Yaşam Büfesinde “Yalancının Cezası”

“…Ayının bildiği kırk türkü, kırkı da bal üstüne;…Sönmeyen mum, gelmeyen yatsı ve Yalan Gerçekler;…The liar’s punishment is, not in the least that he is not believed but that he can not believe anyone else / Yalancının cezası kimsenin ona inanmaması değil, kendisinden başka kimseye inanamamasıdır (GBS1)…”

Armstronglu Kemal > What a Wonderful World & Sosyal Devlet… Yükümüz ne kadar ağır ve zahmetli olursa, ruhumuzu o oranda eğitir ve yüceltir / Yaşam, çok zalim bir öğretmendir. Önce sınav yapar, sonra dersini verir… What a Wonderful World > Her günü son günümmüş gibi yaşamayı öğrendim; ne de olsa öyle de olabilir… What a Wonderful World

Merhaba

“Bilmem bu gönülle ben nasıl yaşayacağım…”

Almanya’daki dönercinin canına tak etmiş. Ağzının ayarı kaçmış. Dört dakikaya bildiği tüm küfürleri net bir şekilde haykırmış; edepsizliği medyatik hoşgörü sınırlarının ötesine taşımış. Sonuç olarak da demiş ki: “Ankara’nın Dikmen’i...” Aynısının benzerini yıllar önce Samsunlu Cemal Safi yazmış evindeki ceryanı kesen için ve ampulu olur olmaz her yere sokmuş edepsizce. Meraklısı Facebook’ta bulabilir. Bunlara bakıp da isyanları oynayan ruhum diyor ki: Her iki adam haksız sayılmaz; bu nice bir iştir, akla ve mantığa sığmaz. Aynı isyanları ben yaşamıyor muyum ? Bakınca adam sandığım meğerse ne pis işlere karışmış ve Serdar’ın şarkısındaki gibi köçek haliyle soldan sağa, başını duvarlara çarpa çarpa davar misali sürüye katılmaya karar vermiş. İşte tam bu noktada “Boş Yağmurluk” geldi aklıma ve Charles Handy haklıymış…

Handy ve Boş Yağmurluk

Rahmetli Handy’nin “Ben Kalender Meşrebim” kitabından beş adet alıp sevdiklerime dağıtmıştım. Handy nasıl bir adamdı ?https://enozelders.com/charles-handy-kimdir-sozleri-ve-kitaplari/

“…Charles Handy (1932-2018) İrlandalı bir yazar ve filozof ve örgütsel davranış ve yönetim konusunda uzmanlaşmış bir öğretim görevlisidir. Yönetim alanına yaptığı katkılarla uluslararası alanda tanınmaktadır. Çalışmaları, son derece etkili işletme literatürünün yazılarını içerir. Charles Handy ayrıca bu yüzyılın en büyük iş zekalarından biri olarak kabul edilmektedir ve Handy Model of Organizational Culture’ın kurucularından biridir…”

Gün ışığında sağa sola savrulsam da bahçede ot yolmak, bulaşıkları yıkamak gibi otomatiğe bağlanmış işlerin rutinleşmiş sıradanlığında sistematik düşünmeye zaman kalıyor. Bütünlüğümü koruyabiliyorum. Farklılıklarımızı kabullenmekte zorlanmıyorum. On yıl önce yazdığım bir yazımdaki “Kibrit Çöpleri”ni düşünüyorum.

Aykırılık başa beladır…

On yıl önce yazdığımı şimdi okuyunca bu anlatıma neden kaynak göstermemişim diye hayıflandım. Bu içerik bana ait olamaz, güzelliği beni aşar. Nerden buldum acaba ? On yıl önceki defterlerime gitsem kaynağını bulabilir miyim ? Her neyse bugüne, on yıl önceki anlatımla bakınca neler görüyorum ?

“…Kibrit çöplerini insanların yaşantılarına benzetirler. Kibrit kutusu insanın yaşadığı toplumu ifade eder bir bakıma. Bazı kibrit çöpleri vardır bir amaç için yanarlar, kimi bir sigara yakar, kimi bir ocak, kimi boş yere yanıp tükenir hiç bir işe yaramadan. Kimi ise bir ormanı, bir evi, büyük bir alanı yakar kül eder, kendisiyle birlikte. Kibrit kutusunu açıp baktığınızda  hepsi aynı gibi gözükse de birbirinden farklı kibrit çöpleri vardır. Bazıları yanamayacak kadar incedir. Yakarken kırılır zannedersiniz ama bilir misiniz en iyi onlar yanar. Bazıları da epeyce kalın. Zannedersiniz ki yanınca yeri göğü yakacak ama yakınca bir bakarsınız “foss” diye bir ses çıkarır, kendisini bile yakamaz. Sadece ucundaki kimyasal madde alev bile almadan kararır gider. Kimileri eğri büğrüdür ama yine de bir çöpünden beklenen fonksiyonları yerine getirirler. Her zaman en üstteki kibrit çöpleri ilk önce yanar. İşte insan yaşamı da bu kibrit çöplerine benzer. Kimi insanlar vardır, kendinden bekleneni asla yerine getirmezler, kalın kibrit çöpü gibi kendi kendilerini yok eder giderler. Kimi insanlar vardır, bir lambanın fitilini yakarlar kendileri yok edip gitse de ışığı kalır. Eğri ve kırık kibrit çöpleri gibi özürlü insanlar vardır aramızda yaşayan, onları şekilleriyle değil işlevleriyle değerlendirmeliyiz ve neyi yaktığına bakmalıyız.

Kibrit kutuları, içinde yaşanılan topluma benzer. Islak bir kutudaki kibriti istediğin kadar uğraş yakamazsın. Demek ki içinde yaşanılan toplum insanı istemese de çok etkiler. Bazı kibrit çöpleri de aykırı insanları ifade eder. Tüm kibrit çöpleri aynı yöne bakarken onlar tam tersine bakar kutuda. Kutu açıldığında ilk önce onlar göze çarpar ve herkesten önce onlar yanarlar. Aykırılık başa beladır. Bazı kibrit çöpleri birbirine yapışmıştır. Dikkat ederseniz onlar da kafadar insanlar gibidirler, biri yanınca diğeri de yanar. Ama en tehlikelisi kendisiyle birlikte kutuyu da yakan kibrit çöpleridir. İçinde bulundukları toplumu çökertirler. Bazı kibrit çöplerinin ucunda kimyasal maddesi yoktur. Ne yaparsa yapsınlar yanamazlar. Toplumun içerisinde ot gibi yaşayıp giderler. Toplum nereye onlar oraya…”

Tamam, iyi, güzel de neden bedava evi, bayramda on beş bini sevmediler de; alana getirilmiş maket kaana, asgari ücretle alamayacakları tokka tav oldular; garibin petrolüne şaşa kalıp denizin gazına geldiler ?

Şöyle bir geriye bakıp, soruma yanıt aramaya çalıştım. Belki geçmişte CINOS(2) sürecinden sonra SSTC(3) çerçeveli, adına “danışman” deseler de daha çok “Öğrenme ve Ustalık Yolculukları” ve sonrasında “İzleme Çalıştayları” amaçlı 2010 yılı çalışmalarımdan ne kaldı akıllarında ? Bu amaçla 2010 yılı Mayıs ayı yazılarıma baktım ve “Anlayış Kanatları” başlıklı yazımdaki Halil Cibran‘ın şu şiirini “28 Mayıs Arifesinde” yeniden düşünmeye başladım:

Öğretici gerçekten akıllıysa, Sizleri kendi aklının evine sokmaya değil, Fakat kendi aklınızın eşiğine doğru yürütmeye çalışır.

Gökbilimci, sizlere uzaydan edindiği bilgiler hakkında konuşabilir, Ama sizlere anlayışı veremez.

Müzisyen, evrenin her yanındaki ahengi sizlere duyurabilir Ama o ahengi tutabilecek kulağı ve onu yansıtacak sesi veremez.

Ve, rakamların bilimiyle uğraşan kimse, Sizlere ölçü ve tartının yapısallığından söz edebilir, Ama sizleri onların alemine sokamaz.

Çünkü bir insan duyuş ve anlayış kanatlarını Bir başkasına ödünç veremez.

Ve bunca laf ü güzaftan sonra bugüne baktığımda, yarın dananın kuyruğu kopacak ve bakalım selimin aklı doğruyu bulabilecek mi ? Yoksa HANsızların ocağında kabile kültürü daha bir azgınlıkla mı sürecek ! Mustafa Kemal, Namık Kemal derken bakalım “Bizim Kemal” bizi çırpındığımız bataktan, kör kaldığımız karanlık tünelden çıkarabilecek mi ? Kemal’e girizgah olarak Luis’e yer verdim ve “Ne harika bir dünya“yı ne kadar içtenlikle ve kadife gibi bir sesle söyleyişini hayran kaldım. Kemal’le ikisini karma yaptım.

Büyük oğlum Ümit’in bu ay armağan ettiği kitap “Atomik Alışkanlıklar” ve tam da bana göre

Elimde kitap ve yüreğimde pır pır eden bir heyecan. Kimi zaman sayfalar arasında kayboluyorum; kimi zaman sayfalara uzanamıyor gözlerim. Bakışlarım gözle kitap arasındaki boşlukta yitip gidiyor. Silkinip hemen ilgi alanıma giren bir bölümden kitabın boş sayfalarına alıntı yapıp o an içine düştüğüm duygu girdabında kendimi bulmaya çalışıyorum. Örneğin 153 ncü sayfadaki “Nicelik ve Nitelik Grubu Araştırması“nın sonuçları gibi. Kitaptan alıntı yapıp öğrenme yolculuklarımla ve bugünle bağıntı kurmaya çalışayım:

“…Florida Üniversitesi’nde profesör olan Jerry Uelsmann ilk ders gününde film fotoğrafçılığı öğrencilerini iki gruba ayırdı. Sınıfın sol tarafındaki herkesin “Nicelik Grubu” olacağını anlattı. Sadece ürettikleri çalışmaların sayısına göre not alacaklardı. Son ders gününde her öğrenci tarafından teslim edilmiş fotoğrafların hesabını çıkaracaktı. Yüz fotoğraf “A”, doksan fotoğraf “B”, seksen fotoğraf “C” vs alacaktı. Bu sırada sınıfın sağ tarafındaki herkes “Nitelik Grubunda” olacaktı. Sadece çalışmalarının kalitesine göre not alacaklardı. Dönem boyunca tek bir fotoğraf ortaya koyacaklardı ama “A” almaları için neredeyse kusursuz bir imge gerekiyordu. Dönem sonunda Ueslmann şaşırarak en iyi fotoğrafların “Nicelik Grubu“ndakiler tarafından ortaya konduğunu gördü. Bu öğrenciler, dönemi fotoğraf çekerek, kompozisyon ve ışıklı deneyler yaparak, karanlık odada çeşitli yöntemleri deneyerek ve hatalarından ders alarak geçirdiler. Yüzlerce fotoğraf yaratma sürecinde becerilerini bilediler. Bu sırada “Nitelik Grubu” kusursuzluk konusunda spekülasyon yapmakla meşguldü. Sonunda ellerinde çabalarını gösterebilmeleri açısından sadece doğrulanmamış kuramlar ve bir adet vasat fotoğraf dışında bir şey yoktu…”

Ve demek istiyor ki James bey, en iyi yaklaşımı çözmeye o kadar odaklanırız ki bir türlü eyleme geçemeyiz ve Voltaire‘in şu sözüyle bu bölümün ilk paragrafını kapatır: “En iyi, iyinin düşmanıdır”. Ben de SSTC‘lerde beş günlük sürecin her aşamasında “daha çok soru sormayı” ya da “soru sorma becerilerinin gelişimini” izleme ve değerlendirmede “ölçemezseniz geliştiremezsiniz” derken ve bunu da “better is not sufficiently good / daha iyi yeterince iyi değildir” diyerek “yola devam” diye bastırırken öncelikle “nicelik” konusuna dikkat çekiyorum. Aynısının tıpkısını “SPIN Selling” kitabının yazarı Neil Rackham da kitabının sonuna doğru “Neden okullarda yabancı dil öğrenemiyoruz ?” sorusunu yanıtlarken veriyor. Bu konudaki yanıtları çok önceleri bir yazımda vermiştim. Bakalım o yazının linkini verebilecek miyim ? Bulamadım. Sonraki yazılarımın birinde bu konuya açıklı getiririm: Okullarda neden yabancı dil öğrenemiyoruz ?

Yabancı dil bir yana, ülkemizde biz Türkler yabancı olma yolunda kaos eşiğindeyiz ve kritik eşik aşıldığında yandı gülüm keten helva. Bakalım Şubat 1969 sonunda Polatlı’da kura çekimi sonrası PTT’de çekmek istediğim telgraf benzeri bir durum yaşayacak mıyız ? Benden sonra kura çeken altı yedek subay adayı Bornova’yı çekerken ben Erzurum’u çekmiştim. Ve PTT deki memur uzattığım kağıdı okudu ve “Ben bu telgrafı çekmem” dedi. Ne yazılıydı telgrafımda: “Erzurum’u çektim; bileğimi s**eyim”. Ve yarın ola hayrola… Asu Maralman ne diyordu o şarkının sonlarında: “…Yolcu yoluna gider / Ah bir yarın olsa da / Geçenler unutulsa / Hayat işte böyledir / Sorma giden nerdedir / Kalbinde sevgi varsa / Senindir hep bu dünya …” Ve belki de Şenay’ın sözleriyle “hayat bayram olacak” yarın…Why not !

Tam yazımı bitirdim derken, bugün (27.05.2023 Cumartesi) Alaçatı Pazarından elime tutuşturulan Çeşme Güneşi Gazetesinin (26.05.2023 tarihli) müdavim köşe yazarlarından emekli öğretmen Fikri Çalışkan‘ın “Yaşamdan Damıtılanlar” başlıklı yazısı gözüme ilişti. Ankara Yüksek Öğretmen Okulundan (1960-66) sınıf arkadaşı Hidayet Durucan‘ın 14 maddelik “70 e Yaklaşırken” hissettiği değişikler üzerinde kendi adıma düşünmeye başladım. Sonraki yazımda alıntılar yapar ve hissedilen değişikler için kendime not veririm. Bakalım ne kadarını yapabildim ? Hele bir yarın olsun da…

Öykücü


1.GBS : George Bernard Shaw “Sadakat Yalanı” > Yalan gerçekler

2.CINOS : CIbaNOvartisSyngenta’da geçen 24 yılım (1985-2009)

3.SSTC : Selling Skills Training Course (1985)> Self Sytle by Trained Competence (2010)