Yaşam Büfesinde “Papağanlaşma”

“…Baharın son günlerinden biriydi. Mayıs 1998 de Afyon’a çağırdılar. Bayram değil, seyran değil; amcam beni neden öptü ? Nolaşmanın ilk yılıydı. Bütçenin ilk revizyonu yapılıyordu. Adına LEI dediğimiz revize teklifler, bütçenin altında kalıyor ve otorite alın çantanızı…diyordu. Elli milyonun üst sınırındaki konsolide değerleri altmışın üstüne çıkarmak istiyordu zahir. Umut bağladığım genç meslektaşımın tökezlediğini bilmiyordum. Sunumunun bir yerinde “Sadrazam kellesi nasıl alınır ?” başlıklı bir köşe yazısını neden okuduğunu anlamamıştım. İç dinamiklerdeki bilinmezler ve gelgitler yetmezmiş gibi rakibin birisi yeni bir fungisitle bağ ve domates pazarında rekabeti zorluyordu. Özellikle de bağda on yıllık TPS’ın ve benzerlerinin yerleştiği gelişme dönemine girmek için ısrar ediyordu. Nogillerin satışçıları bundan çok etkilenmiş ve hep bir ağızdan “Biz de isterük, biz de isterük !” diye kazan kaldırıyorlardı. Pipeline (yeni bir aktifin geliştirilip uygulamaya aktarılması) sıkışıktı. “Bir şey yapmalı; ama ne yapmalı ? Nasıl yapmalı ve asıl önemlisi şunu neden böyle yapmamalı ?” ve 1986 dan 1998 yoluyla 2005 Rio ve bugün (13072023)…”

Sözler uçar, yazılar baki kalır;peki bana ne kalır ? İnsanın da TSE si olur mu ? ISO ne demek ? Ziraatın reçetesi olmaz mı ? Arena Sendromu yaşayan %20 lik aktivistler ne yapar ? Meryem bakire kalırsa Asiye kurtulur mu ? Bursalı mısın kadifeli gelin ? Adana’nın yolları taştan mı ? “Alaşehir Kaşağısı” ne demek ? Kız sen İstanbul’un neresindensin ? İznik’te torbadan neden slayt makinesi çıktı ? ve Afyon’da “testis vs testify” nasıl buluştu ?… Ne Mayısmış be abicim !!!

Merhaba

Bu yazımı birkaç gün önce yazdım. Internette gördüğüm bir haberin tetiklemesiyle yıllar öncesine gittim. Anılarım depreşti. Öykülerin gücü ile dünden bugüne yarın için bir mesaj verme hevesim oluştu. Yazdım ve sonra olgunlaşmaya bıraktım. Bu sürede düşündüm “Yazdıklarımın kime, ne faydası olacak; belki sessiz dostları bile kızdırmaktan öte. Her ne kadar Dr.EDBono “kışkırtmanın faydasına değinse de…; değer mi ? Mastürbasyondan öteye gider mi ?” gibi sorularla kendimi “Sokratça Sorguladım” ( 1.Gerçek 2.İyilik ve 3.İşe yararlılık; https://www.copcu.com/2016/05/09/yasam-bufesinde-bilginin-zekati/). Tüm bu iç sorularıma yanıtlarım net olmasa da ve hatta kuşkularım olsa da, bugün yayımlamaya karar verdi. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.

Kayserilinin Eşek Satma Sanatı

Bu sanatı, günün yorgunluğundan sonraki keyifli bir akşam yemeğinde yerli yönetici yabancı iş arkadaşlarına anlatıyordu. Sanırım 2004 yılıydı. Syngillerin Avrupa Ülkelerinin yıllık toplantısıydı. Belki Berlin’deki “Breaking The Barriers” ana mesajlı toplantının gala yemeğindeydi. “Ben senden daha önemliyim” yargısının yeterince aşılamadığı görülüyordu. Horoz fıkrasında olduğu gibi satış bölümü “tavuk mu yumurtadan çıkarmış, yoksa yumurta mı tavuktan” gibi bir polemiğe girmeden s**ip geçmek için bütçe hedeflerine ulaşmaya bakarken, “sürdürülebilirlik” adına uzun vadeli hedefleri dikkate alan pazarlama ekibiyle çatışıyordu. Öte yandan Teknik Bölüm “ben ruhsatlandırıp size ürün vermesem siz neyi satacaksınız” diye caka satarken ürün geliştirme kanalının tıkalı olduğu ve “Kayserilinin Eşek Satışı” kavramı gala yemeğinde sofra komşuları arasında (sözde) yeni ürünler ironik bir eğlence konusu oluyordu. Sofrada yanımda genç ülke müdürü, karşımda TPKçi Jack, yanında KRTcı Andre vardı. Kibar Fransız Andre “Keçiboynuzun Faydalarını” bile anlattığımda yüzü kızarıyordu. Sevimli bir gençti; kulakları çınlasın. Yeni bir aktif madde geliştirmede oldukça yavaş ve geri kalan Syngiller mevcut aktiflerle (sözde) yeni preparatlar yapıyorlardı. Örneğin Organik Fosforlu (OP) bir aktifle Sentetik Piretroid(SP)i karıştırıp pamukta güçlü bir Yeşilkurt mücadele ilaçları varken; karışımdaki Sentetik Piretroiti “cypermethrin” yerine “cyhalothrin” yapıyorlar ve benim 2006 yılında Harran’da yaptığım çiftçi toplantısında dediğim gibi “bu hakikisi” sözleriyle pazara veriyorlardı. Öncesi ve yenisi arasındaki fark “Kayserilinin Eşek Satışının” aynısıydı. Gerçi, satışçıların tümü Sentetik Piretroid partnerinden hangisini tercih edersiniz sorusuna %100 “cyhalothrin” demelerine rağmen “neden?” sorusuna hiç biri doyurucu bir yanıt ver(e)miyorlardı; bulamıyorlardı. İşte gala gecesinde yanımdaki ülke müdürü bu ve benzeri ürünlerle pazarda vaziyeti idare etmeyi “Kayserilinin eşeğini boyayarak yeni eşek” diye satmasına benzettiğini aynı gemideki Fransız iş arkadaşlarına anlatıyordu.

Bugün (12072023) Facebook’ta Syngillerin yeni (!) bir fungisitini görünce yazımın girişindeki anıya gitti aklımın kıvrımları. O güne bugün, tepeden bakınca “koyun can derdinde kasap mal derdinde” sözünün ne kadar anlamlı olduğunu anlıyorum. Bu konuya devam edeceğim.

Bornova Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü (1970/85): Firmacı olarak ayrılmış olmama rağmen hem plaket verip emekli gibi onurlandırdılar beni ve hem de hâlâ enstitü çalışanı gibi aralarına kabul ediyorlar. Peki ya CINOS’taki 24 yıldan sonra (!?*); hiç mi bir öykü, bir mesaj, bir anı, bir bilgi-beceri edinme isteği olmaz….

Çıldırtıcı Etki

İlk defa duydum. Hayret ettim. Yakıştıramadım. Kapıları kapalı olmasaydı gider bir çaylarını içerdim. Sanırım yerleşik bir kültürün ana bileşeni “Kapıyı Kapatmak”. Kime ? Miadını doldurmuş iç müşteriye. Hatta kimi zaman kapıdan başını uzatıp girmek için izin isteyen eski baş otorite için bile soruşturma açmaya kalkan yeni otorite. Böyle bir şey olur mu Allah aşkına ? Bal gibi oluyor; kim ne derse desin. Parasal ilişkisi olan, riskli ve hatta kendine kazık atmış dış müşterisini kapılardan karşılayan bizim firmacı her nedense firmadan ayrılan iç müşterisini kapıdan sokmamak için elinden geleni yapıyor. Buna rağmen sosyal medyada bir ilacının tanıtım açıklamasında “çıldırtıcı etkiden” söz ediyor. Helal olsun ! Belki biri beni aydınlatır bu çıldırtıcı etki “Knock-down” dediğimiz, hani halk arasında söylendiği gibi “kodumu oturtan” türden bir “ani etki” mi; yoksa “Long-lasting” denen, ekimden hasada uzanan “uzun süreli kalıcı etki” mi? Nasıl çıldırtıyor ? Bak bu kavram şimdi, burada, beni düşündürdüğü için işe yaradı; en azından “AIDA(1)” nın ilk “A” sı olarak benim “dikkatimi” çekti. Dikkatim “ilgi”ye döndü ve bu satırları yazıyorum. Üçüncü adım olarak bakalım bu eleştirilerime bir yanıt oluşması için bir “istek” yaratacak mı ? Diyelim ki bu da oldu ve dördüncü adımda bu adama (!) bir yanıt vermeli düşüncesini bir “eyleme” dönüştürecek mi ? Ne diyor Sezen şarkısında “Nerde bende o yürek…”. Gelelim kapılara…

Malatya pazarına ilk girişte “soğukta da çalışır” demiştik yeni aktif madde için ve üretici “da” yı anlamadı ya da rakipler özellikle “bak soğukta çalışırmış, şimdi hava sıcak” dediler ve hemen görselimizi “hem soğuk da hem sıcakta çalışır” olarak değiştirdik. Kimi zaman birkaç sözcük tasarruf edelim deyip de yanlış algılara yol açmamalı. Peki “çıldırtıcı etki” için ne demeli ? Belki de gelecek yanıt: Sana ne !

Açık Kapı vs Kapalı Kapı

Merkezde de aynısı vardı. Sözde kapıları açıktı ama bulundukları kata girmek için kapının elektronik şifresini bilmen gerekirdi. Sanırım “burası dingonun ahırı mı ? Öyle ipini koparan gelip buraya giremez” mesajı netti. Mecidiyeköy’de komşu iki büyük binanın birinde çalıştığım şirketin genel müdürlüğü, diğerinde kayın biraderim Nâzım abinin bankasının genel müdürlüğü vardı. Toplantı için İstanbul’a çağrıldığımda öğle tatilinde Nâzım abiye giderdim. Yine bu öğle ziyaretlerinden birinde bankanın genel müdürü ile birlikte Nâzım abinin masasının önünde kahvelerimizi içiyorduk ve genel müdür şöyle bir şeyler dedi “Kapım açık ve hiçbir memurum bana gelip de bir öneride bulunmuyor”. Ben dayanamadım ve “belki sizi tabu olarak görüyorlardır” dedim. Kapının açık olması yetmiyor ise de bizimkilerde kapı gerçekten de kapalıydı. Özellikle de örneğin emeklilik ile şirketten ayrılanlar için…

Şubat 2009 da CINOS(2)‘tan emekli olunca Temsil Plaza‘da kapı komşusu olan Netgillerde kendime bir yer edindim. İyisinden bir şarap aldım; özel kadehler ve hatta tribüşon da alıp masamın çekmecesine koydum. Gravyer başta olmak üzere birkaç çeşit de peynir alıp bir mesaj çektim: “Sizi bir akşam üzeri, mesai bitiminden sonra bir kadeh içmeye bekliyorum“. Heyhat ve Eyvah ! Gelmediler. Bırak çağırmayı, bu davete yanıt bile vermediler. Kemalî Salih Efendi’yi anımsadım. Ne demiş çok sevdiğim şarkısında:

Mahzûn gönül heyhât, heyhât şâd olacak mı sanıyorsun Vâh esef âh bîçâre gönül eyvâh, eyvâh aldanıyorsun Bu kadar cevr û cefâya bilerek katlanıyorsun Vâh esef vâh bîçâre gönlüm eyvâh, eyvâh aldanıyorsun Ben neden düştüm neden bilmem böyle bir ateşpâreye Vâh esef âh bîçâre gönlüm eyvâh, eyvâh aldanıyorsun (https://sarkilarnotalar.blogspot.com/2011/07/mahzun-gonul-heyhat-heyhat-sad-olacak-m.html)

Biraz daha geriye gideyim ve milenyumun ilk yıllarında Nogillerle buluşan Zegillerin Bursa’da devir süreci yaşanıyor (NK>İA) ve ben de MDM-DC(4) olarak ordayım. Nogillerden 1998 yılında ayrılan ve kader bu ya (!) Zegillerin ülke müdürü olan genç otorite 1999 un son ayında yeni bir global birleşmenin duyurusunda aynı karede yan yana duruyor gibi görünüp, karşı karşıya geldi. La Maison’un terasında boğazın serin sularına bakarken dudaklarının kenarındaki müstehzi (alaycı) gülümsemenin altında neler yattığı çok geçmeden ortaya çıktı. Syngillerin ilk altı ayında deneyimli (güngörmüş, yaş almış) otoriteye teslim edildi grup. Çok geçmedi. Köklü değişiklerin öncülü olarak sırada bekleyen genç, ülke müdürü oluverdi. Ekibi toplayıp İstanbul’dan İzmir’e geldi. İstanbullu yerleşik üst düzey takım gelmedi ve kadro yeniden çizildi; “kervan yolda düzüldü”. Diğeri de emekli olup ayrıldı ve veda mesajındaki anahtar sözcük olarak “şiraze” kalmış aklımda. Veda mektubunu bulursam beni etkileyen bu sözcüğü içeren tüm cümleyi de paylaşırım. Veda mektubunu buldum; sözünü ettiğim bölümü yazımın dipnot bölümüne “Şiraze” sözcüğü ile ekledim ve birkaç anahtar sözcük daha dikkatimi çekti. İlginç bir durum ortaya çıkmıştı. Nogillerin ilk günlerindeki gibi adeta bir “takdim-tehir” benzeri olgu ikinci kez yaşanmıştı. Bunu biraz sonra açıklayacağım. Önce şu “kapalı kapı” algımı netleştireyim. Temsil Plaza‘da özel çağrıma rağmen komşunun bana gelmeyişi, gelmediği gibi ses bile vermeyişi sürpriz değildi. Çünkü kültürlerinde ayrılan iç müşteriye kapıyı kapalı tutmak adettendi.

Bursalı mısın kadifeli gelin, çaydan mı geçtin; yanakların al al olmuş konyak mı içtin ?

Tenekeci Bahattin Abinin tezgahından geçip Bursalı olanlar, müdür Nejdet’in odasındaki uzun masanın etrafına toplanmışlardı. Kapı açıldı ve tanıdık biri başını uzatıp “girebilir miyim ?” dedi ve şunu da ekledi “girmek yasakmış da…“. Ev sahibi ile gelen konuk işteki emir-komuta zinciri ya da hiyerarşi dışında ailecek daha özel beraberlikleri vardı. Samimiyetle kabul edildi. Kısa sürdü o ziyaret ve birkaç gün sonra öğrendik ki “size o kapıdan girmeyecek demedik mi ?” benzeri bir fırça dedikodusu ortalıkta gezinmeye başladı. Demek ki ben Temmuz 1998 de Malatya’dan faks çekerken gemiyi terk etmiş olanın unutamadığı kuyruk acısı (ya da hazmedemediği mecburi ayrılış) tepkileri onu bu dereceye kadar getirmişmiş. Şık mıydı ? Hayır. Pişman olmuş mudur ? Sanmıyorum. Bugün aynı durum olsa aynısını yapar mı ? Bence yapmaz; kim bilir yaşadığı nice zeytinyağlı ilişkiler onu olgunlaştırmıştır. Peki, “Olgunluk” nedir ? Olgunluğu nasıl tanımlarsınız ? (https://www.copcu.com/2017/11/07/yasam-bufesinde-alinganlik-ve-olgunluk/)

Olgunluk

Ben olgunluğu “Saygıyla cesaret arasındaki geliştirilmiş denge” olarak tanımlıyorum ve özellikle SSTC(3) Öğrenme ve Ustalık Yolculuklarında “soru sorma, dinleme beceri ve geribildirim verme-alma hevesi” ile bu dengenin yükseldiğini iddia ediyorum. Buna ait de dört kareli bir görseli kullanıyorum. Birinci karede cesaretin ve saygın düşük olursa müşterinle (alıcı) birlikte oturup kara kara düşünürsün: Kara bahtım, kem talihim… İkinci karedeki gibi cesaretin yüksek olup da saygın düşük kalırsa müşterine çelme takıp “rabbena hep bana” dersin. Üçüncü karede cesaretinin düşük ve saygının yüksek olduğunu görüyorum ve müşterini al sırtına gezdir diyorum. Deveye sormuşlar “yokuşu mu seversin, inişi mi ?” Devenin yanıtı “Düz yolu gözünüz kör mü ?” olmuş. Demem o ki işin sırrı dördüncü karede cesaretin de yüksek saygın da yüksektir ve müşterinle kol kola mutlu, mesut, bahtiyar birlikte kazanmanın hazzı, keyfi ile “satışı eğlence yaparsın“. Neden bunu yapmazsın ? Elini tutan mı var ? Özgüven sıkıntın mı ? Neyse iki binli yılların başlarında yaşananın aynısı 1996 yılında da olmuştu ? Buna ne denir ?

Dejavu (AST>ÜSESAY)

Bugün uzun adam için çokça söyleniyor: ” Yaşattıklarını yaşamadan gitmeyeceksin“. Nereye gidecek, gitmeyecek o ayrı bir konu. Burada sözü edilen aslında “Bu dünya GAT(5) Dünyası”. Doksanlı yılların ortalarında beşeri ilaçlarda pazar liderlerinden olan Sagiller tarım ilacı bölümlerini de güçlendirmek istedi. O güne kadar nasıl Cigiller Sağlık Müesseseleri adıyla yola çıkmışlarken, Sagiller de Timtaş ile kör topal pazarda yer alıyorlardı. Cigiller seksenlerin ortalarında kendi isimleriyle hızla büyürken Sagiller de özellikle Cigillerden ayarttıklarıyla doksanların ortalarına doğru hızlandılar. Cigillerin lojistik müdürünü alıp genel müdür yaptılar; bölge satış müdürünü “kornişon yetiştirme” ayağına çekip satış-pazarlama müdürü yaptılar. Ve gidenlerin hemen hepsi küskün (ve hatta kimileri düşman) ayrıldılar. Kimileri hazımsızlıklarını utanmadan hâlâ gelip eski masalarına oturup da hava atmayı sürdürecek kadar düzeysizliğe indirdiler. Bunlar ve daha niceleri (tavandaki telsiz telefon ve köstebek gibi) ile nedense Sagillerin pazardaki rekabeti “fair competition” nın dışına çıkardılar. Ve Mart 1996 da bomba gibi bir haber geliverdi. Cigillerle Sagiller birleşmiş ve Nogiller olmuşlardı. İsviçre merkezde aynı nehrin yamacında 1850 yılından beri komşu olan iki rakip kimya şirketinin bu birleşmesinin Türkiye’de aşılması pek kolay olmayan ekstra olumsuzluklar daha kuruluşun başlangıcında ayak bağı oluyordu. Hangi dinamiklerin nasıl bir etkisidir bilmiyorum ama merkezde Sagiller baskın olunca Nogillerin ülkemdeki ilk genel müdürü eski Cigilli genç, sevimli arkadaşımız oldu. Biz Cigiller biraz burulsak da tesellimiz yabancı olmayışı ve hepimizi iyi tanıyor olmasıydı. Öyle ki Cigillerden ayrılırken yazdığı veda mektubu hâlâ dün gibi aklımdadır; özellikle ayrılıp geride bıraktıkları için yazdığı övgü dolu sözlerle…Peki ne oldu ?

Networking ya da Lobicilik

“Networking” sözcüğünü Mayıs 2005 yılında Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki bir şatonun güneş ışığı gören toplantı salonundaki “konuşma halkası” içinde “32 Küçük Beceri” den biri olarak öğrenecektim. Bu sözcük 1996 nın sonuna kalmadan “Lobi Gücü” versiyonuyla kendini gösterdi ve Cigillerin ülke müdürü, darbe (!) yapıp tekrar başa geçti. Sagilli ve Nogillerin ilk resmen ilan edilmiş ülke müdürü olan ve Çeşme’de birkaç kez karşılaştığım dostumuz küstü ve bir daha (ben) haber alamadık.

İşte 1996 daki ilk birleşmenin aynısı 2001 yılında da yaşandı. Nogilli deneyimli ülke müdürü Syngillerin ilk ülke müdürü oldu. Ama olmadı; işler beklendiği gibi gitmedi. Ülkede yine bir mali kriz vardı. Amerikalı Derviş’in sert önlemleri ve artan döviz yine bir dar boğaz yarattı. Öyle ki Malatyalı en büyük müşterimiz Ali’nin çekini kabul etmeyen ve siparişini yerine getir(e)meyen ve fakat korkusundan Ali ile de görüşmeyip Empoaska gibi yan yan giden yetkili satışçı ile baraj gölü kenarında öğle yemeği yerken Ali aynen şöyle diyecekti: “Aramızda kan davası yok ki !“. Bu krizin etkisidir ya da değildir ve baştan böyle yazılmıştır “kederli kader” ve bu kez Zegillerin ülke müdürü Syngillerin başına geçti. Darbeyle başa geçen kişi dört yıl sonra darbeyle “şirazesinden çıkan ilişkiler “sözleriyle ayrıldı; gitti. Üstelik “girmek yasak hemşerim” benzeri bir uyarıya muhatap olmak talihsizliğiyle. İşte bu iki olgu için “Dejavu” dedip ve konu aktörlerini kodlayarak yazdım.

Bu arada aklımdayken yazayım; şimdi sektörün bir başka kuruluşunda çalışan arkadaşıma sordum: “Nogilllerin ömrü neden o kadar kısa oldu?” Meğer yanıt çok basitmiş ve “Nogil, geçiş dönemindeki bir finansal operasyondu” dedi dostum.

Operasyon (1-2 yıl) mu, taktik (2-5 yıl) mi, yoksa strateji (5 yıldan uzun) mi bilmem ama, ben Cigilli teknik danışman olarak Mayıs 1985 de girdiğim özel sektör kulvarında geçen 24 yılımda CDM(6) olarak son yıllarımda Mısır, Brezilya (Rio), Çekya (Prag) ve St.Petersburg sunumlarımla ve bunları yapılandıran öykülerimle eteğimdeki taşları dökerek ve nice mesajlar vererek doyumlu ve mutlu ayrıldım CINOS’tan. Daha ne ister insan !

Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü

NOT: Yazımın amacı bunlar değildi. Syngillerin Facebook’ta tanıtımlarını gördüğüm çok zengin portföylerindeki benzer ürünleri (örneğin Mildiyö Hastalıkları alt pazarında ikili, üçlü ve hatta dörtlü karışım ilaçları) nasıl yönettiklerini, nasıl program yaptıklarını, kanibalismi nasıl etkisiz kıldıklarını merak ederek ve “adam yeme sanatı” anısından yola çıkarak Mayıs 1998 ajandamın sayfalarından oluşturduğum video ile “Papağanlaşma Sendromu”nu anlatacaktım. Yazım rotasından çıktı ve anıların gücüyle “kapalı kapılara” ve “dejavu”nun peşine takılıp bir yerlere gitti. Şunu soracaktım: Bağ Külleme Pazarında pazarın lideri bir Triazol (TPS) ve yine pazarın lideri bir kükürtlü preparatla (THVT) mutlu mesut yola devam ederken rakip bir atak yapıyor ve pazara yepyeni bir preparat sunuyor: STRB. Sizin de birkaç yıl sonra benzer bir ürününüz pazara girecek. Satışçılarınız panikte. Ne yapardınız, nasıl yapardınız ? ve bazı yapmayı istediklerinizi neden yapmazdınız ? Biz neler yaptık da 1987 de pazara giren, 1994-95 krizinin etkileriyle pazar lideri olarak en çok eleştiri alan, 1997 Nolaşma sürecinde promote edilmiş daha üstün bir preparatın portföye girişiyle adeta gözden çıkarılmak istenen TPS i on altı tondan yirmi yaşında yetmiş tonu aşan bir satışa eriştirdik ? Hem de patent süresi dolup da beş jenerik benzeri çok ucuz fiyatlarla pazara girmesine ve birim fiyatından hiç ödün vermeden, fiyat savaşına girmeden bu “başarı öyküsünü” nasıl yazdık (Rio’daki 2005 yılı sunumum) ? Hiç mi merak etmez genç Syngiller… Ne diyelim; kapılar kapalı, gönüller de… Sağlık olsun be Musto Dede. Yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken yaş seksenin arifesindeyken takma kafana tokadan başka bir şey…


(1) AIDA > Attention (Dikkat)>Interest (İlgi)>Desire (İstek)>Action (Eylem)

(2) CINOS > CIba>NOvartis>Syngenta’da geçen 24 yılım (1985-2009)

(3) SSTC > Seksenlerde “Satış Becerilerini Geliştirme Eğitimi” > Bugün “Eğitilmiş Yetkinlikle Özgün Tarz”

(4) MDM-DC > Pazar Geliştirme Müdürü-Hastalık Kontrolu ( “Pantolon uyduramadık bir gömlek verelim”> Nolaşınca iki Ege Bölge Müdüründen birini ne yapalım ? Önce “ASM / Agronomy Services Manager” dediler ve sonra X.Ledru‘yu dinleyip MDM yaptılar ki mesleğimin en keyifli iki döneminden biridir. Adeta özgür ve özerk ülkenin dört bir yanında cirit attım; yeri geldi “devşirme güçler” yarattım ve an oldu “seferberlik ilan edip “EM/Emergency Manager” misali uyduruk kavramlar altında “tavuk sersemken öpülür” etkili işler yaptım.

(5) GAT > Give And Take : Bu dünya al gülüm ver gülüm dünyası; bu dünyada bir denge var ve hesap vermeden kaçmak yok !

(6) CDM > Yetkinlik Geliştirme Müdürü; Pazarlama Müdürlüğünü devredince (2004) yine bir jest (!) geldi otoriteden. Emekli olarak ayrılmam en makul ve mantıklı zamandı. Buna rağmen böyle bir görev oluşturup beni dört yıl daha özgür ve özerk Syngilli olarak kadrolarında tuttular ve mesleğimin MDM den sonra en çok keyif aldığım yılları yaşayarak veda etmemi sağladılar. İyi güzel de kapı neden kapalıydı; işte bunu anlamadım gitti.

“Şiraze” > Daha önce de bir kaç veda mektubu gördüm ama bu kadar güzelini görmemiştim. Her satırını özenle okuyup anılarımla öykülendiririm bir başka yazımda. Şimdilik sadece “şiraze” sözcüğünün çektiği dikkatle mektubun bir bölümünü buraya alayım: “Gönül isterdi ki kitap kalsın şirazesinde / Her şey ölçülü olsun, her şey endazesinde / No’laki zarf halel görse, mazrufu yerinde; Ebedi nefis sadece konaklar bedende / Baki kubbede çınlasın sevdalı bir seda / Kucaklıyorum, sizleri dostlarım, elveda