Yaşam Büfesinde “Keşkeler”

“…Herkes cennete gitmek ister ama hiç kimse ölmek istemez;… Yaşadıklarınız yaşayacaklarınızdan çoksa öğrenirsiniz;…Keşke babam memur olsaydı (MC; ~50 / 60 lar) ; …Keşke babam bakkal olsaydı (Ecem; ~90 lar)…”

GAT Dünyasında İdol ve Bedel

Merhaba

Çeşme’de sabah kahvesi (MNÜC) çoklukla bir konu üzerinde karşı görüşleri çatıştırmakla renkleniyor. Konuşmayı sevenler için, konuşmadan fayda umanlar için, konuşkanlar için güzel bir özellik. Susmak ise “biriktirmek” açısından pek iyi değil. Belki de kişisel tercihlerin zamanla alışkanlık haline gelmesidir susmak ya da susmamak. SSTC (*) Öğrenme Yolculuklarında “Satış Becerileri Çerçevesi” çizilirse de esas olan “İlişki ve İletişim Yönetimi ile İkna“dır. Bu üç kavramı barındıran ise “Müzakere Becerileri“dir.

Yaşam Büfesi önünde neler oluyor ?

Yedi gün 24 saat açık olan “Yaşam Büfesi” önünde başarıların self servis olduğunu on üç yıl önce blogumun ilk yazılarında kayda geçirmiştim. Bu başarılara erişmek içinse yine “Yaşam Büfesi” önünde ardışık üç eylemde sabır ve sebat, inat ve ısrar göstermenin gerekli olduğunu da “Başarı Formülüm“de “2P” ile sembolleştirmiştim. İlk adım olarak “Yaşam Büfesi Önünde Sıraya Girmek“ten söz etmiştim. Bunun için de SSTC’i yapılandırmıştık. Sadece iş yaşamını ortak bir platformda disipline etmek değil; aynı zamanda özel yaşamda da ilişki ve iletişime değer katmayı amaçladık. Kırk yıldır aldığımız geribildirimlerde SSTC nin özel yaşamda da ne denli etkili olduğunu gördük. Rahmetli Muharrem SSTC den sonra, SSFWS sırasında verdiği geribildirimde, eşinin kendisine “Ne kadar ingorcu oldun Muharrem !” dediğini övgüyle paylaşmıştı. Her neyse !

Yaşam Büfesi önünde ilk yapılması gereken “Sıraya Girme“nin yol ve yordamını SSTC ile tüm çalışanlara sunduk. Özellikle CINOS‘un ilk evresi olan Ciba döneminde genel müdürden depocuya kadar herkes bu beş günlük yolculukta yer aldı; hem de aynı gruplar içinde. Aldıklarının faydasına inananlar bunu hem eylemlerine hem de çevrelerine yansıttılar. Bu aşama çok zor değildi. Sonuçta “in door/sınıf” eğitimi idi. Başlarında bir rehber vardı; ellerinde öğrenmeyi pekiştiren kalıcı görseller. Önemli olan “Kurumsal Kültür“ün yapı taşı olan SSTC prensiplerini bildikten sonraki ikinci adımdı: “Yaşam Büfesi Önünde Sırada Kalmak“. SSTC ile herkese eşit başlangıç enerjisi aşılandı. SSTC den sonra görevlerinin başına döndüklerinde hazırlığa gereken önemi veriyorlar mı ? Yola çıkarken hedeflerini, amaçlarını SMART‘a göre netleştiriyorlar mı ? Alıcının (sadece satış ve bildiğimiz müşteri değil, işgörenin amiri, paydaş, görevdeş, vs) ihtiyacı, kabul dürtüsünü ortaya çıkarak soruları sorabiliyorlar mı ? İlişkilerinde cesaret ile saygının karması olan “Olgunluk Düzeyi”ne erişiyorlar mı ? Yaklaşım tekniklerini uyguluyorlar mı ? Alıcının itirazlarını başarıyla, etkili olarak, hedefe yönelik karşılayıp diyalogu yönetiyorlar mı ? Bu sorular uzar, gider ve beni de yazımdaki yolumdan saptırır. Bu nedenle ben yine “Yaşam Büfesi” önündeki sıraya döneyim. Dediğim gibi, ikinci adım “Yaşam Büfesi Önünde Sırada Kalmak“tır. Bu biraz daha zordur. Görev sorumluluklarımız ve alışkanlıklarımızla rutinlerimiz bizi sürdüregeldiğimiz tutum, tavır ve davranışlara itecektir. Bunu “Konfor Alanı“nda yaşamanın kolaylığı ve keyfi de itekleyecektir. “Dur !” demek kolay değil. Bunu kolaylaştırmak için de kurumlar gayret gösterenler için SSFWS (**) düzenler. Ne var ki, sırada kalanlar kazanacak ve üçüncü adım için karar vericinin dikkatini çekecektir.

Üçüncü adım; “Yaşam Büfesi Önündeki Sırada İlerlemek”tir. “Tanımlanmış Sorumluluk Alanı (TSA)” sınırlarını zorlayıp gönüllü olarak ekstraları göze alan, karar vericinin çizdiği “Ana Sorumluluk Alanları (ASA)” nı genişleten ve başarıların ölçütleri olan “Ana Sorumluluk Kriterleri (ASK)“ni artırarak “Çıtayı Yükselten” işgörenler mutlaka ve mutlaka beklentileri aşan “Kariyer Sıçramaları” yapacaktır. Bu konuda ailemden C9 un güzel bir karşıt görüşü var ve özetle: Bunca çabaya değer mi abicim ? demek istiyor şu tür açıklamalarıyla: “C5 gecesini gündüzüne katmış; uykusuz geceler geçirmiş. Evet, bugün başarılı olup çok para kazanmış ama ya başarılı olmasaydı, elindeki her şeyi yitirmiş olacaktı.” İlk anda “Mandra Filozofu” düşünce tarzı olarak “haksız da sayılmaz abicim” dese de ruhum biraz daha derine bakınca neler görüyor ?

Riske girdiğinde ödül garanti mi ?

Riske atılan sadece zaman değildi ki ! Bütün mal, mülk alınan banka kredisi için ipotek altında alınmıştı. İtiraf etmeliyim ki, ben bile o günlerde büyüyüp gelişmenin bedeli olarak oturdukları tek evin ipotek edilmesinde benzer korkuları yaşadım. “Keşke, Hostcini kalsaydı; Netdirekt olmasaydı” diye düşünüp bir de “Nerden çıktı Yunt Dağının pervanesi ?” diyerek İZKA‘nın hibesi yanında işi bitirmek için gereken bir milyon dolarlık banka kredisi nedeniyle benim de uykularım kaçmıştı. “Keşke hiç RES’e girmeseydik !” dediğimiz anlar çok oldu. İki yıl gecikmeyle ve iki milyon lira kayıpla mutlu sona eriştiğimizde “İyi ki keşkelerimizle yolumuzdan sapmamışız !” diye şükrettik. Bu nedenle “Dünün Keşkeleri, Bugünün Şükürleri“ne kapı açtı. Yunt Dağında kanatlar dönüp biz kabul için çırpınırken bir yanda Bergama, diğer yanda Ankara, Bülo dahil koşturmalarımızın heyecanıyla ritmi artan by-paslı kalbimden de az endişe etmedim değil. Sonuçta bugün kendi tükettiği enerjisini kendisi üreten Türkiye’nin ilk ve tek veri merkeziyiz Netdirekt olarak. “Dünün Keşkeleri“ne rağmen sabır ve inatla yola devam etmenin acıları bu işin bedeli oldu ve bu bedeli göze alan “C5” de hem Netdirekt’in aynı nitelikli iki ortağından biri hem de “C9C10 nun İdolü” olarak ve “İdol Olmanın Bedeli” olarak “no gain without pain” sözünü bizzat yaşayan oldu. Hiçbir şey kolay değil. Risk yoksa kazanç da yok: “Quae nocent docent” yani “yaralayan şeyler öğreticidir” ve haklı olarak C9 diyor ki “ben hiç acı çekmedim ki…!”. Çok doğru; doğru söze şapka çıkarılır ve arkasından da eklemek gerek “Allah çektirmesin !”. Nesilden nesile geçerken yaklaşımlar ve yaşanmışlıkların izleriyle destekler arasında her zaman böyle bir paradoks var olsa gerek. Şimdi yazımın girişindeki “Keşkeler“den önce şu “ben hiç acı çekmedim ki !” sözünün açtığı kapı ile “Tepecik/Zeytinlik Hattı“nda beş arkadaşın altmışlı yıllardaki öykülerine döneyim.

Neden üniversite mezunu olmak istedik ?

Biz, altmışlı yılların ilk yarısında İzmir Atatürk Lisesi’nde okuyan “Beş Liseli Arkadaş” idik ama “Beşli Çete” değildik. Çete olsaydık da haksız sayılmazdık; ama bizde çete olacak yürek yoktu, olmasına da gerek yoktu. Korunmaya gereksinim duysaydık gönülü olarak “Kahveci Yılmaz, Polis Abidin ve Mafya Sabit” biz istemeden bizi korurdu. Kaldı ki onlarla sadece selamlaşmamız bile olası tehlikeleri daha baştan yok ediyordu. “Mahalle Kültürü” ile her sıkıntı soruna dönüşmeden yerinde ve anında çözümleniyordu.

Ben, rahmetli Bakkal Fahrettin’in oğlu Mustafa idim. Bakkal oğlu olmak “İkinci keşke“min nedeni olsa da öylesine minnet/mihnet yaşadım ki ne çatıya istenen keser, ne gece yarısı aldırılan sigara o anda olmasa da daha sonra şükür ve şükranlarımı azaltmadı. “İlk keşkem” ise Somalı Köfteci Fahrettin’in oğlu Mustafa olarak ellili yılların ortalarındaki çocukluğumdadır ki “Keşkelerim“i ve nedenlerini az sonra yazacağım. Evet, ben disiplinli esnaf babanın bakkal çırağı oğluydum. En samimi arkadaşım rahmetli Lâtif’in babası gazocak tamircisi idi. Ek iş olarak da Fuar’da Gül Bahçesi’nde bir metre karelik yeri ihaleyle belediyeden kiralayıp kantarla insanları tartarak para kazanmaya çalışan kıt gelirli ve fakat sevimli Ömer Amcaydı, Lâtif’in babası. Evleri tek odalıydı ve beş kardeştiler. Ekibimizin üçüncüsü Mahmut, Turgutlulu çiftçi bir babanın oğlu idi ve mahallemizde ablasının yanında okuyordu. Dördüncümüz Şaban ve beşincimiz Nail’ in babaları ise her ikisi de Tekel Tütün Fabrikasında işçiydiler. Durum net mi ? Babalarımızdan bizim için ileriye dönük bir meslek mirası yoktu. Mutlaka üniversite okumalı ve bitirmeliydik.

Benim için, belki de hepimiz için üniversite mezunu olmanın iki temel nedeni vardı. İlki askerliği yedek subay olarak yapıp hem para kazanmak hem de dayak yememekti. Bugün hâlâ askerliğini er olarak yapanlar dayak yiyorlar mı bilmiyorum ama o günlerde bize anlatılan tüm askerlik öykülerinde “merak, dayak, tarak ve …” uyaklı olarak yer alıyordu. İkinci olarak da üniversite mezunu olup devlette iş bulmayı, memur olmayı daha garanti görüyorduk. Haksız da sayılmazdık. Mutlaka üniversite okumalı ve bitirmeliydik. Mecburduk. Başka çaremiz yoktu. Üstelik ailelerimizin verebilecekleri, üniversite konusunda bize yardımcı olacakları tek olanakları yanlarında barınmak ve karnımızı doyurmaktı. Hiç birimizin ailesinin bizleri İzmir dışında bir üniversitede okutup da masraflarımızı karşılayacak maddi durumları yoktu; yok görünüyordu. Belki sahip oldukları ve oturdukları tek evlerini satarlardı zorunlu olursa ki Mahmut bu konuda daha şanslı görünüyordu. Ancak Mahmut’un da bize oranla böyle bir ekstra şansı olmadığını çok geçmeden anlayacaktık.

Benim “Keşkelerim” ne ve neden ?

Şimdi anlatabildim mi “Bizim acımız neydi ? Bizi motive eden neydi ?“. Okuyup “Tepecik/Zeytinlik Hattı“ndan kurtulmalıydık. O vakitlerde “Keşke babam bakkal olmasaydı !” demiş olsam da çok geçmeden “babamın bakkal olmasının ödülü“nü gördüm; şimdi hâlâ “İyi ki babam bakkalmış !” diyorum. Babam bakkal olmasaydı, 19.09.1965 günü evlenip de ertesi sabah saat 06.00 da bakkal dükkanını açmak zorunda kalmazdım. En azından yeni evli olarak yatakta daha uzun süreli sıcak saatlerim olurdu. Ama babam bakkal olmasaydı Nezuş’u tanımaz; EKÜ Trio oğlullara sahip olmaz ve “Dört Copculaştırma” ile bugün ABİDE ile toplam C13 Copcu Ailem olmazdı. Hiçbiri olmazdı. Bu nedenle iyi ki babam bakkalmış.

İlk keşkem ise ellili yıllarda ve “Keşke babam memur olsaydı !” dedim Somalı Köfteci Fahrettin’in oğlu ve çırağı Mustafa olarak. O günler için hissettiğim “Ben hiç çocukluğumu yaşamadım ki !”. Aslında doğru değil bu yargı. Neden öyle düşünüyordum ? Özellikle okulun tatil olduğu yaz günlerinde babam bana sadece iki saat sokakta oynama izni verirdi. Geri kalan tüm saatlerim köfteci dükkanında geçerdi. Hatta kimi akşamlar son köfte satılıncaya, ızgaranın altındaki köz kararıncaya kadar dükkanda durur, dükkanı ben kapatır eve giderdim. Boyum kısaydı ve ızgaraya boyum yetişmediği için sandalyeye çıkıp köfte pişirirdim. Komşu esnaf dalga geçerdi “Ayağının altına sigara kağıdı koy” diye. Ne yaptığım tel veya tahta arabalarla oynamak için, ne her tekerinde yirmi altı yama olan 26X200 Miele bisikletime binmek için istediğim kadar zamanım olmazdı. Hele bisikletimle çektiğim çile tam bir işkence gibiydi bana; çocuk halimle. İki saatin bir saati sülüksiyon ile lastik tamirine gider, geri kalan bir saatin yarısında mezarlığa kadar yokuş aşağı bisiklet sürüp yarım saatte de bisiklet bana binerek yokuş yukarı yürüyerek eve dönerdim. Sonra doğru dükkana. Ama iyi ki babam memur olmamış. Memur olsaydı Soma’dan İzmir’e gelmezdi beni okutmak için ve işte tam bir “Kelebek Etkisi“. Keşkelerimle itiraz etmeye çalıştığım Köfteci ve Bakkal oğlundan çok çırağı Mustafa olmanın sonucudur bugün tüm türevleriyle gurur duyduğum, sahip olduğum “C13 Ailem”. Daha ne ister insan ? Binlerce şükür ve şükran doluyum. Bu nedenle bugün yirmi ikilik olanların kimi zaman dile gelen ya da sesli, sessiz yanıtlarına yansıyan keşkeleri için diyorum ki “Bugün keşkeleri yarının şükürleri olacak; siz yeter ki yaşınız ve sorumluluklarınızın gereği olan yapmanız gerekenleri “Niyetin Safiyeti” ile yapın, yaptığınızı hissettirin ki “kulun sıkıştığı yerde hızır yetişebilsin”.

Keşkeler bir yana bizim beş arkadaşın akibeti ne oldu ?

Ben, bakkal çırağı Mustafa, İzmir’de ailesinin dizinin dibinde okudu ve Ziraat Mühendisi oldu; hem de beş yıllık kaderiyle yükseğinden. Bu kadar mı ? Ortaokulda, 1958 yılında başlayan komşu kızı Nezahat (Nezuş) ile bakkal amcanın oğlu Mustafa (Musto) arasındaki aşk okulun bitmesini bekleyemedi. Birinci sınıfta nişan, ikinci sınıfta evlilik ve üçüncü sınıfta oğul sahibi olmak tüm beklentileri aşan ekstralardı, “keşke” diyen Mustafa için. Üstelik ebeveynlerin bu özverisi iflas etmiş bakkal Fahrettin’in bir lokma ekmeğini paylaşması ile gerçekleşti. Şimdilerde düşününce akla ziyan bir durum. Peki Musto ve Nezuş bu ödülün minnetini nasıl ödediler ? Mustafa sadece ders çalıştı; sınıf birincisi olduğu için Piyale (Maktaş)’nin karşılıksız bursunu kazandı (250TL/ay). Bunun 150TL nı babasına verdi, evin geçimi için; 50TL nı karısına verdi cep harçlığı olsun diye ve geri kalan 50TL ile okula gidip geldi. Hiç bir dersten iki kere sınava girmedi. Okulunu da birincilikle bitirdi ve mühendis olduktan sonra evine en yakın, en prestijli devlet dairesinde işe alındı (Bornova ZMAE). Mühendis olduktan sonra da ebeveynleriyle birlikte aynı evde yaklaşık on yıl birlikte yaşadı. Kolay mıydı ? Çok zordu. Çünkü üç nesil bir arada, farklı bakış açılarıyla gerçekten çok zordu. Buna rağmen bir kez olsun “keşke” demedi Mustafa ve Nezahat-ki laf aramızda bu konuda Nezuş’un direnci her zaman daha yüksek oldu. Yoksa çekilir miydi onca çatışma, özellikle armut dibine düştüğüne göre. Ya diğer dörtlü !

Nasıl kurtuldular ?

Rahmetli Lâtif de benimle birlikte ziraat mühendisliğini okudu aynı okulda (EÜZF) ve Tepecik/Zeytinlik Hattından kurtulmanın yolunu çizdi. Numaralarımız bile sıralıydı: 1105 ve 1106. İkinci sınıfta evlendiğimi ve bunu başarı ve keyifle sürdürdüğümü gören Lâtif de okulu bitirmeden uzatmalı sevgilisi Ziynet ile evlendi. İkimiz de 95. dönem yedek subaylar olarak Erzurum’da da kader ortağı olarak 24 ay askerlik yaptık. Lâtif akademik yolda ilerledi; profesör oldu ve o da karısı da genç yaşta kansere yenik düşüp erken vefat ettiler. Mekanları cennet olsun; bir kez daha rahmet diliyorum.

Beşlinin üçüncüsü Mahmut, taşradan gelmenin ve en zor lisede okumanın uyum sıkıntısında bir yıl uzatmalı olarak okulu bitirip yurt dışı sınavlarına girdi. Üniversiteyi Almanya’da bitirdi ve “Hava Meydanları Yüksek İnşaat Mühendisi” olarak yurda döndü. Mahmut da Tepecik/Zeytinlik Hattından kurtuldu. Şaban da yurt dışı sınavlarına girip İngiltere’de okudu ve yurda istatistik uzmanı olarak döndü. Rahmetli Prof.Dr.Oğuz Manas‘ın yanında yoluna devam etti. Emekli bir profesör olarak Karşıyaka’da yaşamakta. O da kurtuldu. Beşincimiz Nail’e gelince; EÜTıp Fakültesi’nden hekim olarak mezun oldu ve sınıf arkadaşı bir hekimle evlenip mesleğini sürdürdü. Nail’i en son 12.06.2005 günü (17 yıl önce bugün) Hilton Otelinde görmüştüm. Neden bu kadar net ve kesin bir tarih ? Çünkü bugün kutladığımız bir yıldönümü; 17 yıl önce Kerem ve Zeynep’in nikahına katılmıştı Nail.

“Keşke babam bakkal olsaydı !” kim demiş bu sözü ?

Sahip olduklarımızın olumsuz gibi görünen yanlarına bakıp da “keşke” dediğimizde sahip olduklarımızın değerini yeterince anlayamıyoruz. Hepimiz için geçerli bu yargım. Çünkü bilmediklerimiz bildiklerimizden çok…Milenyumun ilk yıllarında global birleşmelerde ekip dışında kalmamak için, performansımızı açığa çıkarmak için, üst sınırımızı sürekli yükseltmek için deli danalar gibi dört bir yana koşturuyorduk. Ekipten birinin kızı sürekli seyahatte olan babasına olan özlemini “babam keşke bakkal olsaydı” diyordu. Büyüklerimden biri şöyle derdi “Yağcı ağlar, balcı ağlar“. Bugün daha da beter; gördüklerimiz ve erişemediklerimiz öylesine çok ki doyumsuzluk ve mutsuzluk sanki kaçınılmaz.

Sözün özü; bir blog yazısını aşan bunca laftan damıtmak istediğim yine aynı şey: acı yoksa kazanç da yok; emeksiz yemek olmuyor ve hiç bir emek boşa gitmiyor. Bazen sebeple sonuç arasındaki ilişki zaman ve mekana yayılınca bağ kurmak zor oluyor. Keşkelerden şükre dönüşecek süreci sabır ve emekle, niyetin safiyeti ile yönetmek sizin ellerinizde. Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü


(*): SSTC > 80 ler : Selling Skills Training Course (Satış Becerilerini Geliştirme) > 2000 ler: Self Sytle by Trained Competence (Eğitilmiş Yetkinlikle Özgün Tarz)

(**): SSFWS : Selling Skills Follow-up Workshops (İzleme Çalıştayları) ki ben buna ROI (Return Of Investment / Yatırımın Geri Dönüşü) ya da Türkçe olarak EDA (Eğitimi Değerlendirme Aşamaları) diyorum.