Yaşam Büfesinde “Kabile Kültürü”

… Bir arkadaşımız yakınlarda yeni bir otomobil aldı ve kaça sigorta edeceklerini öğrenmek için İskandinavya’nın önde gelen tüm sigorta şirketlerine başvurdu. Fakat günde bir şişe votka içtiğini, esrar çekmeden yatmadığını ve kabarık bir sabıka kaydı bulunduğunu söylemek gibi bir kusur işledi. Sonra da hiç bir sigorta şirketinin geri dönüp onu aramamasına şaştı. Bunun üzerine aklımıza mükemmel bir iş fikri geldi: Alkolikler, esrarkeşler ve sabıkalılar için bir sigorta şirketi: Progressive Copr. böyle doğdu.. Kurucusu Peter Lewis; 70 in üzerinde “Çekirdek Yetkinlik Sahibi”. Şirketi kendisine öyle bağımlı ki sağlık denetimi yaptırmak istediler. Doktora gitmeyi hiç sevmeyen Bay Lewis yalnızca bir not göndermekle yetindi: 1.Kendimi iyi hissediyorum; 2.Her gün bir buçuk km yüzüyorum; 3.Bekarım, onun için bol bol yatağa hanım atıyorum… ve bir dip not: Funky Business Forever kitabı hazırlanırken Bay Lewis dairesinde kalp krizinden ölü bulundu…”

ZM68-2018 / 50 nci yıl: Sohbet Gecesi “Yıldırım diyor ki…”

Merhaba

Yazımın içeriği ile ekli film ve girişteki renkli anlatım uyumsuzluk gösterebilir. Biraz kaos katmak iyidir. Yazımın girişindeki alıntının amacı iş dünyasında küçük kavuklarda odaklanınca ne tür fırsatların yaratılacağı ya da yakalanacağıdır. Bunları gruplandırınca bir “Kabile Kültürü” oluşuyor. Yazar bu gerçek örneği öykülendirdikten sonra aklına gelenleri şöyle özetler: Tek bacaklı insanlardan; eşcinsel dişçilerden ya da güvercin yarıştıran avukatlardan kabile oluşturup onlara lezzetli bir yemek (iş teklifi) sunabilirsiniz. Size kalmış. Biz ZM68 liler elli yılda benzer şeyler yapabildik mi ? Kabileler yaratıp özgün kavuklarda iş fırsatları yaratabildik mi ? Yıldırım’ın ziraat mühendisi iken Borsa ve Çepako’dan sonra mali konularda uzmanlaşması da benzer bir kabile yaklaşımı olabilir mi ?

Elli yıl önce sevgili Cihan’ın çizgileriyle Yıldırım

Dün deniz sezonunu açtık. Hava Çeşme’de birden Ağustos sıcağına dönmüştü. Bu sabah yine hava kapattı. Serinledi. Belli ki yakın bir yerlere yağmur yağıyor. Gökyüzüne bakıp da havanın ne olduğu duyumsarken çevremden tahrikler gelse de internetten hava durumu neymiş, ne olacakmış diye araştırmayı hiç, ama hiç sevmiyorum. Bu nedenle bazen gece yarısını geçe (bana göre) aniden bastıran yağmurda bahçedekileri toplamak için yataktan kalktığım oluyor. Bundan pişmanlık duymuyorum; zor gelmiyor şimdilik bana. Halbuki gündüzden baksam daha proaktif olacağım; önlem alıcı olacağım. Soner beyin “Saklı Seçilmişler“inden aklım karışıyor. Kendime “Tamam %100 doğru olsun”. Peki bu durumda kime kızmalı. Rockf. ailesine mi ? Yoksa onların gücü karşısında direnemeyen ya da doğruları satan hainlere mi ? “Eyy Rockf. ailesi kendine gel” demenin bir alemi var mı Malezya Başbakanı gibi yaşam tarzı olan otoritelere “yürü aslanım” diyen halkın desteği sürerken; ya da “çalıyor ama çalışıyor” diye savunanların yaygın, baskın ve de ne yazık ki hâlâ çoğunlukta olduğu bir toplumda göz yaşı dökerken. Kırklı yılların tasarruf baskısından, savaşa girmemiş olmaya şükretme yoksunu olanların ellili yıllarda açılan hak edilmemiş refah (!) musluklarından içerken ödenecek gözyaşı bedellerini kim düşünüyordu ki…Ardından altmışlı yıllarda normale dönme gayretleri ve ancak on yıl süren dönem sonrasında yetmişlerin sıkıntıları, seksenlerin açılımları, doksanların krizleri ve yeni milenyuma girerken bile devam eden kısır çekişmelerle “denize düşen yılana sarılır” misali şimdiki on altı yılın açılan kapısı. Giriş o giriş. Gelecek ayın 24 ünden çıkış bileti verilmezse bundan böyle babadan oğula geçen çok daha acılı bir dönem başlayacak korkularım ağır basıyor. Kaldı ki millet cephesi kazansa da reçete bu koşullarda yine acı olacaktır. Vaziyet kötü; korumak gerek…Peki nasıl ?

Mutluluğun ne olduğunu bilmek isteyenlerin adresi: Doksanlık Mehmet Ali amca ve eşi Perihan abla

Beş yıllık (1963/68) beraberlikten sonra tarım alanında yüksek mühendis olup yollara koyulduk. Kimimiz yurda sığmadık. Amerika’ya gittik; hatta Amerikalı olduk. Kimimiz aynı çevrede kök saldık. Başarı ya da başarısızlıklarımızla şekillendik. Çoluk çocuğa karışıp yetmişi aştık. Elli yıl sonra geçen hafta Kuşadası’nda buluştuğumuzda geç kalmış da olsak bir manifesto yazalım istedik. Grubun karşısında sahne aldık; söz verdik. Verdiğimiz sözleri paylaştık. Önceki yazılarımın ekinde paylaştığım sevgili Ersin’in “Peki” sine benziyordu Yıldırım’ın yaşadıkları ve daha çok söz vermek yerine “Bana biraz nefes alacak alan bırak; yoruldum çalışmaktan ve söz veriyorum ki…” dese de bu haftanın iş günlerinden sabahın beşinde kalkmaktan vazgeçti mi ? Yaşam tarzı pek öyle “Söz verdim. yaptım. Değiştim. Çok da güzel oldu vallahi” diyecek kadar kolay mı elli yıllık alışkanlıklardan vazgeçebilmek. Elli yıl önce sahaya çıkmazdan hemen önce Yıldırım’ı anlatan sözcükler nasılmış albümde ?

“…Zeki ve çalışkan arkadaşımız Yıldırım…” diye başlayan hak edilmiş övgüleri beraber olduğumuz altı aylık Polatlı Topçu Okulu mezuniyetinde de gördüm. Yedek subay okulunda dereceye girmek gibi bir iddiamız yoktu. Ama biz doğuştan çalışkan ya da laf aramızda çalışmaktan başka bir şey bilmeyen kişiler olduğumuz için 947 kişilik 95 nci dönem yedek subay öğrencileri içinde dördüncü ve beşinciliği paylaşmıştık Yıldırım’la ikimiz. Bunun bize sağladığı bir avantaj yoktu. O da ben de bileğimize güvenip Erzurum’u çekmiştik kur’ada. İkimiz de 25 nci tümenin farklı ile topçu birliğindeydik. Ben Tabakhane’de 171 nci Topçu Taburunda 18 ay geçirmiştim; Yıldırım da Kars Kapıdaki birliğinde. Yıldırım birliğinin kalorifer gibi daha çok inşaat işlerinin sorumluluğunu (!) alırken ben Karargah Bölüğünde Ölçme Takım Komutanlığı, Taburun S1 (Personel Subayı), Mutemedi ve tatbikatlarda ileri gözetleyici gibi pek çok dalda yer almıştım. İşte ben bu tür her işe bulaşanlara bir tabir uydurmuştum “Bok yedi başı“. Gerçi işe yarıyordu. Her telden çalınca insan bir telden işe yarar bir ses çıkıyordu. Bu görevler ve komutanım olan Yb.Fikret Emiroğlu’nun yol göstericiliğinde “Disiplin Kültürü” yaşamımın her aşamasında, öğrenme yolculuklarımın hemen hepsinde baskın olmuştu. Zaman zaman yolumu zora soksa da ben bu tür öğretici sıkıntılardan mutluydum. Her neyse, biz Yıldırım için elli sene önce yazılmışlara bakmaya devam edelim:

…Derslerden fırsat  buldukça futbol oynamaya bayılır…” dese de sözcükler anılarımda futbolcu Yıldırım’ın izi nedense hiç yok. Rahmetli Lâtif var; Dağhan var, rahmetli Ali Zeybek var ama top oynayan Yıldırım yok. Devam ediyorum: “…Fert başına buğday tüketiminin 225 kg olmasına karşılık fakir halkımızın meyve ve sebze istihlâkının düşük oluşu Yıldırım’ın en üzüldüğü konudur…” cümlesinden üç mesaj çıkarıyorum ben;

1.İlki ekli filmde izlediğiniz gibi Yıldırım’ın hâlâ ekmek yemeği çok sevmesi ve eşi Asiye’ye hepimizin huzurunda “Artık çok ekmek yemeyeceğim” diye söz vermesi ve buğday tüketimine bundan böyle az yiyerek azalmasına katkı sağlayacak olmasıdır.

2.İkincisi her kim bulup yazdıysa bu denli eski bir “istihlâk” sözcüğünün bu albübüme nasıl girdiğidir. Yetmiş aştık dediysek de biz bu sözcüğü kullanacak kadar Milattan önceye ait değiliz.

3.Üçüncüsü de Yıldırım’ın neden “Bağ-Bahçe Bölümü”nü seçtiğinin ifadesidir bu cümle. Ancak mezuniyet sonrasında Bağ-Bahçeden daha çok önce pamuk ve daha sonra mali müşavirlik konusu Yıldırım’ın yaşamdaki uzmanlık alanı olmuştur. Gerçi bu cümledeki amacın ne olduğunu sonraki cümleden anlamak daha kolaydır.

“…Bu bakımdan taze meyve ve sebze tüketimini artırma kova himmetiyle kaçamak çalışmalar yapmaktave bu yolda hayli başarılı olmaktadır…” Bu millete iyilik yapmak da doğru değil. Menemen’de en zorluk koşullarda, omurgalı sivrisineklerle birlikte, yılan çıyan arasında, bakla tarlasında ya da kara dut ağacının  tepesinde bir doktora çalışmasının başarıyla sona erdirilmesinde dört gönüllü içinde yer almasının katkılarından hiç de söz edilmemiş olması Yıldırım kadar bize de (Copcu, Abay ve Çağlayan) büyük haksızlıktır. Bu yazıma aşağıdaki kalın, italik sözcüklerle giriş yapmıştım. Daha sonra beğenmedim. Beğenmedim; çünkü albümde Yıldırım’ı ararken kendimi bir başka arkadaşımın sayfasına odaklanmış buldum. Bu nedenle aşağıdaki satırları yazımın girişindeki mavili kısımdan kestim ve ne yazık ki atmaya kıyamadım ve aşağıya ekledim. Bunlar elimdeki kitapların aklımdaki karması oldu. Bir elimde Soner diğer elimde iki Finli yazarın kitabı.

Kazananın hepsini aldığı bir dünyada “normal” eşittir, hiç bir şey. Biraz risk alırsak, ufak bir kuralı çiğnersek, birkaç normu görmezden gelirsek, yeni bir şey yakalayabilir ve biraz kazanma şansımız olur. Bu biraz piyangoya benzer; katılırsanız kaybetme olasılığınız %99 dur; katılmazsanız kaybetme oranı kesin %100 dür. Fark olan %1 için gözyaşı dökmeye değer mi ? Gelecek onu yaratma fırsatı olanların olacak. Soner bey çok güzel yazıyor. Bayılıyorum. Keyifle okuyorum. Roman mı araştırma mı bazen ayırdına varamıyorum. Kimi zaman kabullenmekte zorluk çekiyorum. Çünkü her yaşayan olguda Adem’den, Ademin Elmasından bu yana yavaş ya da hızlı evrimlerin tetikleyicileri, teşvik edicileri, sinyalleri okuyup da doğru yere, doğru zamanda yatırım yapıp sahiplenicileri yok mu ? Tamam FAO’cu, buğday ve mısırdan petrole kadar her şeyci, Merkez Bankacı Rock… Ailesinin hırsı ve dünyayı ele geçirme planları doğrudur diyelim; peki ya sonuç ? Bunca karamsar tablonun neden olduğu gözyaşlarını anlatan bu hacimli kitabı okuduktan sonra neler değişecek yaşamımdan karanlığa küfretmekten başka. Bu kitabı birey olarak okuduğumda kendimi (ve hatta yazarını) “Eyyy !” diye bağıran ve elinde güç varken yapması gerekenleri yapmayan şovmene benzetmekten öteye gitmiyor algılarım. Canan’a inan, yeme; ağız tadından vazgeç; dört değil kırk zeytin ye; elma suyu değil zeytin yağ iç yanında on yumurtayla hem de gezen tavuktan olsun… Tamam da kitaptaki bunca yoğunluk sonrası bildiklerimle neyi nasıl değiştireceğim. Elli yıl önce yola çıkan grubumuzdan birbirinden ilgisiz iki arkadaşım aynı anda zihnimin kıvrımlarında buluştu elimdeki kitabı yere bırakırken ve.

Yaşam tam bir maskeli balo

Yıldırım’ı ararken albümde, yedi sayfa öncesindeki fotoğrafındaki anlamlı duruşuyla Nezuş’la birlikte zaman zaman anlamakta zorlandığımız, özlem duyduğumuz ve aşkın nelere kadir olduğuna yürekten inanmamızı güçlendirdiğine tanık olduğumuz bir hanım arkadaşımıza gözüm takıldı kaldı. Elli yıl sonra hiç bir beraberliğimize katılmayan, ya da katılamayan, adeta mutasyon geçiren, aşkı uğruna saf değiştiren GŞ(İ) arkadaşımızın İlk, Orta, Lise ve Üniversite yılları hep İzmir’de geçtikten sonra artık şimdi İstanbullu bir İzmirli’dir. Laf aramızda İzmir’in en seçkin semtinin çocuğu olan arkadaşımıza Ziraatçılık yakışmadı; çünkü gönlünde güzel sanatların bir dalında yer almak vardı. Okul yaşamında olmadı da; özel yaşamında güzel sanatların bir dalı yer aldı mı acep ? Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Görünmeyen ve görünmesin diye kapanan arka bahçede nelerin nasıl ve neden geliştiğini, oluştuğunu kimse bilemez kendisinden başka. “Dürüstlük ve iyilik onun mayasıdır” sözlerini okuyunca “Tamam” dedim işte elli yıllık ayrı dünyaların oluşumuna bu maya kapı aralamıştır. Bu yazımda kesinlikle bir eleştiri yoktur. Sadece bizim elli yıllık dönemin öncesindeki beş yıllık okul beraberliğinde gördüklerimizle bugün buluşamayıp da göremeden akıl yürütmeye çalıştıklarımızın uyumsuzluğunun dışa vurumudur bu satırlar. Geçen yıl ki organizasyonda eşinin isteğine izin verdiğim için çok eleştiri alsam da dinlemek zorunlu değildi; gidebilirlerdi. Son konuşmacıydı, beraberliğe  esir değillerdi. Merak etmelerine de gerek yoktu. Çünkü ne söyleyeceğinin sınırları, çerçevesi, düzeyi biliniyordu. Kaldı ki onaylamasanız bile öğrenmek isteyenlere iki temel mesaj vermişti sevgili arkadaşımızın sevgili eşi olan “profesör” sınıf arkadaşımız. Bunlar:

1.Sınırların ötesinde düşün ya da düşüncelerini, bakışını sınırlama (9 nokta);

2.Boyut değiştirmeyi dene, değişim için kendini daha fazla zorla (6 çubuk).

Elli yıl önce sevgili Cihan nerden anladı Avrupaî görünümü bekleyen saz heyetinin örtülerini

Bunları onlara yaklaşmak için yapman şart değil. Ben bu iki mesajı da çok sevdim. Yaşam Büfesinde sıraya girmek (SSTC), sırada kalmak (SSFW) ve sırada öne geçmek (LCWS) isteyenler için bence işe yarar paradigma değişikliği mesajları. Anlayana sivrisine saz; anlamayana ise Yılmaz Özdil’in deyişini öğretmek gerek.

İşin en zor yanı da elli yıl önce onun için yazılmış şu gerçek tanımları nasıl aşabildi arkadaşımız ? Salt aşkın gücü buna yeter miydi ? Şu sözlere bakın “…Aynı zamanda çalışkan ve Avrupaî bir arkadaşımızdır. Fakat bu Avrupaî olmak züppelikten uzaktır. Okumayı, seyahati ve müziği çok seven arkadaşımız amatör olarak müzikle  uğraşmakta ve gitar çalmaktadır…İlk okuldayken yaşadığım yılları tekrar yaşamak isterdim” diyerek elli yıl önce yaşam gölünde kulaç atmaya başlarken “keşke”lerini dillendiren arkadaşımızın elli yıl sonra bizim beş olimpiyat halkasındaki manifestomuz için konuşacak olsaydı; konuşma şansı olsaydı acaba,

*Neleri umursamayacağını;

*Nelerden vazgeçeceğini;

*Neleri azaltıp,

*Neleri çoğaltacağını ve asıl önemlisi

*Neleri yeni nesle aktaracağını dile getirirdi ?

Elli yıl önce “keşke”ler varken elli yıl hangi “keşke”leri ekledi ve “…İstikbalde dikensiz gül yetiştireceğim” diyen arkadaşımıza “her şey gönlünce olmasını” dilerken albümün yazarı bugünlerin böylesine uçurumlarla bizi birbirimizden ayrı kılacağını biliyor muydu acep ?

Bir yanda geçen haftanın Kuşadası anıları (video kayıtları), diğer yanda bir elimde ZM68 albümü (buna andaç diyorlar) ve diğer elimde de “Funk Business Forever” kitabı ve kitabın sonundaki boş sayfaya karaladıklarım:

…Kitabı 19.03.2013 de almışım. Beş yıl önce o günler Netdirekt’e odaklanıp da “mum dibine ışık versin” bakışımın baskınlığında idi. O gün Kerem Almanya’da, Ümit Pakistan’da yaşam büfesinde sırada kalmaya çalışıyorlardı. Eray da MEST’leşiyordu. Kitapla ilgili olmayan bir de not düşmüşüm parantez içine “İnsanları limitleri aşmaya zorlarsınız, an gelir aşmamaya karar verirler”. Kitabı okurken elimdeki gazeteye de bakmış ve 01.05.2013 de Hürriyet’ten Viralleşmenin Gizli Formülü diye bir yazıdan özet çıkarmışım. Demek o günlerde hâla Hürriyet okuyormuşum. Demirörengillerin olmazdan çok daha önce vazgeçmiştim o gazeteden. Sayısallaştırılmış kuralları seviyorum; aklımda kalıcılıkları fazla oluyor. İşte o köşe yazısından kitabın son sayfasına yazdıklarım ve neyin kuralıymış bu ? diye sormadan bile anlamlı geliyor bana:

1.Duygusal ol;

2.Bir öykün olsun;

3.Pratik değer kat;

4.Herkes için yarat;

5.Basit konuş

6.Social currency (neden Türkçesini yazmamışım ki…) ve bu 6 kuraldan “Delifişek Liderlik” için dört kavrama geçişin formülünü de not etmişim ne işe yarayacaksa

1.Yön: Döndür beni !

2.Denemeler: Bağışla beni !

3.Eğitim: Geliştir beni !

4.Kişiselleştirme: Gör ben, !

“Tamam. Şimdi buldum. Bunlar biz yönetilenlerin bize liderlik edecek yönetenlerden beklentilerimiz”. Geçen hafta Kuşadasında beş halkayla söz verdiklerimizle özellikle eşlerimize dönüp de: “Döndür beni ! Bağışla beni ! Geliştir beni ! Gör beni !” derken bu kadar da sıkma beni mi demek istiyorduk iç sesimizle.

Kitabın son cümlesi aynen şöyle: Kendinizi gösterin; yoksa süpürülür gidersiniz.

Sözün özü; fazla uzatma. Açık ve aydınlık yollarda ilerlerken, kavuk arayacağım derken, gökte yıldız ararken önündeki çukuru gör ve düşme. Düşme çünkü bize lazımsın. Bir ayı az geçkin süre sonra bir oy da olsa sen bize lazımsın. Kendine dikkat et. Aklına mukayyet ol ve TAMAMlamayı unutma.

Öykücü