Yaşam Büfesinde “Tristeza”

“…“… Yaşam hepimize belli süreçler için farklı roller yüklüyor ve hepimiz bu rolleri bazen başarı bazen yenilgileriyle oynuyoruz. Mesajlarınızda vurguladığınız gibi, güzel değerleri, iyilikleri koruyabilmek, sürdürebilmek ve aktarabilmek, AİLEnin önemini ve  bütünlüğünü her zaman yaşatabilmek hepimizin önceliği olmalı. Copcu soyadını paylaşmak hepimize hem belli görevler yüklüyor, hem de hayatlarımıza pek çok güzellikler katıyor. Ama sanıyorum ki, bu güzelliklere gelinebilmesi bu güne kadar bu soyadına Dörtbudak‘ların, Yeni‘lerin, Demir‘lerin ve Varol’ların da karışmış olmasından ileri geliyor. Hepimiz, çok büyük bir AİLE‘yiz ve biliyoruz ki arada ne kadar mesafeler olursa olsun kalplerimiz birlikte atıyor…”

Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, Gönlümün kıyısına vurur. Aşınan kayalar gibi rûhum, Suskun, yorgun öylece durur / Islak kumlara yazılmış hikâyeler, Ummâna karışır, silinir yavaş yavaş. Her dalga ömrümden birşeyler koparır. Ağır ağır sönen gönlüm, Sakin koyları özler. Son kum tanesi olana kadar / Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, Gönlümün kıyısına vurur. Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir. Son kum tanesini alana kadar

Merhaba

Ağustosta hava biraz puslanınca, ne zaman gözüm dalsa, ufka bakıp anılara dalıp gitsem hep Eylül-Ekim 1986 Les Barges-İsviçre‘de yaşadığım hüznü anımsıyorum. Bugün de öyle oldu. Bu biraz da keyifli bir hüzündür. Hüzündür, çünkü dört erkekle eşimi evde tek başına bırakıp iki haftalık öğrenme yolculuğuna çıkmıştım. Hüzünlündür o günler; gerçekten de Montreux ve Lousanne’a odaklı keyifli öğrenme yolculuğunda hava gerçek bir güz hüznüne sahipti. Geride bıraktıklarıma takılı aklımı, öğrenme yolculuğu öncesi arındıramamış ve ruhumla özdeşleşen havanın griliği içimdeki hüznü derinleştirmişti. Geride bıraktığım dört erkeğin biri 72 yaşında yarı felçli rahmetli babam, biri bugün “BE İkilisi” erkek torunlarımın idolü olan beş yaşındaki Kerem ve diğer ikisi de 20 ve 17 yaşlarındaki iki oğlumdu. Yaşam alanı, annemin vefatından sonra (1984) Tepecik’te iki kata yerleşmiş ve kendi özgün tarzlarını koruyarak var olmanın dayanılmaz hafifliğinde minnet duygusu ağırlıklı zor ve daha sonra yemeği yaratacak emekle doluydu. Bende İsviçre’nin hüznü, evde, Nezuş’ta fakültenin ekstra zorluklarıyla artan rutinlerin katmerleşmiş hüznü…Kim daha çok korkuyordu ? Hüzün ve Tristeza…

Tristeza

Yazımın girişindeki tümceleri 12 yıl önce yazdığım bir yazıma odak olmuş, C13 ün bir üyesinden gönderilmiş bir kutlama mesajından aldım (https://www.copcu.com/2010/04/25/yasam-bufesinde-3dx2p4h10s/). Bu yazıya “copcu tristeza” yazarak Google’dan eriştim. Amacım “tristeza” başlıklı yeni bir yazı için duplikasyondan sakınmaktı. Ne zaman Eylül olsa ben hep “tristeza”ya takılırım. Aslında bu sözcüğe ilk defa Enstitüde Dr.T.Azeri (Turan Hoca)‘nin turunçgil virüs hastalıkları konusundaki araştırmaları ve yayınları ile tanıştım. Daldan dala atlasa da yazımın girişindeki konular Dr.Azeri’yi düşününce üç farklı konu, anı ve algı çağrışım yapar belleğimde. İlki mikrotonda kesit alıp mikroskopta boyama teknikleriyle bitki virüslerini kolayca ve hızlıca tanımlamasıdır. Öyle ki bir virüs hastalığı için fakülte iki yıllık bir yüksek lisans tezi verirken Dr.Azeri iki haftada tanımlar ve yayımlardı “The Journal of Turkish Phytopathology” dergimizde (Azeri T., 1981. Decline Of Satsuma Mandarin Orange In Turkey. J. Turkish Phytopath. Vol. 10, Num. 1, 37-44; Azeri T., 1984. İzmir İlindeki Satsuma Mandarinlerinde Göçüren (Tristeza =Quick Decline) Hastalığının Zarar Derecesi, Tanımı, Dağılışı ve Farklı Irklarının Saptanması Üzerindeki Araştırmalar. Tarım ve Orman Bakanlığı. Zirai Mücadele Zirai Karantina Araştırma Eserleri Serisi, No, 45. Ankara: 99 p.)

Ben onaltı yıllık enstitü yaşamımda Türkiye Fitopatoloji Derneği‘nin ya saymanı, ya yazmanı ya da yayın işleri sorumlusu olarak her zaman görev aldığım için yayınlanmak için gönderilen tüm araştırma sonuçları elimden geçerdi. Bu ekstra görevin en büyük yararını doçentlik sınavında gördüm. Jürimin hemen hepsinin uzmanlık ve özel araştırma ilgi alanlarını yakından tanıma, bilme ve araştırmalarını dergide yayımlarken kişisel olarak yakınlaşma şansım oldu. Arada kaynamasın; ben unutup giderim diye şimdi Dr.Azeri’nin belleğimdeki ikinci izine değineyim.

Paylaşılmayan Boyama Teknikleri

Paylaşmak ya da paylaşmamak; işte bütün mesele. Bir zamanlar “bilgi, güçtür” sözünün en önemli koruması çekmecelere saklanan bilgiydi. Ne zaman ki dijital ortamlar, sosyal medyalar etkinleşti çekmecelerdeki bilginin gücü kalmadı. üstelik o kadar hızlı eskidi ki bilinen bilgiler kendisini yenileyemenlerin ödedikleri ummana ulaştı. Turan hoca gibi rahmetli Atıf Atilla bey de yazma özürlü olduğu için, yazmadığı için deneyimlerle zenginleşmiş sahip olduğu bilgiler kendisiyle birlikte mezara gitti. İnşallah Ahmet (Prof.Dr.AA) yazma görevini üstlendiği bu konuda verdiği sözü yerie getirip Atıf beyin bilgilerinin yitip gitmesini önlemiştir. Mekanı cennet olsun (vefat ettiğini bilmeden yazıyorum; sağ ise ömrü bereketli olsun) Turan hoca da paylaşmayı sevmezdi; paylaşmazdı.

Rivayet olunur ki; Dr.Azeri uzun süreli olarak ABD’ne gitmiş ve kimseyle paylaşmadığı boyama tekniklerini öğrenip gelmiş. Gitmeden önce açık fikirli biriymiş-ki bunu yazması azıcık edepsiz olan örneklerle hikaye ederlerdi. Dönüşte Dr.Azeri’ye bir haller olmuş. Kapanmış, ailesini kapatmış ve rahmetli Yıldıray’la birlikte Hisar Camii’nde her cuma FG hocanın müdavimi olmuş. Bu son kısmını ben yaşadım. Evet, Dr.Azeri ve Bülent’in kardeşi Yıldıray inançlı FG müritleriydiler. Enstitüdeki tüm arkadaşlar bunu bilir ve onlara ötekileştirmeden takılırlardı. Ancak dalga geçmezler ya da konuyu ciddi bir tartışma odağı haline kimse getirmezdi. Dr.Azeri ve Yıldıray isteselerdi yetmişli yılların başlarındaki “Birinci MC Hükümeti” sırasında Enstitüye müdür bile olurlardı; çünkü Tarım Bakanı MSP’den Fehim Adak‘tı. Bu ikisi inançlarını işlerine yansıtmadılar. Öyle ki rahmetli Yıldıray, aynı yolun aşırı yolcusu olan kardeşi Bülent ile küs olarak yaşama veda etti (der özellikle eşi). Her neyse. Bu paragrafın amacı bitki virüs hastalıklarını tanılamadı hızlı olan ve bunu da kimseyle paylaşmadığı boyama teknikleri ile yapan, Amerika dönüşü sağa kaymış olan Dr.Azeri’nin şimdi belleğimdeki üçüncü izine değineyim.

Enstitüde Virüs Hastalıkları Laboratuvarı çalışanlarının öyle bir kombinasyonu vardı ki her laboratuvara nasip olmaz böylesi renkli arkadaşlar. Genç Ülkü’nün atanmasından önceki görünüm şöyleydi: Laboratuvar Şefi Orhan Özalp: İsmail, Sadık, Zehra, Mahmut, Meliha, Kadriye, Sevim, Hüseyin, Kemal gibi diğer şeflere benzer, ellilerin başlarından kalma yaşını başını almış, rahmetli Nihat İyriboz‘un tezgahından geçmiş neşeli ve dünya umurunda olmayan bir meslektaşımızdı. Ben onu hep maaş yetersizlikleri ve beklenen zamlar ya da “yan ödeme” konusundaki söylentiler çıktığında iyimser tutumuyla “cebinizde bilin” sözleriyle anımsarım. Kendisini rahmetle anıyorum. Uzmanlık yapmış mıdır, yoksa bakanlık uzmanı olarak tayinle şefliğe uygun bir akademik kariyer sağlanmış mıdır; bilmiyorum. Ama bence “alaylı” denen türde deneyimle bu şeflik görevi verilmiştir. Aynı laboratuvarda sözünü ettiğim Dr.Azeri, Ercan Heper ve daha sonra İngiltere’de lisans üstü çalışmasını tamamlayıp gelen Dr.Tomris Nart (Türkoğlu) vardı. Ercan bey, “Biber Virüsleri” konusundaki uzmanlık çalışmasını tamamladıktan sonra özel sektöre geçti ve Bayer’in Ege Bölge Müdürü olarak emekli oluncaya kadar şirketini başarılarla taçlandırarak çalıştı. Seksenli yılların ortasında (01.05.1985) istifa edip Ciba-Geigy‘li olunca Alev (ZM68 Alev Kutay)‘in isteği ile özel sektör oriyantasyonumun bir bölümünü rakip şirket olmasına rağmen Ercan’ın yanında yaptım. Özellikle pazar analizlerini ve bütçe için kestirimleri onun yanında pekiştirdim. Kimi zaman rekabetin doğası olarak çatışsak da 24 yılda hiçbir zaman “fair competition” nın dışına çıkmadık. Ve işte Dr.Azeri’nin belleğimdeki üçüncü anısı.

Dr.Azeri çok çalışkan birisiydi. Odasından çıkmaz; kimseyle özel bir sohbet ile zaman öldürmez ve çoklukla mikroskop başında aldığı ve boyadığı kesitleri incelerdi. Ercan kendisine sürekli olarak “Bak Turhan, bu kadar mikroskoba bakma; sonra kör olursun” diyerek işleyip dururdu. Dr.Azeri birgün mikroskobun başından bir anlığına ayrılınca Ercan, mikroskobun okülerine (preparata bakan alt mercek) bir kopya kağıdı parçası yapıştırdı. Dr.Azeri sandalyesine oturup mikroskobun objektifine (gözünü dayadığı mercek) gözünü yanaştırdığında görüntüyü simsiyah görünce yerinden hızla fırlayıp koridorda “Kör oldum; kör oldum” diye bağırdığı anlatılırdı. Azeri’nin kendi kabuğundaki inançlı saflığı, Ercan’ın çiçekleri gece yarısı tam on ikide sulatması gibi muziplikle birleşince ortaya böyle hoş görüntüler çıkıyordu çoklukla. Yaşça (Mahmut Beyler ve biz gençler) ve inanç olarak (Turan Hoca ve Tarıkgiller) uçlara savrulmuş olsak da enstitüde gerek iş ve gerekse özel yaşamımızda hiç bir zaman çatışma, dini veya siyasi bir tartışma ve herhangi bir çirkinlik yaşanmadı. Ben yaşamadım on altı yıl boyunca ve Tristeza.

Neden şimdi zihnimin odağına oturdu Tristeza ?

“Herkes gitti yalnız kaldım(k) meyhanede” der gibi oldu dilim; ancak bu doğru değil. Çünkü görünen o ki hem Ümitgiler ve hem de biz (MNC) bu yıl da kışı Çeşme’de geçireceğiz. Bu görüntüyü bir yanda Covid’in süren korkusu, diğer yanda ve ağırlıklı olarak Çeşme’de müstakil ev yaşamının sağladığı rahatlık yaratıyor. Bu durumda biz yalnız kalmıyoruz. Ancak ruhumuz yazın verdiği C13 Plus yaşam konforundan sıyrılıyor diye belki ağırlık kazanıyor Tristeza etkisi. Geçen gün “Kim Milyoner Olmak İster”deki sorunun birisi şuydu “Ağustosun ilk yarısı yaz, ikinci yarısı…. sözünün devamına ne gelir ?“. Seçeneklerden biri “güz/sonbahar” diğeri “kış” idi. Mantıklı olarak “Güz/Sonbahar” gelmeli gibi olsa da doğru seçenek, yarışmacı “Kış”ı seçti ve bir sonraki soruya geçmek üzere doğru yanıtlamış oldu. Bu özlü sözün oluşumunda esas amaç “Ağustos Böceği”ne doğru yolu göstermek olsa gerek: “Kışa hazırlanın; Güzün hüznünde oyalanma” demek istemiş olabilirler. Fakat bizim burada, Çeşme’nin Germiyan Yalısı (Kermenyalısı)’nda Eylül demek gerçek anlamda yılın en güzel zamanı demek. Deniz Temmuz ve Ağustos’tan daha ılıktır. Hava Temmuz- Ağustos’tan daha sakindir. Sahil Temmuz-Ağustos’tan daha ıssızdır. Okullar açılır, evler boşalır, mevsim sonu göçü başlar ve deniz bize kalır. İdealdir. Ara sıra çıksa da rüzgar sersem etmez insanı ve daha bir meltem gibi, imbat gibi gelir serinletir. Fakat yine de hüzün ağırlıklıdır. Hele bir de yaş seksene doğru yaklaşır, yaşam gölünde karşı kıyı görünür olur; işte o zaman bu hüzün katmerleşir. Defteri dürmeye hazır olma telaşı ile karışık olarak, ENKİNİ serisini tamamlamaya hevesi artar insanın. Bu duygusaldan gerçeğe dönersek Kerem, hazırlık maçları için Belgrad’a gidince, İrem ve Duru okullar açılacak diye İstek’li İzmir’e dönünce Ümitgillerle başbaşa kalmanın destek etkisi daha bir fazla anlam taşır. Böylece Alaçatı Pazarına birlikte gidilir; taze fındık ve cevizin ne kadar yenmesi gerektiği sabah kahvesi sohbetlerine konu olur. Çok şükür ki sabah kahvesinde Nazım abi, Bülo, Ümit ve Nezuş’un kahvelerini yapmak bana nasip olur ve gerçekten de kırk yıllık hatırı olan kahve beraberlikleri hemen her gün özlenen güne bakışı yapılandırır. Hele bir de buna Eren B…m’le Barselona’da yaz stajının sonlarını iş görüşmesi ile taçlandırıyorsa; Barış evsizliğin sıkıntısı ile Amsterdam’da başladığı yeni üniversite yılını aşmaya çalıştığı zorluklarla olgulaşıyorsa; İrem ütopik gibi görünse de New York’ta moda tasarımı ile ilgili üniversite yılları hayalini (bana göre) “TOMBUL“laştırmaya çalışıyorsa, 2022 yılı Eylül günlerinin hüznü, Tristeza’dan daha çok keyif dolu olacaktır; olmalıdır. Olmazsa Allah’ın gücüne gider. bunlar önemli adımlardır; ciddi kazanımlardır ve her kula nasip olmaz. Bu hak edişlerin bedelleri vardır; benim hep dillendirdiğim “GAT Dünyası“nda. Bugünün “keşkeleri yarının gerçekleri olacaktır“. Kimi zaman beklenti dışı gelişmeleri sorun gibi görsek de aslında çıktığımız öğrenme ve ustalık yolculuklarında birer fırsat olduğunu daha sonra anlıyoruz. Özellikle küçük etkileşimlerde sebeple sonuç arasında zaman ve mekanda uzaklık olunca yaşamımızdaki nice “kelebek etkileri“ni anlamakta zorlansak da…

Biz “Tristeza” ile hüzünleşirken BE AID’de neler oluyor ?

Torunlarımın öncülü olan Aslıhan‘la 1993 yılının Mayıs ayında başlayan zenginleşme, milenyum “Barış ve Eren (BE) İkilisi” ile erkekler devreye girdi. Ardından 2006 da İrem ve 2012 de Duru ile beşi biryerdeleşti. Böylece ilk anda “ABİDE“leşti aklımda beş torunum ve hemen ardından da erkekler yirmi yaşını aşınca “BE AID” olarak daha bir fazla anlam kazandı. Bugün Aslıhan, sessiz meleğimiz olarak baş köşemizde kimi zaman gülümseyen gözlerle bize eşlik ederken; Amsterdamlı Barış, Gröningen deneyimlerinden sonra öğrenme yolculuğuna daha fazla asılacak demektir. Asılmalıdır. İstanbullu Sabancılı Eren iş görüşmelerinden olumlu bir sonuç alırsa-ki alacaktır-açtığı kapılardan geçmek isteyen genç Copcugillere “İlk Yardım (AİD)” elini belki de ilk uzatan olacaktır. Tüm bu güzellikleri yaşarken, yaşadığımı hissederken kendimi sorguluyorum: Neden “Tristeza”, neden “Hüzün” ?

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü