Yaşam Büfesinde “Bir gün”

“…Sizin için en önemli gün hangi gündür ?…Yaşadığımız her gün hak ettiğimizin bir fazlasıdır (1) ;..Yarın için yaşanan yaşamın gerçekleşmesine hep bir gün vardır” (https://www.copcu.com/2009/04/28/yasam-bufesinde-hergun-ve-bugun/ )…; My house is small not mansion for a millionaire. But there is room for love and there is room for friends. Thats all I care (Copcu / Singapore / Ocak 1994)…

Çeşme’de bir gün; bugün

Merhaba

“Ben Halep’te on arşın atlardım < Halep ordaysa arşın burda; atla bakalım (günceli “bir takla at bakayım”). Bir zamanlar kartaldım. Her sabah bir saatlik ada yürüyüşünde altı kilometre yol yapardım; şimdi “rahvandan tırısa çıkınca seviniyorum”…”

...Ve seksene az kala “Hey gidi günler hey !” Çok uzun bir yazı olacak. Günah çıkartmaktan öte, “defteri dürmek, tadında bırakmak, yolcu yolunda gerek ve işleri yarım bırakmamak vb” nedenlerle “L4” ihtiyacı (Legacy: Miras; Leave A Legacy: Bir Miras Bırakmak) ile “Bir günümü” yazıyorum. Daha çok bu gerekçelerle kendimi kandırıyorum gibi (sanki mastürbasyon). Bu yazının “yarını yok” ve amacım “dünden bugüne” yaşam gölünün karşı kıyısına bakarken rutinlerin verdiği keyfi “nefes alırken” kayda geçirmek amacım. Akışı korumak için elden geldiğince “Birgün rutinlerinin detaylarını ve tetiklediği yan ürünleri” yazımın altında “dipnot” olarak vereceğim.

Pandemi nedeniyle üç yılı aşkın, kesintisiz olarak Çeşme’deyiz. Zaman zaman, gerekli işler için, ya da hasret gidermek için Mavişehir’e gitsek de eve uğramadan dönüyoruz. Özellikle son aylarda apartmanımızdaki ciddi iyileştirme işleri nedeniyle aklımızda eve uğramak hiç yok. Bugüne dek, yıllardır günlerimizin belirli bir rutin programı var. Aslında “programsız, plansız, alışkanlık haline gelmiş bir yaşam tarzı” demek daha doğru. Cüceloğlu’nun “Kelebek Etkisini” anlatan gençlik yıllarına (!) ait bir kitabında dediği gibi “Kaosun içinde de bir düzen var”. Ben ne kadar programsız desem de gerçekten bir program var ve öyle böyle değil. Bu düşünce ile Çeşme’de bir güz-kış günüme baktım ve neler gördüm yazıya dökebileceğim…

Okey vs Briç > Fox vs Halk

Rutinlere geçmeden önce bir telefon konuşmamı yazmak istiyorum. Birkaç gün önce bir sınıf arkadaşımın eşi beni aradı ve “Eşim Ahmet’(2) te demans başladı. Dışarı çıkmıyor. Kabuğuna çekildi. Kişileri tanımakta güçlük çekiyor. Seni tanıyabilir. Bir telefonla arasınız dedi. Aradım ve konuşmamızın yazmaya değer giriş kısmını aynen aktarıyorum:

  • “Merhaba Ahmet, ben Copcu ?”
  • “Copcu mu tanıyamadım” dedi Ahmet.
  • Yineledim “Ben Mustafa Copcu” deyince tanıdı Ahmet. Demek ki adımı tam söylemem gerekiyormuş ki Ahmet haklı
  • Sohbeti açmak için, tahrik yoluyla bir yoklama yaptım “Duydum ki geçen gün okeyde çift jokerle dışarıya dönüyormuşsun ve okey dışarı yapamamışsın…”
  • Ahmet ciddi bir şekilde “Ben okey oynamam” dedi.
  • “Ne oynarsın ?” dedim ve yanıtı netti
  • “Ben briç oynarım”
  • “Ben de briç oynardım. Bir gün eşime kontur çektiğim için bidaha beni oyuna almadılar”(3) deyince
  • Ahmet daha da ciddileşip “Öyle saçma şey olmaz” dedi.
  • “Gündüz ne yapıyorsun ? Esra’nın programını izliyor musun ?” dediğimde
  • Ahmet’in ciddiyeti değişmeden “Ben akparti kanallarını izlemem” dedi.
  • “Fox’ta haberleri izliyor musun ?” soruma Ahmet beni de aşan bir ders verişle
  • “Haberleri Halk Tv de izlerim” deyince ben vaz geçtim.
  • Düşünmeye başladım. Bizim ZM68 in demanslısı böyle olursa korksun “bre mendeburlar; bre densizler !” ve kendime dönüyorum.

Kendimi sorguluyorum. Önce zihnimi (H1) ve “her şey yolunda” diyor iç sesim. Sonra yüreğimi (H2) ve “Bundan iyisi can sağlığı…” yanıtı geliyor. “Can sağlığı“nı duyan ruhumu sorguluyorum (H3) ve beceriye dönüşmüş tüm yetkinliklerimin aynen sürüyor olmasına şükür dolu oluyorum. Ve hemen ardından ellerim (H4) soruyu yanıtlamak için ayağa kalkıyor “tüm günlük rutinlerimi eksiksiz yapıyorum. Kahvaltıyla güne başlarkan şarkılar söylüyorum, çimlerdeki düşen yaprakları mırıldanarak tırmıklıyorum, deniz kenarında dualarla yürüyorum” diyen ekstremitelerim (sonradan çıkmalar) sorgulamanın dört evresini tamamlıyor; şükür ve şükranla. Daha ne ister insan !

Bugün günlerden Cumartesi, Aralık 2022 nin ilk cumartesisi. Yukarıdaki dört parçanın şükür ve şükranına kanıp az kalsın denize girme aşamasını aşıp cumburlop… Hadi canım sen de ! İşte bu kadar güzel bir gün eylemlerin sınır aşımı kıyısında yaşatan. Cumartesinin diğer günlerden pek fazla farkı yoksa da Çeşme’de, keyifli bir “Alaçatı Pazarı“na gitmek var. Bugün de öyle oldu ve büyük oğlum Ümit de bize katıldı. Kendiliğinden oluşan bir paylaşım var pazar alış verişlerinde. Ben meyve ve süt ürünlerini alırım; Nezuş balık dahil geri kalanları. Bugünlerde listemizde zeytinyağ var. Yeni sezon açıldı ve alımda geç kalmak istemiyoruz. Beş zeytincimiz var; hiç bir güvensizlik duymadan yağ aldığımız ve kendi zeytinliklerinden.

Az mı; çok mu ?

Çeşme’de beş dost, tanıdık, güven duyduğumuz kaynaktan alıyoruz yıllık zeytinyağımızı. Bunları tanıtacağım. Ek olarak hocam Prof.Dr.Ahmet Çınar‘ın ve tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım‘ın 2022 yılı zeytin hasadına ait zıt görüşlerine de yer vereceğim (4). Ancak bu yola sapınca günlük rutinlerimi toparlamam zorlaşacak; yan yollarda kaybolacağım. Bu nedenle şimdi yeniden Erickson’ın Beygiri’ni azıcık dürtüp yola sokayım (5).

Yaşamımda ve özellikle seksene az kala “Bir günümü (Bugün)” dillendirmek istiyorum. Bunu sabah kalkıştan gece yatışa kadar ana hatlarıyla yazıp tetikledikleri anı ve öyküleri “dipnot” olarak vereceğim. Bu durumda bu yazının dipnotları, üst anlatımlarından daha fazla, daha uzun olacak demektir. Yazdıklarım kime ? Kim okuyacak ? Hiçbir beklentim yok. Amacım belki bir gün, yaşamın rutinleri, özellikle “artırılmış gerçeklik rutinleri” ile kökten değiştiğinde “Vay be ! Musto Dede’nin yirmi yıl önce bir günü nasıl geçiyormuş ?” derlerse, demek için okurlarsa maksat hasıl olur. Her neyse ! Bir günümde neler var ?

  • Pre.kahvaltı
  • Bre kahvaltı
  • Kahve sohbeti
  • Bahçe işleri
  • Yürüyüş / Deniz
  • Yazmak / Okumak / İzlemek
  • Pazarlar / Marketler
  • Salonda gece / Televizyon plus
  • Ekstralar

Pre.kahvaltı > Bre Kahvaltı

Yine şükürle başlayayım. Saatinde yatıyoruz. Yatmayı özleyerek yatağa gidiyoruz. Doyumlu, rüyalı bir uykumuz oluyor. Kalkmayı özleyerek yataktan kalkıyoruz. Bakmak, görmek, işitmek, dinlemek, nefes almak ve tüm eylemlerimizle şükür ve şükran dolu olarak güne başlıyoruz. Sabah gerçek günaydınla saatinde uyanıyoruz. Özellikle kış günleri saat sekiz civarında uyansak da kısa bir keyif sonrasında genellikle saat dokuza doğru başlıyor ayakta sabahımız (6). Yatağı toplamak, pencereleri açıp odayı havalandırmak süresinde baş ucumuzdaki radyo (7) daki TRT Nağme‘den melodiler dökülüyor ve tıpkı gençliğimizdeki cumartesi geceleri saat 20.30 daki “Dinleyici İstekleri” programında yaptığımız gibi (8) “Bu şarkı sana gelsin” diye hissemize düşen şarkıyı daha bir içtenlikle dinliyoruz (Şarkılardan fal tuttum, ikimize kaç kere)…(https://www.youtube.com/watch?v=04ikhYZo5VY). Örneğin bu sabah bana “Sen sanki baharın gülüsün, şen çiçeğisin(https://www.youtube.com/watch?v=svv5Bnn-xGM) düştü ki “sen her gece rüyama giren göz bebeğimsin” bölümü bir kez daha şükür ve şükranla güne başlamaya yetti.

Kış aylarında üst iki katı devre dışı bırakıp “1+2” mekanda “yaşamı kolaylaştırmaya” çalışıyoruz (9). Başarıyoruz da. Hem daha iyi ve daha ekonomik ısınıyor hem de düz ayak yaşamda seksene az kala kuvvetle olası kimi riskleri minimize ediyoruz (10). Ben hemen mutfağa geçip çay suyunu koyuyorum ısınsın (kaynasın) diye. O sırada tıraş oluyorum. Her gün istisnasız tıraş oluyorum. Böylece her sabah aynada güne başlayan yüzüme bakıyorum. Gecenin izlerine bakıyorum. Yılların kırışıklıklarına bakıyorum. Tıraş sonrası hafif bir krem sürerken yüzümü okşuyorum. Tenimle tenimi hissediyorum ve her tıraş oluşumda rahmetli babamı düşünüyorum (11). Tıraşım kısa sürer ve mutfağa dönerim. Çayı demlerim (ikisi bergamotlu üç demlik poşet).

Çayın demlenmesi yarım saati geçer. Benim kahvaltı hazırlıklarım da bir o kadar süre tutar. Daha önceleri, Nezuş sabah namazı ile birlikte dualarını okurdu (yarım saati aşar). Şimdilerde dualarını ben kahvaltı hazırlarken okuduğu için eskiden olduğu gibi radyo açıp müzik dinleyemiyorum kahvaltı hazırlaken; ona sakin bir ortam bırakmak için. Yine de durunamam ve yarım yamalak, uyduruktan hep aynı şarkıları mırıldanırım. Bunlar “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” olur ve torunum İrem’le geçen günlerin hazzını yeniden duyarım. Ya da “Çok şükür bin şükür seni bana verene” sözcükleri hafiften dökülürse dudaklarımdan “Duru ve İrem beraberliğini” düşünüp deniz kenarında söyledikleri aynı şarkının edepsizleştirilmiş versiyonunu çıkarmaya çalışırım. Ya da “A Fadimem hadi senlen kaçalım; Beyce pazarında dükkan açalım” sözcükleri ile çocukluğumda Soma günlerimi ve annemi düşününce hemen ardından “Öyle mi derler tombul gelin böyle mi derler...”i mırıldanıyorum. Hiç dilimden düşmeyen ise “Karlı kayın ormanında...” ve “sevda yüklü kervanlar…” la Erzurum’a uzanır anılarım ve “altın yüklü kervanlar” a dönüşerek rahmetli Aydın Erten’le Allahüekber Dağlarındaki çadırlı ordugah günlerimin hazzını özlerim. Eskisine oranla kahvaltı hazırlığı daha kolay; çünkü her şey elektrikli. Çay makinesi, ekmek kızartma, ısınma, kahve makinesi ve smoothie hepsi elektrikli. Çay demlenirken bahçeye çıkarım her sabah.

Smoothie (https://www.trendyol.com/arzum/ar1032-shake-n-take-kisisel-300-w-smoothie-blender-p-2996410) ve Yeşil Şifa ( Google’a “copcu yeşil şifa” yazarsanız şu yazıma ulaşırsınız ve hem “yeşil şifa“nın detaylarıynı ve hem de Mart 2020 de “Coronalı Günler Sonrası” için “Zen Üstadının Sözlerini” görürsünüz ekli videoda) : (https://www.copcu.com/2020/03/15/yasam-bufesinde-israf-ve-disiplin/)

Bereket şimdi smoothie (blender/parçalayıcı) var. Önceleri daha sıkıntılı olurdu “Yeşil Şifa“yı hazırlamak. Uzunca bir süredir düzenli olarak her sabah “yeşil şifa” hazırlarım. Pazardan alınan maydenoz ve dereotuna ek olarak bahçemden nane ve limon koparırım. Ektiğim tohumlardan ıspanaklar da çıkmış olursa birkaç kök ıspanak da korum parçalayıcıya. Zencefil, havuç, limon (kabuğu ve çekirdeği ile) ve yarım bardak soğuk su koyduktan sonra birkaç dakika parçalarım. Tel süzgeçten süzerim. Nezuş istemese de çaktırmadan biraz bal ve bir yemek kaşığı zeytinyağ (12) da eklerim süzülmüş, koyu yeşil ve biraz ağdalı bir bardak yeşil şifaya. Yeni günün sabahında her ikimizin de midesine ilk giren birer bardak sıcak sudur. Ben ayrıca bir kaşık zeytinyağı da içerim. Süzgeçin üzerinde kalan “Yeşil Posa” benimdir ve bana göre süzgeçten geçenden daha değerlidir. Bu posayı kendi tabağıma korum ve üstüne ekledimleri aşağıda açıklayacağım.

Kahvaltı rutinlerimizde neler var ?

Dualarını okurken “Yeşil Şifa“yı içen Nezuş daha sonra sabah ilaçlarını da içer (tansiyon ve beta blokır). Ben domatesi hazırlamaya geçerim. Bazen yerken bıçak kullanmayı da gerektiren dilimler halinde, çoklukla iki kesme şekeri büyüklüğünde düzgün kesilmiş domateslerin üstüne iki kaşık zeytinyağ dökerim. Üstüne yine iki kaşık lor peyniri (13) dökerim. Üstüne Gaziantep’ten aldığım “Boncuk kekik“ten koyarım; avucumda sıkıştırıp ezerek toz haline getirdikten sonra. Benim tabağımdaki yeşil şifa posasının üstüne de lor korum ve lorun üstüne de yazdan hazırladığımız sostan (14) bir kaşık ekleyince tam bir renk cümbüşü olur: Yeşil posa, beyaz lor, kırmızı sos ve yeşil kekik. Ortaya karışık hazırlanmış olan domatese sos eklemeyi Nezuş bazen ister bazen istemez. İstemez çünkü “ekmek yedirir” diyorsa da yiyip yiyeceği her zaman küçük bir dilim kızarmış ekmektir (15). Yaz, kış her sabah ekmeği kızartırım (16). Beşer zeytin ve bir parça peynir vardır soframızda; fazlası değil. Çünkü “dur demek kolay değil !“. Yeşil şifa hazırlanıp içildi; posası tabağıma kondu; domates tabağı tamam; ekmekler kızardı ve biber ve hıyar tabağını da hazırlayınca sıra yumurtaya gelir (17).

Yumurtayı nasıl hazırlamalı ? Çoklukla kaynatıyorsam da zaman zaman yağda yumurta; ara sıra menemen bazen de günün otlarının saplarıyla sebzeli yumurta. Bu otlar Arapsaçı, Sarmaşık, Pazı, Isırgan olur yeri ve zamanına göre. Yıllardır kahvaltı hazırlarım ve kaynamış yumurtada istenen “kayısı gibi” sertlik kıvamını her zaman tutturamam. Nezuş, “Kaynamaya başladıktan sonra üç dakika” diye uyarsa da bazen tebrik eder, çoklukla da sessiz kalır taş gibi olunca.

Ve balla ceviz; hele bir de taze ceviz zamanı ise ve de bal Yunan Adalarından gelmiş kekik kokulu ise. Kişi başına iki ceviz ve üzerlerine damlatılarak gezdirilen en fazla bir kaşık ölçüsünde bal (18).

Ve masanın hazırlanması. Yazın terasta, kışın camlı bölmede yuvarlak masa tam bir düzen içinde kurulur. Masa örtüsü özeldir; masadaki vazoda çiçekler hiç eksik olmaz. Genel olarak ve özellikle kışın kahvaltımız saat on gibi başlar ve üçer bardak demli çayla bir saati aşkın sürer kahvaltı keyfi.

Pandemi nedeniyle sürekli Çeşmeli olduk. Hatta yerleşim (ikametgâh) adresimizi de Çeşme’ye taşıdık. Pandemi korkularının azaldığı bugünlerde bile havalar çok çok soğuk olmadıkça Çeşme’den gitmeyiz. Temiz hava, bol gıda (!), sakin ortamda dingin yaşam, elimize bakan kapımızın önündeki kedi köpek ve asıl önemlisi Çeşmeli olmayı sürdüren Ümitgiller nedeniyle Allah nasip ettiği sürece Çeşmeliyiz.

Kahvaltı sürerken, üçüncü çaylarımıza ortak olan büyük oğlum Ümit gelir, Malçik’le birlikte. Sessiz kahvaltımız birden çok sesli olur. Önce Nezuş ve Ümit aynı odak ve çerçevede başladıkları hararetli görüşmelerini çoklukla heyecanlı tartışmalara çevirirler. Sınırları zorlarlar. Sesler iyice yükselir. Ben seyirci kalırım. Arada bir devreye girmek istesem de girmem, tandanslarını (diyalog akışı) bozmak istemem. Yaklaşık bir saat sonra sular durulur ve burdaysa kuzen Bülo çağrılır kahveye.

Kahve sohbeti

Kahve sohbeti başlamadan önce sehpa ve sandalyelerin terasa mı yoksa çimlerin üstüne mi ineceğine karar verilir ve düzen kurulur. Saat onbirle bir, bazen bir buçuk arasında iki, iki buçuk saat kahve sohbeti ile geçer. Kahveleri ben yaparım (19). Nezuş ve Bülo gallavi (aslı “kallavi” ve “iri, kocaman” demek) fincanları, Ümit klasik kahve fincanlarını tercih eder. Küçük yeşil su bardakları her fincana eşlik eder. Son safra kesesi çamuru şikayeti oluşunca çukulatayı kahveden ayırmış isem de ara sıra Amsterdam orijinli, ya da Gönül’ün piramit ambalajlı Godiva’sı tepside bulunur. Bir haftadır kıvrılmış ve kürdanlı turunç reçeli var kahve tepsisindeki küçük kapta. Turunçlar sokağımızdan ve turunç suları da salataların en güzel sosu. Son beş yıldır bizim evde artık kahve falı bakılmıyor. Neden mi ? Hatırlamıyorum. Genel olarak kahve içmem ve kahve sohbetlerine de pek katılmam. İçenlerden de uzak kalmamak için tırmığı alıp çimlerin üstüne düşmüş olan Begonvil yapraklarını toplarım. Bu sırada kulağım kahve sohbetlerinde olur ve defterime yazacak birşeyleri ararım sohbetin satır aralarında. Örneğin geçen gün Bülo karısına şöyle iltifat ediyordu kahvesini yudumlarken: “Karıcığım seni çok seviyorum; bulsam aynısından bi tane daha alıcam !“. Karısı bunu iltifat olarak kabul etse de bugünlerde medyaya bakınca ikilemenin yan etkileri ürpertici… Bahçe işlerine geçmeden önce şu sabah bulaşıklarını yıkasam…Daha yapacak çok iş var; vakit hızla ilerliyor.

Bulaşık Keyfi

Bunun gerçekten de keyif olduğunu anlatamıyorum. Pek çok ekstra faydası var bana göre benim bulaşıkları elimde yıkıyopr olmamın. Ne zaman başlasam “makinaya koy” diyor Nezuş. Bense her bulaşık yıkamada “Mikadonun Çöplerini” düşünürüm ve kendimi test ederim. Bu konuya dokuz yıl önce, daha önce değinmiştim (https://www.copcu.com/2013/05/28/yasam-bufesinde-kesintisiz-kolaylik/).

“…Bu arada cep telefonumla çektiğim fotoğrafları bilgisayarıma aktarabilirsem “Bulaşıkçı Mikado” kavramını da bu yazımın yan ürünü olarak görselleştireceğim. Her ne kadar Nezuş’la kurna başında kimi temel konularda görüş ayrılığımız olsa da ben bulaşık yıkamayı her sabah bir öğrenme ve düşünme seansı olarak görüyorum ve sürekli olarak Mikado’nun kulaklarını çınlatıyorum…”

Bulaşık yıkamada ilk temek kriterim “optimum su kullanımı“dır; ne az ne çok. Az kullanırsam lavabodan foseptik çukuruna uzanan pis su borularında fazla tortu kalıyor ve daha sonra “Destroyer (20)” kullanmak gerekiyor. Çok kullanırsam foseptik çukuru çabuk doluyor ve vidanjör de her zaman hemen gelmiyor. Şehir kanalizasyon sistemi bizim buralara hâlâ gelmediği için suyu kullanırken 20 TL/m3, pis suyu attırırken 50TL/m3 para ödüyoruz. Özetle suyun bize maliyeti 50TL/m3. Öte yandan sıcak suyla yıkamak için önce suyu akıtıp da güneş enerjisinden sıcak su gelmesini beklemem ben; çay makinasının ısıtıcısında bir dakikada su ısıtırım. O gün yumurta varsa bulaşık deterjanı ile birlikte mutlaka “klorak (21)” kullanırım.

Önce bulaşıklardaki kaba artıkları yıkarım. Ancak musluktan akan suyla değil. Yeşil şifayı hazırlarken döküp atmadığım paslanmaz çelik bulaşık yıkama kabı (üç litre kadara büyücektir) içindeki atık suyla silip uzaklaştırırım tabaklardaki atıkları. Bu nedenle benim deterjanlı bulaşık yıkama suyum sonuna kadar kesilmez. Hem yıkarken hem de suları akıp kurusun diye bulaşıklığa koyarken bir sıra izlerim. Bu sıralama sırasındaki başarı ölçütüm de olabildiğince bardak, tabak ve diğer ürünlerin birbirine çarparak ya da yerlerinden kayarak ses çıkarmamasıdır. Ne dersiniz “fıttırıyor muyum ?” ya da …

Özellikle klorak kullandığım bulaşık yıkamalarından sonra mutlaka “ev yapımı kantaronlu zeytinyağı” ile ellerime masaj yaparım. Laf aramızda bulaşık yıkamanın bir diğer ekstra faydası da ellerimi günde en az üç defa gerçek anlamda yıkıyor olmamdır. Çünkü “ıslak medil” ya da “kolonyalı mendil” icat edildiğinden bu yana ne yemekten önce ne de yemekten sonra el yıkama, hem de sabunla evire çevire el yıkama alışkanlığımız köreldi (22). Sözün özü, ben bulaşığı keyifle yıkarım; anlayın bunu artık (kimi zaman ellerimin alçak uçuşu nedeniyle fire versem de bırakın ben devam edeyim). Şimdi bahçeye çıkabilirim; saat henüz üç olmadı…

Bahçe işleri

Mevsim yazsa sabahın ilk işi bahçe işleri grubunda terasın yıkanması. Yazın hemen hergün ve tembellik basarsa gün aşırı çimleri suluyorum (23). Saksılardaki sardunyaların susuz bırakılmaması için de bu sıklık gerekli. Su sıkıntım yok; bahçemin bir köşesinde kırk yıllık “keson kuyum (24)” var. Aman nazar değmesin dünürüm (Zeynep’in babası) Mithat Beyden (Yıldız Teknik) aldığım dalgıç pompam beni hiç üzmüyor. Seksene az kala pek kolay gelmiyor bahçe işleri ve sabırlı ve sakin yapabilirsem sorun yok işleri tamamlamada. Biraz hızlanırsam gelen sinyallerle inatlaşmadan bırakıveriyorum olduğu yerde her ne yapıyorsam. Bu nedenle bugünlerde toplanmış kuru yapraklar atılmamış; tırmık ortalık yerde kalmış; çimler fazlaca büyümüş, mor çiçekler susuzluktan boynunu bükmüş gibi görünse de “pick-up positives, ignore negatives /olumluyu gör, olumsuzu görmezden duymazdan gel” sözüme sığınıyorum (25). Gün olur (“alır başımı giderim” değil) ağaç diplerini çapalamak, sezon fidelerini (çoklukla Sabri Aga’dan alınmış kıl acı biber) dikmek gibi ekstralar olsa da bahçede aklım camlı bölmede laptopumda olur. Ancak bundan önce yürüyüşe çıkmak gerek; yolcu yolunda gerek (26).

Yürüyüş ve Deniz

Aralık ayının ilk cumartesi (03.12.2022) gününde başladım yazıya ve aradan on gün geçti yazımı bitiremedim. Araya İzmir ekstraları (arabanın yıllık bakımı için servis ve Netin’de yeni üst düzey yöneticimizle görüşme (video kayıtlı) ve bir de kuvvetli fırtına ile internet bağımın kesilmesi girdi. Hava yağışlı da olsa rota değişikliği ile her koşulda günlük yürüyüşümüzü gerçekleştirmeye gayret ederiz.

Yürüyüş rotamızda neler var ?

Bileğimizdeki şiş ve dizimizdeki protez engellemezse ve akşamdan kalma ayak ağrımız yoksa ya da fazla değilse hemen her gün yürüyüşe çıkarız. “Bir zamanlar kartaldık” ve adada tam tur ile uzun ve engebeli bir rotada saatte altı kilometre hızla yürürdük. Şimdilerde atın “rahvan” gidişi gibi elimizde baston ya da bastonvari sopa ile ağır aksak yola revan oluyoruz. “Paşanın Düştüğü” yeri geçtikten sonra ben Nezuş’tan koparım ve “tırıs” a geçerim. Fethi’nin Yeri’nde elimdeki sopanın ucunu denize sokup döner ve rahmetli Bayram abinin evinin yanındaki “teknopark (!)”ta aletli jimnastik eksersizlerini tamamlamış olur ve birlikte adanın güney sahilinde kısa bir yürüyüş sonrası biraz otururuz sahilde. Hava bugün (13.12.2022) olduğu gibi kesik kesik yağmurlu olduğunda evimizin önünde iki tur atarız (buna da şükür). Belimizdeki turmetreye bakıp “Wooow! Bugün altıbin adım atmışız !” sevinirken adımları mesafeye çevirirken aletin esas aldığı 75cm/adım kriterinden uzak olduğumuz için dörtbuçuk kilometrenin avuntusunda kalıyoruz; gerçek olmasa bile…

Biraz toparlarsam; kahvaltı, kahve, bulaşık, bahçe ve yürüyüş (ya da deniz) bitti. Vakit de hafta içinde Esra’nın saatine yaklaştı. Camlı bölmedeyiz. Birer muzla ara sıcak öğününü de aştık ve önümde laptop ya da elimde kitap.

Okumak, Yazmak ve İzlemek (!)

Bugünlerde ayrı mekan ve zamanların adamları da olsa bana göre benzer üç kitap var elimde ve hiçbirini baştan sona bitirmecesine okuyamıyorum. İkisinin ortak özelliği köşe yazılarını kitap haline getirmeleri. Biri Diyarbakırlı Mıgırdiç beyin “Çengelliiğne“si; diğeri Dr.Eğilmez‘in “Başarısızlığa Övgü“sü ve adına burslar verilen Erasmus amcanın “Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş” elimdeki ardışık üç kitap. Nerde eski gözler ve hatta gözlükler. Boynuna muska gibi bağladığın yakını çıkar, sarkıt ve uzağı tak. Daha pratipği yok mu ? Multifokal Gözlük. Geçiş yerinde düz yerde gözüne gözüken sanal çukurdan kurtulmak için anormal hareketler yaparak alışma sürecini geçerken tökezlenirsin kimi zaman. Alışırsın. Ancak doktoruna geri gidip “Tam net göremiyorum” dersin ve sana “multifokal gözlükle uzaktan ve yakından feragat edip ortada buluşmak gerek” der ve kitaptaki küçük hurufat (harfler) ile cebelleşirken zihnindeki katalogtan sözcük seçimleriyle otomatik olarak okuma yolunda devam edersin. Sözün özü; nerde artık eskisi gibi günde yüz sayfa okumak on sayfa ile idare et (Ben Halep’te on arşın atlardım). Bu nedenle “Okuma/Yazma Bölümü”nde “yazmak” daha kolayıma gidiyor ve işte şimdi bu kolaylığa sığınıp yazamayı sürdürüyorum. Tıpkı Mükremin Özkara ile birlikte Söke’den Didim’e uzanan tarlalardaki çeltikte bir TÜBİTAK Projesi olarak (Prof.Dr.Nazımi Açıkgöz‘ün liderliğine) sürdürdüğümüz “Çeltikte Kesikli Sulama” gibi kitap okumam da kesik kesik sürüyor (prostatlının işemesi gibi-buna da şükür).

Yazmak” dediğim de laptopumda bloglarımda öykü yazmak ya da çoklukla Netgillerle, kimi zaman Utku ile ve “Borzemliler” ile kurmaya, sürdürmeye çalıştığım diyalogta bir “anlam akışı” yaratmaya çalışmak. “Dördüncü Blog” için ZM68 i zorladım ama “copy/paste” lı güncelin genel paylaşımlarından pek öteye geçmedi iletişimim (buna da şükür). “Borzemlileri” zorluyorum ve çok şükür ki Dr.A.Zümreoğlu ve Dr.P.Önder’den gelen “Anılar ve Öyküler” ile benden başka bir ses de katabildim bloga. Devamını bekliyorum. Gelelim “Bir gün” de “Yazma“nın ne kadar yer aldığına… Başka bir ekstra yoksa, örneğin çevre semt pazarlarına (27) gidişimiz de haftanın dört gününde yer alır.

Geç kahvaltı edince ve sözde (!) üç öğünü ikiye indirdiğimize inanınca birer muzla saat onbeş ya da onaltıya uzanır öğle/akşam karması günün ikinci ana öğünü. Bizim evde, iki kişi kalsak da hemen her gün yemek pişer. Bunun en önemli dayanaklarından birisi ebeveynlerimden kalan alışkanlık kadar Nezuş’un mutfakta geçirdiği saatlere, verimli olmak ve bereket katmak adına değer vermesi, önem vermesidir. Artık patlıcan ve biber kızartmalarımızı bile fırında yaparız birkaç damla zeytinyağla ki böylece yağda kızarmış olmaz bizim kızartmalarımız (buna da kızartma denir mi ?). Daha önce değişik kanallarda paylaştığım gibi küçük parmak kalınlığındaki sarmalar, birer lokmalık mikro biber dolmaları, göveçte kurufasulye, çığırtma, çeşit çeşit börekler rahmetli annemin verdiği elle, Nezuş’ta hâlâ hayat bulmaktadır. “X Kuşağı” hanım Copcularıyla ya da (ve hatta) “Z Kuşağı ID İkilisi” ile nesilden nesile aktarılacak mı ? Sanmıyorum.

Öğle yemeğinden televizyondaki (benim için Fox TV; ZM68BEÇ için Halk TV) ana haber saatine kadar bazen sürekli bazen kesik kesik yaklaşık üç saat sürer benim laptopla beraberliğim. O günlerde Netgillerle ya da Borzemlilerle özel bir etkinlik söz konusu değilse daha çok blogum için bir yazı ve eki için bir görsel hazırlığı ile geçer bu süre (bana göre göz açıp kapayıncaya kadar, Nezuş’a göre : “Yeter artık ! Gözlerin kör olacak” uyarısıyla – ki “duymazdan gelir yola devam ederim). Bu süre içinde Esra’nın programı vardır televizyon ekranında. Bence Esra’nın programındaki kişi ve konular pekçok yerli diziden çok daha değerlidir (28).

…ve akşam oldu: Haberler Ve Ötesi

Fox’tan vazgeçmesem de kimi zaman ve özellikle yaz akşamlarında “Yarısı bayat, yarısı hayat; hep aynı nakarat” diye haberleri izlemekten vazgeçsem de güz ve kış akşamlarında düzenli izliyorum. Haberle bitince güncelin seçilmiş yerli dizileri, örneğin Pazartesi geceleri “Yasak Elma“, Perşembe “Camdaki kız” gibi… Sözde Nezuş izliyor ve benim için de fon müziği gibi oluyorsa da gece boyunca Nezuş’un elinde cep telefonunda Facebook’tan seçmeler, benim önümde laptoptan Netflix, Disney Plus, Prime ya da IP Tv ile ila nihaye dizi ya da film ile iki kişi, üç kanalla gece yarısına az kala günü şükür ve şükranla kapatıyoruz.

Daha önce yazdığım gibi “sözde günde iki öğün” nedeniyle akşam üzeri beş (yeşil) çayında kurabiye, kabak çekirdeği (Nevşehir az tuzlu ve bu aralar tepkideyim. Çünkü hep aldığımız Hakyemez’de kilosu 250TL olan çekirdeği almıyorum; et fiyatını aşınca (“insaf be hakim bey !” ergenliğimizde ünlü edepsiz Namık Kemal fıkralarından birinde olduğu gibi). Mardin’in mavili badem şekeri, Migros’un kavrulmuş taze iç fındığı (çekirdeğin yarı fiyatı)i Antep’in çekirdekli kara kuru üzümü çaya eşlik edince tokluk sürecimiz uzuyor. Ancak, yatmaya kadar yetmiyor. Mideden çok ağızlar kaşınıyor ve ben bir bardak sıcak süt, Nezuş da üç kaşık Zeybekoğlu yoğurdu ile yetiniyoruz (daha ne olsun “çıkar da semerini ye !” derdi rahmetli büyüklerim).

Kimi günlerin ekstraları var günü zenginleştiren. Bunlar Çeşmeli Tokmak Hasan, Balıklıovalı Garip, Ildırılı balık kooperatifi ve başta Keremgiller olmak üzere “Y Kuşağımızın İkramları” ile marinalara uzanan balık ziyafetleri…Ara sıra da daha cesur olup Diyarbakır’a uzanıyoruz pandeminin eve mahkum ettiği altmış yaş üstünden sıyrılıyoruz. Ancak Çeşme’de “bir gün” ve armağan olarak gördüğümüz “bugün”

Pre.kahvaltı ile başladı gün ve “devam edecek” diye son reklam arasını verip de “şaka yaptım; devam falan etmeyecek !” demek olan “antrakt” (Fransızca “entr’acte: ara) yatmakla son buluyor gibi görünse de “Bir günün yaklaşık on altı saatlik aktif süreci” yazmakla bitmeyen “Rüyaların Keyfi” ise bir başka yazıya kalsın.

Yazımı bitirmek yaklaşık iki haftamı aldı. Benim için en önemli gün “bugün“dür. Kutlanacak yaş günlerimiz var ve o günler gelip de “bugün” olduğunda kutlamanın hazzı, keyfi ve duyumsaması oluşuyor. Bu nedenle yazımın başına eklemek istediğim görselin fon müziğini Sezen Aksu‘nun sesiyle Mevlana’nın “...Dünle beraber gitti cancağızım; Ne kadar söz varsa düne ait; Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…” dizelerini ekleyeceğim. Bu yazıdan bence çıkarılacak mesaj (keçiboynuzu gibi olsa da > bir gram şeker için bir yon odun çiğnemek) birgündeki rutinlerde binlerce keyif tetikleyeciler vardır arka bahçelerinde size göz kırpan. Siz yeter ki isteyin.

Sağlık ve esenlik dileklerimle keyifli birgünleriniz olsun.

Öykücü

*******************

Rutinlerimin detayları ve tetiklediği yan öyküler:

(1): Upclose and personal

(2): Olay tümüyle gerçektir. İsim takmadır. Seksene az kala hepimizde (ZM68) demans ve benzeri olgular kaçınılmazdır. Nezuş’un hep dediği gibi “Bu yaşta kızamık çıkarmıyoruz. Kabakulak geçirip çocuğumuz olmazsa diye bir endişe taşımıyoruz. Birbirimizin sünnet törenlerine gitmiyoruz”. Bu nedenle yaş günlerini kutlarken keyfin arka bahçesindeki el, ayak titremesi, demans, alzheimer, hele hele düşerek oramızı buramızı kırma riskimiz hep var. Örneğin iki gün önce denize girme hevesi gösterirken, dün (04.12.2022) deniz kenarında “it dalaşı” arasında kalıp da nasıl düştüğümü, yuvarlanıp gittiğimi, deniz kenarında olatalarını atmış rejisör koltuklarında biralarını keyifle içen iki genci heyecanla “Amca nasılsın ?” diye koşuşturmaları hep yaşam gölünde karşı kıyı görünürken atılan kulaçlardaki güç azalmasının bir sonucu. İki gündür test ediyorum “Bu düşme bel fıtığımı tetikleyecek mi ?“. Çok şükür; iyiyim. Şimdilik bir sorun yok.

(3): Briç : Çok iyi bilmem. Ustalar ya da ustalık yolcuları Goren’den ve sistemden söz ederler. Anlamam. Dört renk kağıdın briçce isimlerini “Pik, Kör, Kare, Trefli” ve üstünlük sıralarıyla hepsinin üstünde kozsuz bir deyişin “Sanzuti”nin hepsinin ağababası olduğu bilirim. Daha çok dörtlü masanın beşinci ya da altıncısı olarak yandan iki eli görüp de içimden ahkâm keserim. Enstitü yıllarımın öğle yemeği paydosunda yemekhanede yemekten sonra oyanırdı kantinden çukulatasına. Rahmetli hocam Prof.Dr.Niyazi Lodos da haftanın en az üç günü fakülteden enstitüye gelir; yemeğimize konuk olur ve briç masasında yerini alırdı. Yazımın içinde sınıf arkadaşım Ahmet’le (ZM68BEÇ) telefon sohbetimizde sözünü ettiğim “eşine kontur çekmek” gerçek bir olay değildir. Briç bilenleri gülümseten kısa bir anekdot olarak kullanageldiğim “diyalogta buz kırıcı” ya da “kapı aralayıcı” bir araçtırç

(4): Biri yalan mı söylüyor ? Zeytin bu yıl az mı, çok mu ?Tarım Yazarı Ali Ekber’e göre “rekor ürün” https://www.tarimdunyasi.net/2022/11/03/zeytin-uretiminde-29-milyon-tonluk-tarihi-rekor/

Prof.Dr.Ahmet Çınar hocamın paylaşımı (ZM68 grubumuzda tartışmaya açmıştım). Hocam Ahmet Çınar’ın Facebook paylaşımı. Dört yerli (Alaçatı; Germiyan; Reisdere; Ovacık ve Nohutalan köylerinden) zeytinci seksenlik dostum var her yıl güvenle yeni mahsül zeytinyağ aldığım. Üçü 80₺ dan biri (paraya acil ihtiyacı olmayan) 100₺ dan sezonu açtı. Geçen yıl 40₺ idi. Bunlara daha iyi günlerimiz vs (versus) çok güzel günlerimiz olacak!!!! Selamlar.

Beş zeytincimiz: Germiyanlı rahmetli Turgut eniştenin oğlu Nahit; Nohutalanlı Hilmi; Reisdereli Alper’in dedesi İsmail, rahmeli kayınpederimin seyisi Ovacıklı Sabri Aga ve sevgili Zeynep’in babası Urlalı Mithat bey. Hepsine teşekkürlerimizle.

(5): Google’a “copcu eriksonun beygiri” yazarsanız şu yazılarıma ulaşırsınız: https://www.copcu.com/2021/08/26/yasam-bufesinde-syn-nets/;

(6): Aslına Nezuş sabah ezanında (bu günlerde saat yedi gibi) uyanıyor; sabah namazını kılıp tekrar yatıyor. Bu nedenle yatakta kalkmak dokuza doğru oluyor. Öte yandan erken kalkıp daha fazla klima yakmaktan sakınmış da oluyoruz. Önceleri ve özellikle bahar ve yaz günlerinde daha erken kalkardık. Çayı demleyip, sütlü kahve içip yürüyüşe çıkardık. Bugünlerde yürüyüşlerimiz öğle ve hatta öğleden sonraya sarkarken bir zamanlar kartal olduğumuz yıllarda erken ve uzunca süreli yürüyüşlerimiz olurdu. Hem keyif alırdık hem de stentsiz ve by-pass’sız olduğumuz için sıkıntı çekmezdik.

(7): Eray’ın İngiltere’den getirdiği, küçük, sevimli, saatli radyo. Yılını tam anımsamıyorum. Eray’ın ilk yurt dışına çıkışıydı. henüz öğreniydi. Kendisi bulmuştu. İngiltere’nin kuzeylerinde bir çilek çiftliğine gitmişti. Ali Şen’in uçağı, otobüs yolculuğu, aynı koğuşta yirmi kişi yatmak, kasabanın klisesinde papazla dertleşmek ve verebildiğim toplam 250 Pound’un 150 sini geri getirmek ve bununla İzmir (Hatay) da rahmetli Nezih abimin tanıdığı bir mağazadan radyo teyp almak… Hey gidi günler hey ! Eray şimdi de yollarda. Geçen ay ABD’lerindeydi. Sonrasında Kore’ye gitti ve haftaya da Tayland var. Yolu açık ve aydınlık olsun. Mesleğini, akademik ve basiretli tacir ile birleştirme çabaları amacına ulaşsın. Bunca emeği keyifli, bereketli ve hakedilmiş kazanımlara dönsün.

(8): “Siera konuşunca bülbüller susar” bizim 1945 lerden kalma lambalı radyomuzun sloganı idi. Babam o radyo ile övünürdü “Aksekilli İbrahim paraya kıyıp alamadı; ben aldım 1945 yılında 250 liraya” derdi. Kendisi açar kendisi kapardı. Kimseye el sürdürmezdi ben çocukken. Altmışlı yıllarda henüz flört ederken rahmetli Lâtif’le birlikte radyonun dibinden ayrılmazdık cumartesi geceleri saat 20-21 arasında.

(9): “1+2” ne demek ? Yirmi yıl önceden var olan zemin kattaki yatak odamızı on yıl önce yıkmak zorunda kaldık. Dört duvar bırakıp pancurla depo gibi kullanıma izin verdiler. Dört yıl önce (!) “İmar Barışı” ile yeniden oda olunca rahat, kolay ve şık bir yatak odamız oldu salona bitişik düz ayak. İzolasyonu tam rabıta ile kaplayınca zemini hiç ısıtmasak da ayağımızı ve bizi üşütmedi yere bastığımızda. Böylece seksen metre karelik “1+1” yapısı oluşmuş ise de salonun önündeki yirmi beş metre karelik camlı bölme bize bir “oda + iki salon” şansı verdi. Böylece kış yağmurlarında ve çok soğuk havalarda bahçeye çıkamasak bile hep aydınlıkta, uzak görüşte vegörüntüsü gelip gürültüsü gelmeyen trağin aktığı yoldan eylem alan manzarayla yaşama şansımız oldu. Binlerce şükür daha ne ister insan…

(10): Riskleri minimize etmek… En büyük risk düşmek. Bu nedenle “aman ayağımızı üşütmemek için yerde halı olsun ama aman ayağımıza takılacak halı olmasın” diye özen gösterirken bu sabah (04.12.2022 pazar) deniz kenarında neden düştüm ?

(11): Babam yarı felçli gibi rahatsızken annem kalp krizi ile bir günde ölüverdi (1984). Babam sonrasında üç yılı aşkın bizimle yaşadı. Titiz biriydi. Yüz traşı kadar ve hatta daha fazlası olarak “etek traşı” isterdi. Her ikisi de bana düşerdi. Zayıftı ve sigara içerdi. Bu nedenle yüzü kırış kırıştı. Jiletle de yapsam elektrikli traş makinesi de kullansam her traşta babamın yüzünü keserdim. Buna rağmen hiç bir zaman şikayet etmedi. Bunu düşünür ve her sabah traş olurken babamı rahmetle anarım. mekanı cennet olsun.

(12): Özelleştirilmiş bal ve zeytinyağı. Yazın sonlarında doğru Keremgiller tekneleriyle Amerika’dan gelen kuzeni ve Eray abisi ile birlikte Yunan adalarına seyahat edince bize gerçekten bal kokusunda, lezzetinde Yunan Kekik Balı getirdi ki bu kadar “Makbule Geçebilir”di. Bu “Makbule” önündeki bizim evinyoldan geçen bir hanım değil; “hora geçti” demek istedim. “Hora “da bir tekne isimi gibi gelip de anlaşılır olmayabilir; lafı uzatmdan “bizi çok sevindirdi” demeye çalışıyorum. Bu kadar dolaylı davranmanın bir faydası var mı; sözcük dağarcığı için ? Ardından Eraygiller Sakız’a gidince benzer nefis baldan getirdiler. Büyük abi geri kalır mı ? Ümit de geçen ay oğlu barış’ın evini düzmek (!) için Amsterdam’a gidince, dönüşte o da seçkin bir Alman balı getirdi. Bal yönünden böyle zenginleşirken beş güvenilir kaynaktan gelen sızma/soğuk sıkma taze zeytinyağının nefasetine değmeyin gitsin…

(13): Lor peyniri hem bugünden hem de uzak geçmişten anılarımı buluşturdu. Cumartesi günleri rutinlerimize renk katan eylem Alaçatı Pazarı’na gitmektir. Daha önce yazdım. Domatesin üzerine dökmek için lor satın alırken çok titiz davransam da bu günlerde sonuç değişmiyor. Pazarda beş altı peynir satıcısı var. İki çeşit (sözde çeşit) lor satılıyor: Tulum Loru ve Kaşar Loru. Satıcıya diyorum ki “domatesin üstüne dökeceğim hangisinden alayım; hangisi daha kuruysa ondan alayım” diye sorunca “Tulum loru al” diyor satıcı. Ertesi hafta “Kaşar loru al” diyor. Satıcıyı değiştiriyorum. Sonuç değişmiyor. Bir ara daha kuru diye üç beş kuruş daha fazla verip “Tulum Kırığı” alıyordum. Biraz sorgulayınca tulum kırığının artık peynirlerin karması olduğunu öğrendim ve almaktan vaz geçtim. İzmir’de olursam ve cumartesi günü kurulan “Çiğli Pazarı”na gidersem daha lezzetli lor peyniri alma olanağım oluyor. Lorla ilgili bugün kü deneyimlerimden seksenli yıllara dönmek istiyorum. Kantini yönetirken Kemeraltı’ndan (henüz Tepecik’teki Gıda Çarşısı’na taşınmamışlardı) alırdık tüm ürünleri. Peyniri de bir arkadaşımızın kardeşi olan genç Haldun Sönmez’den alırdık. Ondan aldığımız bir kaşar loru olurdu ki abicim yeme yanında yat (lorun yanına nasıl yatılır ki…). Gerçi o kadar geriye gidince Havuzlubey Çarşısı girişindeki gerçek Sefer Usta’nın Menemenli mandaların sütünden yapılmış kazandibisinin tadını bugün beklemek de bir başka “abesle iştigal”. Ne de olsa yaş seksene gelirken geçmişe duyulan özlem giderek artıyor; dur demek kolay değil.

(14): Küçük tüp, büyük çelik tencere… Yirmi kilo domates, on kilo acı kırmızı biber… Sadece sapları ve varsa kötü yerlerini çıkarıp, çekirdekli ve kabuklu olarak üç beş parçaya kesip yavaş yavaş beş saat pişirme…Blenderde parçalama… Kaynar haldeyken kavanozlara koyma… Kaynar suda sterilizie edilmiş kapaklarını kapatmadan önce her kavanozdaki sosun sütte açık kalan yüzeyini korumak için biraz zeytinyağ koyma…Ters çevirip bir gün sonra sızma varma diye bakma ve kış boyunca sabah domatesine ekleyip afiyetle yeme… Sizi de bekleriz.

(16): Çocukluğumda Somalı günlerimde hep kızarmış ekmek isterdim. O zamanlarda özellikle evde “Ev Ekmeği” yaptığımız için ve çoklukla ekmek yapıldıktan birkaç gün sonra tazeliğini biraz yitirdikten sonra yendiği için ve de hele hele soba üstünde kızarmış ekmeğin bir başka rayihası (!) olduğu için ekmeği kızartması için anneme baskı yapardım. Ancak annem bir koşula bağlı olarak buna izin verir ya da çoklukla vermezdi: Buğdaylar ekilmiş olacak. “Buğdayları ekmeden ekmeği ateşte kızartmam” derdi. Annemi bana ve özellikle Nezuş’a olan öğretileriyle özlüyorum; özlüyoruz.

(15): Ekmek yönünden de zenginiz çok şükür evimizde. Keremgiller gelirken “Uzunkuyu-Kasap Hasan’ın Komşusu“ndan “Karakılçık Ekmeği” alır getirirler. Eraygiller gelirken Güzelbahçe’den “Siyez Ekmeği” getirirler. Ümitgiller Çeşme’ye gittiklerinde belediyenin büfesinden gerçek ve güvenilir “Ekşi Maya Tam Buğday Köy Ekmeği” alıp getirirler. Bu dediğim ekmekler de büyüktür; bir “okka” yı aşar büyüklükleri. Kimi zaman ekmekler hemen fırından çıkıp da bizim eve gelince sıcak olur. Soğuduklarında ben bunları dilimler ve buzdolabı poşetlerinde küçük gruplar halinde dipfrize korum. Sahi siz “okka” nedir ve “okka ile ekmek” arasında nasıl bir ilişki vardır bilir misiniz ? Altmışlı yıllarda ben babamın bakkal dükkanında çırakken (!) iki çeşit ekmek satardık: Harici ekmek ve Francala. Harici ekmek, yüksek randımanlı undan yapılırdı ve esmer olurdu. Ağırlığı da beyaz ekmekten fazla olurdu. Bir okka. Beyaz ekmek randımanı düşük undan yapılırdı ve harici ekmekten biraz daha hafif olurdu: Bir kilo. İkisini de aynı paraya satardık. Okka ile kilo arasında sanırım sadece üç yüz gram fark var; okka 1.300 g gibi. Bugün bir ekmeğin 300 gramdan bile küçük olduğunu düşünürsek demek ki fark öyle az, buz değilmiş. Miktarlar gibi yargılar da değişti: Büyük mü, küçük mü ?

(17): Yumurta masum mu ? Tavuk geziyor mu ? Damgalı mı ? Güzelbahçe’den özel gelenlerden mi yemeli ? Yirmi iki yıl önce by-pass olduktan sonra beş altı yıl hiç yumurta yemedim. Ispanağın demiri, yumurtanın kolesterolu hesap hatasına mı kurban gitti ? Daha sonra benim yolumdan Nezuş da stentlenerek gelince yumurta külliyen uzak kaldı kahvaltımızdan. Bir de “Kuş Gribi” uyarılarıyla ek yasak algısı oluşunca yumurta beklentimiz kendiliğinden düştü. Çok geçmedi. Yumurta yeniden ve hızlı bir giriş yaptı soframıza. Pandemi süresinde hergün kahvaltımızda yerini aldı. Bir kaç aydır, gün aşırı yemeye başladık yumurtayı.

(18): Bal ve Şeker: Kimse kusura bakmasın; ister ballıparmak markası olsun, ister bal gurmesinden Kozan’dan gelen ünlü bir markanın balı olsun hiçbir beklediğim aroma ve lezzeti vermiyor; herşeyden önce güven vermiyor. Örneğin Reisdere’de yeni açılan ve gerçekten de ürün çeşitliliği zengin olan bir şarküteride bile on çeşit balın fiyatlarını oluşturan kriterler bakınca “Bu şekersiz; bu az şekerli…” gibi ifadelerin yazılı kılınmış olması beni “bal ve şeker” ikilisi açısından irrite ediyor (ürpertiyor, rahatsız ediyor). Hele bir de kullanımı yasallaşmış “mısır şurubu” ortalıkta dolaşırken. Bu tür ticari uyarılar, “benim balım şekersiz” gibi yazılmış ürünü kaliteli kılma ifadeler beni alıp iki benzer mesajı amaçlayan konuya götürüyor: Bunlardan ilki 1986 yılında Dr.Kern‘le çıktığım “BMC (Basic Marketing Course)” da verdiği örneğe. Elektrikli battaniye satıcısının ürününü tanıtırken “benim battaniyem güvenlidir; yangın çıkmaz” sözleri. O günlerde elektrikli battaniyelerde yangın çıkması yaygın bir durummuş ve bizim satıcının battaniyesi yangına karşı gerçekten güvenli olsa da “yangın çıkmaz” sözlerinin yangını çağrıştırmasıyla satışın sıkıntıya girmesi. İkincisi ise hep örnek olarak verilen “sakınpembe fil düşünmeyin” uyarısının pembe fili düşünmeyi tetikliyor olması. işte bu nedenle “ben şekersizim” dediğinde ürünün etiketi, ruhum (ve hatta aklım) “hadi canım sen de !” diyor.

(19): Kahve keyfi: Yıllar önce alınmış Arçelik çift cezveli, elektrikli kahve makinasının optik gözünden biris, keyfine göre davranınca kahvenin keyfi kaçıyordu. Bunun üzerine onu çatıya kaldırıp ben daha basitini aldım. Onunla mutlu, mesut, bahtiyar kahveyi tam istediğim gibi koyuluk ve köpüklü yaparken Eraygiller Arzum’dan, Keremgiller de Beko’dan kahve makinası alıp gelmezler mi ! Ara sıra eleştiri ve azıcık da sitem duysam da “neden bizim makineyi kullanmıyon ?” diye ben benim basit makinamla devam ederim. Çünkü…Bir de makine bir yana “kahvenin kendisi” özel seçim konusudur. Her kim Karşıyaka’dan gelirse mutlak “Küçük Avcı” dan biraz hallice miktarda kahve alır getirir bize; sağolsunlar. Ziyaretlerin olur da arası açılırsa ve kahve tiryakileri “eskimiş, bayatlamış” derlerse (sesli ya da sessiz=ima) bu kez “Mehmet Efendi” kahvesini alırım komşu marketlerden ve birkaç gün bununla idare edilir.

(20): Destroyer: Tıkanan boruları açmada en etkili kimyasal. Bize (ZM68) tanıdık bir kimyasal: Derişik (%98) sülfürük asit. Önünde hiçbir orgabik madde duramaz. Dikkatli kullanmak gerek. Su ile bu kuvvetli asidin buluştuğu yerdeki kimyasal tepkimeden zarar görmemek gerek. Bu nedenle firması ilaçla birlikte gözlük, eldiven ve ciddi uyarı yazısı veriyor. Tıkanıklığı bu da açmazsa boruları kırmaktan başka çare yok. Yine de sağolsun Ümit internetten yedi metrelik “susta” aldı ve ilaçtan önce borulardaki tıkanık yerleri fiziksel güçle açmaya çalıştık.

(21): Klorak: Bugün sahip olduğu popülerite (tanınmışlık etkisi) ile olsa gerek ki aynı ürünlerden oldukça yüksek fiyatı olduğu için pek fazla tercih etmiyorsam da aslı astarı “sodyum hipoklorit”dir. Tıpkı “kağıt mendil” demek yerine “ver ordan bir Selpak” derken, ya da kendi sektörümden “Folidol içmiş intihar etmiş” derken olduğu gibi pazara ilk giren ürünün adı yerleşiyor dillere. Yoksa bugün kullandığım daha çok Şok’la yola devam eden “Mintaks”. Demek istedğimi bulaşık tabaklarda yumurta ya da balık vara mutlaka “Klorak” kullanırım ben; işte bu kadar !

(22): El yıkama: Bir soru sorulmuştu bir zamanlar: “elleri yemekten önce mi yoksa sonra mı yıkamalı ?” diye. Ben bu soruya verilen yanıtı esas alarak tuvalet için sordum ve yanıtı da yazdığımda ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız. Tuvalete işemeye giderken “ellerimizi işemeden önce mi yoksa sonra mı yıkamalıyız ?” sorusuna beklediğim yanıt gelmezse ben aynen şöyle yanıtlarım: “İşemeden önce yıkamalı nimete saygı olarak”; işedikten sonra da yıkamalı “Nimete şükür olarak”… Anladın sen !

(23): Çimlerim de çim olsa bari ! Bölgenin en iyi firmasından (meslektaşım Asil T.) Bermuda’nın en seçilmiş olanından hazır çimle yenilemek bile safiyetini en fazla üç yıl koruyor. Daha sonra ot yolmaya başlıyorum. Sezon başında Topalak (Cyperus sp: > büyük olaslıkla C.rotundus -ki çiçek açmasını beklemeden yolduğum için çiçeği mor mu sarı mı görmüyorum. Seksenli yıllarda özellikle CINOS‘un ilk evresinde Teknik Danışman iken DL isimli ilacın promosyonlarında (pullu pushtluk) çok yakındım Topalak’a) yolmak; sezon sonunda bugünlerde Üçgül (Trifolium spp) türlerini yolmak çimlerle ilişkimin temel işleri. Herbisit kullanmıyorum. Hoş, meyve ağaçlarım, zeytin dahil fungisit ve insektisit de kullanmıyorum. Bu nedenle limonlarımın genç filizleri Yaprak Galeri Sineği ile, Japon güllerimin kuytuda havasız kalan dallarındaki Unlubit ve Beyazsineklerle sararmış yaprakları bir ziraatçıya yakışmıyorsa da kimseye ziraat mühendisi olduğumu söylemiyorum (İşte bu ifadeyi yazınca ünlü bir reklamcının bir sözünü anımsıyorum : “Kimseye reklamcı olduğumu söylemiyorum; annem beni genelevde piyano çalıyorum sanıyor” demişti).

(24): Keson Kuyu: Otuz beş yıl önceydi. Çeşme’de en büyük sorunumuz susuzluktu. Tankerlerle yalvar yakar aldığımız suyu küçük bir dalgıç pompayla çatıda tavan arasındaki depoya basar ve gıdım gıdım kullanırdık. Rahmetli kayın biraderim nezih abinin yoldan çevirip getirdiği kuyucu Ali kazması küreği ile bize 13 metrelik bir kuyu açtı; tıpkı çocukluğumda ebeveynlerimin tarlalarındaki gibi. Artezyen değil ve bu tür kuyularda yüzey suları da toplandığı için sadece bahçe sulamaya yarıyor. Bu nedenle bu tür bir kuyunun başka amaçla kullanılamaz suyu ile çim suladığımdan dolayı “susuzluk tehlikesi altında çim mi sulanır ?” sorusunu yanıtlarken kendimi biraz affediyorum (sa da hortumu her elime alışta içimde bir rahatsızlık kıpraşıyor).

(25): pick-up positives, ignore negatives” bildiğiniz gibi SSTC Öğrenme Yolculuklarımın iki ana mesajından birisidir. Müşteri ile gelişen diyalogun müşteri responslarının ele alınması aşamasında müşterinin itirazlarına takılıp kalmamak, fayda sunmak, soru sormak, dinlemek ve müşterinin “kaymakamlaşmasını” doğal görmek ve satın alma sinyallerini yakalayıp sipariş sormaya odaklanmak için bu konuyu bir tam gün işleriz. Google’da “copcu sstc” yazarsanız bu konuyla ilgili yazılarıma ulaşırsınız.

(26): Yürüyüş ve Deniz: Bu yazımdaki “Birgün” şimdinin “Bugünü” yani kış sezonun rutinlerindeki bir gün. Bunu yazda “birgün” olarak baksaydım. Sabah uyanışımız sabah ezanıyla nerdeyse saat sabahın dördü olur ve sekize varmadan traştan sonra çay demlenmeye bırakılır ve denize gideriz. Nezuş bir saati aşkın, birbuçuk saat gibi yüzerken ben önce yarım saat yürüyüş yapar ve yürüyüş boyunca sahildeki atıkları toplarım. Daha sonra da bir saate yakın kitap okurum sahilde. En keyifli ve verimli, bereketli anlardır yazın sahildeki güne başlayış.

(27): Semt Pazarları: Başta Reisdere ve Alaçatı olmak üzere Ilıca ve Çeşme pazarlarına gideriz haftanın dört günü. Amaç hem sebze-meyve almak hem de eski dostları görüp anıların sıcaklığında keyif almaktır. Bize en yakın olanı (iki kilometre kadar) ve karakteristik bir köy pazarı olan “Reisdere Pazarı” çarşamba günleri kurulur ve hemen her hafta gideriz. Orada Nohutalanlı Hilmi Abiyi, Reisdereli Tahsin abiyi görürüz. Selam ve sabahla, güler yüzleriyle yerel dillerindeki dostlukla ısınırız. Hilmi Abiden süt, bakliyet, kendi öğüttüğü tam buğday unu, yumurta ve sezonunda (bugünlerde) zeytinyağı alırız. Tahsin Abiden de kendi bahçesinin mandarin, nar gibi meyveleriyle yeşillik alırız. Ertesi gün (Perşembe) Ilıca Pazarıdır. Herşey bulunur. Zengindir. Park sorunu yoktur. Ara sıra gideriz. Hilmi Abi bu pazara da gelir. Köpeklere “Çorbalık” alırım. Küçük çiftçilerin ayrı bir tezgah sırası vardır. Ve cumartesi günü kurulan, haftanın en geniş kapsamlı pazarı Alaçatı Pazarı esas hedef pazarımızdır. İzmir’den bu pazara turlar düzenlenir. Bostanlı Pazarının giysi kısmı kadar büyüktür pazarın giysi bölümü. Hemen her hafta gideriz ve çoklukla ya Ümit ya da buradaysa Bülo da katılır pazar turumuza. Bu pazarda pazar arabamız dolar ve elimize kalan kimi torbaları taşırken yorulur kollarım. Bu pazardaki kadim dost Ovacıklı Sabri Agadır. Sabri Aga, diğer zeytinyağı aldığımız kişidir. Sabri Aga’nın bir başka özelliği vardır ilişkilerimizde. Sabri Aga gençliğinde rahmetli kayınpederim “Kel Salih”in seyisiymiş ve öyle küçük anekdotlar anlatır ki her seferinde sanki ilk defa duyuyormuşuz gibi keyif alırız ellili yıllardan günümüze sarkan etkisiyle. Sabri Aga’nın tüm ürünleri kendi tarlasından, bahçesindendir. Patlıcanları yamuk yumuktur. Kıl Acı Biberleri gerçekten acıdır ve laf aramızda Sabri Aga’da tarım ürürnleri pazarın genelinden biraz daha ucuzdur. Pazar günü Çeşme Pazarı kurulur. Ara sıra gideriz. Bu pazardan tanıdığımız bir “Ayşe Teyze”miz vardır ki kimi zaman kuşku duysam da Nezuş’un başı çektiği ve çocuklarımızdan özel istekli katkılar sağladığı yardıma muhtaç biridir Ayşe Teyze ve evde makinaya bağlı yaşayan kızı (!). İyilik yaparken ürkütmemek gerek diye düşünüp sessizliğimi sürdürürüm.

(28): Esra ve Beyaz eşya satıcısı ile Prof.Yalçın Küçük’e göre Bergüzar: Yabancı diziler en fazla bir saat, ortalama olarak kırk beş dakika sürüyorken bizimkiler üç saat. Dizicilerin heybelerinde pek fazla azık olmayınca en basit “kapalı uçlu soruya” olumlu ya da olumsuz tek bir sözcükle yanıt vermeden önce beş dakika sessizlikle ve donuk bakışlarla dolduruyorlar süreyi. Bunu Şehrazat rolünü oynarken Bergüzar için demişti Prof.Küçük “Öküzün trene baktığı gibi bakıyorlar” diye. Bu nedenle öğleden sonraki laptoplu zamanımda televizyon ekranında Nezuş için program yapan Esra’yı ben de çaktırmadan göz ucuyla izliyorum ve görüyorum ki yerli ve milli (ısmarlama) dizilerden çok daha “gerçekci”. İşte bu “gerçekci” sözü de aynı anda beyaz eşya satan komşu iki esnafın satış destek promosyonlarındaki durumlarını çağrıştırıyor. Kısaca tekrar yazayım: Bir karikatür karesi. İki arkadaş buzdolabı almak için satıcılara bakıyorlar. Karşılarında iki dükkan. Haziran ayındalar. Soldakinin kapısında satıcı ayakta ve vitrinin camında şöyle bir yazı var: “Bizde kampanya var. Alırsanız ödemeler ekime”. Sağdaki diğer dükkandaki satıcı kapının yanına bir sandalye koyup oturmuş ve vitrinindeki yazı da şöyle: “Bizde kampanya yok. Alırsanız ödemeler ekime, almazsanız s*kime”. Alıcı adayı arkadaşına dönüyor ve “Sağdaki daha gerçekçi; ben ondan alıcam”. İşte Esra’nın canlı programı da tüm dizilerden daha gerçekçi. Ne dipnotmuş ama ! Esra, Yalçın ve Satıcı ile renklendi ( burcu sanatı gibi oldu; hadi canım sen de ! Kendini peynir ekmek gibi nimetten sayma; biraz alçak gönüllü ol).