerel olanlardan farklı iki kız (jandarma komutanın kızı RA ve öğretmenimizin kardeşi ÇE) hepimizin gözdesi. İlk okul beşinci sınıftayım (1956). Birisi sınıftaki bir kıza, sanırım ÇE’e mektup yazmış. Öğretmen de yazısı benzeyenlerden üç kişiyi sınıfta tahtaya kaldırmış ve herkesin huzurunda kim yazdı diye sorguluyor. Bunlardan birisi de benim. Ben mi yazdım ? bilmiyorum ama olabilir, olmaz da değil. Diğer ikisi Süleyman Özkılınç ve Şerafettin Küçük. Şimdi her ikisi de rahmetli. Biz üçümüz çok yakın arkadaşız. Yaramazlıkta sanırım ben ikisini de geçerim; çalışkanlıkta da… Gerçekten de bu sabah kahvaltıda İrem’e söylediğim gibi çocukluğumda (Fakülte dahil ergenlikte de) hem çok yaramazdım hem de çok çalışkandım. Bu nedenle hoş görülüyordu (ya da bana öyle geliyordu). Mektubun yazan kişinin kim olduğu bulundu mu ? bilmiyorum. Suçlu ben çıkmamıştım; ancak üçümüz de sınıf huzurunda ellerimize vurulan cetvelle iyi bir sopa yemiştik. Demem o ki daha ilk okul çağında başlamıştı cinsel olgular taşranın koşullarında pembe topukları gördükçe…