“…Solomon Adaları’nda yaşayan yerlilerin ilginç bir ağaç kesme yöntemi olduğunu biliyor muydunuz ? Elektronik testere gibi teknolojik nimetlerden mahrum olan yerliler, baltayla kesemeyecekleri kadar kalın bir ağacı üfleyerek deviriyorlarmış… Hadi canım sende ! Pek de usta bir yalancısın. Olur mu böyle şey ? Sözün gücü bu denli yüksek olabilir mi ? Bizimkiler sözleriyle adam devirdiklerine göre demek ki söz, istenirse baltadan daha güçlü oluyormuş. Hele bir de usturuplu yalanlarla süslü olursa…; O yalan, bu yalan; fili yuttu koca yılan, bu da mı yalan ? …”
By-pass olmanın kısıtlarına rağmen; İkiz Kulelerin yıkılışını Nevşehir’de Hasaköy’de kahvede seyrettik (110900) ve iki hafta sonra patates tarlalarında Cuma abi ile yaptığımız sohbeti patates sökümüyle sonlandırdık.
Merhaba
Çeşme’nin bu pazar gününde gün akşama kavuşurken hava yine içine kapandı. Geçen iki güne baktığımda Çeşme’de Mart ayının havasını bir yosmaya benzetmiştim. Sabah yürüyüşe çıkıyoruz, adeta kış ve dönüş yolunda tam bir yaz. Güneşi görünce elime bel küreğini alıyorum bahçeyi bellemek için, iki kürek sonra kapanıyor hava. İyi korunmak gerek. Sıkı giyersem terlerim, ince giyersem üşürüm derken “Yosma” sözcüğünün dilime lise yıllarındaki Mayk Hammer romanlarından girdiğini anımsıyorum. Bu sözcük bana göre ait olduğu grubun sınırları içinde kullanıma en uygun olanı ve bana oldukça yumuşak (!) ve masum gibi görünüyor, zamane köçeklerine bakınca…Binlerce dansöz var… Kimi yeni sözcükleri de insan (ya da ben geç kalıyorum) yetmişinden sonra bile öğreniyor. Örneğin: Triyaj. Dün akşam “New Amsterdam” dizini izlerken duydum ve ne demek ola ki diye düşünüp baktığımda karşımda içleri kumla dolu altı kova belirdi. Ne alaka !
Hastanelerde acil serviste hangi hastalara öncelik verilmesi, savaşta öncelikle kimlerin kurtarılması anlamına geliyormuş Fransız orijinli triyaj ve bana “Yangında İlk Kurtarılacak” uyarı yazılarını anımsattı. Elli yıl önce hemen her kamu kuruluşunda metal dolaplardan biri veya birkaçı üzerinde olurdu bu uyarı yazısı. Belli ki içinde önemli evraklar olurdu bu dolaplarda. Yangın çıktığında herkes kaçarken gerçekten de biri örneğin “En Kahraman Rıdvan” bu dolabı açıp içindekileri yüklenir miydi ? Belki o günlerde böyle birileri vardı. Ya da Enstitü yıllarımda olduğu gibi sivil savunma ekipleri mi bu görevi üstleniyor hala ! Okullara girince hemen ilk karşıma çıkan, askerlik şubesine gittiğimde hemen gözüme çarpan ya da Erzurum’da tabur binasına girişte hemen dikkatimi çeken altı kova olurdu kırmızıya boyanmış. İçleri kum dolu olur ve bunlara duvara asılı kazma ve kürek eşlik ederdi. Her kovanın üstünde birer harf olurdu. Üç kova yükselen üç basamakta yer alır ve “YAN” yazardı üstlerinde; sonraki üç kova da alçalan üç basamakta “GIN” yazısı ile yerlerini alırdı. Yükselen ve alçalan basamaklardaki yazı birlikte altı kovada “YANGIN“yazısı okunurdu. O zamanlar Allah korusun, olur da bir yangın çıkarsa “Kaçmayalım, haydi arkadaşları gelin birlikte söndürelim” derdi insanlar. Şimdilerde kova ve kum yerine yangın söndürme aletleri de olsa “Kaç kendini kurtar” bence daha baskın bir davranış biçimi. Neden mi ? Günlük yaşamda zaten her yer yangın yeri. Kimsenin yangın söndürmeye niyeti yok. Hele otorite kendi derdine düşmüş ve işsiz gençler, yoksunluk yaşayan aileler için çözüm üretmek yerine “Başınıza taş düşsün” diyecek kadar sıkıntılara duyarsız ve umarsız. Ya taş onun başına düşerse ve “yandım Allah” diye kaçarken nelerin kurtarılması triyaja uygun seçilebilecek mi ? Avarel ve avanesinin kaçınılmaz kaderi inşallah hepimizin kederi olmaz. Yalan ve dolanla çevrelenmiş uygulanamaz yasaklar da işin cabası ki beni yine yıllar öncesindeki rahmetli Çetin Altan’ın bir köşe yazısından zihnime kazınan bir cümlesine götürdü.
“Varlık içinde yokluğu, yok saymanın en kolay yolu, uygulanamaz yasaklar koymaktır” diye yazmıştı rahmetli. Bunu ne zaman yazdı ? Bu yazının tamamında neler vardı ? gibi sorularıma yanıt bulmak umuduyla rahmetlinin Yapı Kredi Yayınlarında 1997 yılında yayımlanmış “Şeytanın Gör Dediği” köşe yazılarının derlendiği kitabını satın aldım pandemi kısıtlarında internetten. Yepyeni bir kitap ve ilginç olanı kitap 4,5 TL; kargo ücreti 8,5 TL. Kitabı okuyorum. Şimdilik aradığımı bulamadım ama 32 nci sayfasında “Düş ve Yalan” karmasında Pascal’ın bir sözüne takılıp kaldım. Yukarıdaki özlü sözü neden çok sevdim ? Nedenini iki örnekle açıklamaya çalışacağım. Örneklerden biri bu günlerden, diğeri ise 1986 yılında “Birinci Tarım İlaçları Paneli“ne ait.
Şimdilik sarı görünen İzmir’de pandemi kısıtları bir nebze olsun azaltılırken berbere girerken HES kodu kontrolü yapılacağı; restoranlarda oturma düzeninin %50 olacağı uyarılarını düşünmeye başladım. Ya yarın Alaçatı’da berber Hayri’ye gittiğimde HES kontrolü yapmazsa, ya Fethi’nin müşterileri kapasitesinin %51 i olursa nol’cek o zaman ? Kimin kantarı bu ölçüleri doğru tartacak ? Rekabetin kirliliğinde kim kimi şikayet edince kim ne yapacak ? Uygulanamaz yasaklar yalancının işine yarayacak mı ? Bunların hemen hepsi birer yalancı yasak olacak mı ? Bunların hemen hepsi “Arda’dan Masallar” benzeri uyduruktan yasaklar mı ? Çünkü yasaklar ve yaşamın dayattıkları öyle bir yere dayandı ki “kim korkar hain kurttan” yargısına çok az kaldı bu pazar yine lebaleb dolu olan İstanbul sokaklarına bakınca ve isyan etmemek için direnenlerin canına tak etti çaresizliklerin kıskacı. Bugünün zor koşullarında “uygulanamaz yasaklar” iyi güzel de 35 yıl öncesinin bilimsel panelinle koşut olan ne ?
Havalar biraz daha ısınsaydı ve yosmanın yaz güzelliği azıcık daha sürseydi çatıdan notlarımı bulurdum. Şimdilik anıların zihnimdeki izleriyle öykümü şekillendireyim. Üniversite ve Tarım Bakanlığının Ankara ve Bornova temsilcilerinin katılımıyla Derneğimizin (TFD) Antalya’da düzenlediği “Birinci Tarım İlaçları Paneli”ni izledim. On yıl sonra Ankara’da yapılan ikinci bilimsel toplantıya (bu kez simpozyum) bir bildiri ile katılmıştım. Her neyse ben yine birinciye döneyim. Panelin yöneticisi rahmetli Prof.Dr.İ.Karaca idi. EÜZFakültesi adına Doç.Dr.N.Delen (şimdilerde emekli profesör), Enstitüler adına rahmetli Dr.C.Saydam, İlaç firmaları adına TİSİT temsilcisi olarak Dr.H.Kıroğlu ve Bakanlık adına rahmetli Dr.Saffet (tüh Allah kahretsin soy adını anımsayamadım; galiba Öztürk idi; emin değilim) panelist idiler. Panel iki tur olarak yapıldı. Önce sorunlar saptandı; sonra ikinci turda çözümler önerildi. Sonuçta sorunun da çözümün de çok basit olduğu görüldü.
Sorun; Eğitim, Denetim ve Organizasyon (EDO) eksikliğinin sonucuydu. Çözüm; Eğitim, Denetim ve Organizasyonun (EDO) geliştirilmesiydi. Bilinenin tekrarı, malumun ilanı; yeni bir şey yok. Sadece 6968 sayılı özel yasası olmasına rağmen, Üniversite ve Enstitü düzeyindeki eğitimin yayımcı kuruluşlarla tarlaya, bahçeye, seraya kadar inmesine rağmen, Köy Grup Teknisyenliğinden Bölge Başkanlık sistemine kadar uzanan bütünleşik bir yapıya sahip olmasına rağmen yine de gelişmeler kırk yılda bir arpa boyu yolu aşmıyordu. Neden ? Nedeni çok basit: “Loosing Faith /İnancı Yitirmek“… Ne denetimi yapacak olan kamu çalışanın inancı ve hevesi vardı gerçek anlamda denetim yapmaya; ne eğitimin ezbere dayalı sınıf öğretisinden öteye gitmek için inancı vardı özverili olmaya; ne de yapıların gerçek bir amaç için bir araya gelip de gecelerini gündüzlerle bütünleştirip köy köy kahve kahve dolaşmak için seferberlik ilan etmeye inançları ve niyetleri vardı. Şimdi de aynı terane. Devlet (kamu) sahip olması gereken rolden (sorumluluk) o zaman da kaçıyordu; şimdi de. Dönülecek bir köşe yoksa Katrancı Koyu’nda 52 gün çadır kurup da artık kimse rahmetli Karman’lar gibi işe eğlence katarak da olsa özveriyle Yeşil kurt biyolojisini takip etmeye niyetli değil. Bu nedenle 35 yıl önce tarımsal savaşım ya da daha odaklı ifadeyle ilaçlı savaşım için doğruları etkin kılmak için ortaya konan önerilerdeki, “sorun EDO’da çözüm EDO’da” kararları nasıl salon gösterisinin ötesine geçmediyse bugün de “Burdan size ekmek çıkmaz” sözü ile başka kapıyı işaret eden avarelin avanesinden de bir şey beklememek gerek. Herkes kendi önlemini alacak; herkes kendi başının çaresine bakacak ve yakın yarınlarda yaşanılması bir yangınımsı olayda hiç kimse altı kovanın yanına gitmeyecek. Yarının tiryajında bakalım kimler filikaya binecek, kimler de tutunmaya çalışırken kafasına kürek yiyecek. Gün olur alır başımı giderim… Giderim, giderim de atamam kendimi denize, serde erkeklik var…
Yazımın girişindeki Solomon Adası yerlilerinin ağaç devirme söylencesi “Sözün Gücü” başlıklı kısa öykünün ilk paragrafıdır ki aslını Senai Demirci’nin “Aşka Dair Öyküler” isimli eserinde bulabilirsiniz. Söz baltadan daha keskin olabilirmiş. Peki sözün bu gücü neye bağlı ? Sahibinin ne kadar yalancı oluşuna mı ? Söyleniş biçimine mi ? Yerine ve zamanına mı ?
Rahmetli Çetin Altan, 3 Mart 1971 de yazdığı “Bir ömürde saklananlar anlatılanlardan daha çoksa” başlıklı yazısının bir yerinde “Başarıyı Tanımlamaya” çalışır. Rahmetli Sabancı’dan örnek verir: Başarının kriteri kazanılan paradır. Bir yerinde de başarıyı “Yalan söyleme zorunluluğundan kurtulmuş olma düzeyi” diye tanımlar. Bunlardan sıyrılıp bugüne bakıyorum ve buruk bir bayram görüyorum.
Bugünün 14 Mart Tıp Bayramı olduğunu düşününce;
*Ailemdeki hekim çocuklarım sevgili Dr.Özgen ve Dr.Eray’ın,
*Yıllardır en kritik anlarımızda yanımızda olan sevgili Dr.Salim’in;
*Öğrencilik yıllarımızın yetersizliklerinde ciddi sağlık sorunlarımıza çözümler üreten ailemizin bireyi gibi olan Dr.Mehmet’in
*Kardiyologum Dr.Apti ile oğlumun sınıf arkadaşları Dr.İlter ve Dr.Erkin’in;
*Aile hekimimiz Dr.Berkay’ın Tıp Bayramlarını kutluyoruz. Onlara minnettarız. Haklarını ödeyemeyiz. Şükür ve şükranla ömürlerine bereket diliyorum. Umuyorum ki bir gün sağlık için bir triyaj kavşağında seçme zorunluğu yaşamadan pandeminin hakkından geliriz.
Hakkıyla kutlanan, kutlamanın keyfi ve hazzının yaşandığı bayramlarda buluşmak umuduyla sağlık ve esenlik içinde, açık ve aydınlık yollarda hekimlerimize kolaylıklar diliyorum.
Öykücü
NOT: Yazılarıma eklediğim videolar kimi zaman sünnetçinin vitrinindeki çalar saat gibi olsa da bu yazım doğru zamanda yayımlansın diye şimdilik görselden yoksun olsun.