Yaşam Büfesinde “Veritas”

“…Ağustos Böceği ile Karınca Öyküsünü bilmeyen yoktur. Tüm yaz boyunca çalışıp didinen sevimli karıncayla ona inat, yan gelip yatan, saz çalıp şarkılar söyleyen, eğlence düşkünü Ağustosböceğinin Öyküsünü…Şimdi kendinizi Ağustosböceğinin yerine koyun. O kadar özveri göstereceksin, onca acı ve eziyet çekeceksin.Ve sonra bunun karşılığını almayı bir kenara bırakın, çevreniz tarafından horlanıp küçük görüleceksiniz… Koskoca bir gemide küçücük bir cıvata vardı. Bu, iki büyük çelik levhayı birbirine bağlayan küçük cıvatalardan biriydi. Bu küçük cıvata Hint Okyanusunda yol alırken kıpırdamaya başladı ve düşme tehlikesiyle yüz yüze geldi. Öteki cıvatalar “sen düşersen biz de düşeriz” diye seslendiler…”

Begonvilin altında Sapiens ve 20 yıl önceden mesajlar

Merhaba

Son günlerin arifesinde “yan gelip yatmak” kavramını çok duyduk hem de söz ustalarından (!). Bir bilgeye sormuşlar: “Bir insanın zekasını nereden anlarsınız ?“. “Konuşmasından” demiş bilge ve “Peki ya hiç konuşmazsa !” diye sorunun devamı gelince bilge “O kadar akıllı insan yok ki !” demiş. Hangisi daha akıllı acaba ? Kuyunun etrafındaki dönme dolabı çeviren eşeğin boynundaki çan ve gözünü kapayan bantın sebebini soranın aldığı yanıt (senin kadar akıllı eşek olamaz ki …) ile yukarıdaki sözü karşılaştırınca “akıllı insan ve eşek” arasındaki farkı düşünüyorum… Gelelim bize; çok konuşan, hep konuşan, her konuyu bilen, her çorbaya maydenoz olan ustamıza…O, her yerde, her koşulda, herkese sürekli konuştu. Hem de durmaksızın ve sınır tanımaksızın. Belki de vücudunun su ihtiyacını tükürdüklerini yalamakla karşıladı. Olgun insan güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapacağını söyleyen kişidir. Attı, tuttu; çoklukla kızdı ve öfkesine yenik düştüğü anlar çoğaldıkça çoğaldı ve baktı ki dinleyenler de aynı frekansta bu öfkeden keyif alıp yerinde duramaz oldu. Hızını alamadı. Ne zaman ki yandaşıyla, yoldaşıyla çıkar çatışması su yüzüne çıktı bu kez artık işin endazesi de kaçtı. Söylemler zıvanadan çıktı. Öteki “evinize ateş düşsün” derken demek ki 1507 gecesini kastediyordu. Şu müslümanın müslümandan çektiğini bir Allah bilir bir de yiten canların acısını çekenler. Karşıt din tüccarları bile bu kadar zarar veremedi bize. Yeni mi ? Hayır. Taa (tee) on asırdır sürüp gidenlere bakınca Hz.Ali ve Muaviye taraftarlarının çatışmaları bugünden daha az kanlı değilmiş ki ! Çocukluğumda okuduğum öykü kitaplarından biri de “Hayber Kalesi Cengi” idi. Tanımadım ama sevmedim de Muaviye taraftarlarını, Hz.Ali’ye imrenirken… Şimdi de sevmiyorum mal paylaşımında sınırlar aşılınca can paylaşımına varan kavganın her iki tarafını da. Hani derler ya, “yarım hekim candan yarım hoca dinden eder” diye; işte tam o hesap neredeyse Cumaya bile gitmez olacaktım az kalsın ! Bugün bakıyorum da başa geçenlerin (ve geçmek isteyenlerin) hepsi “siyasetçi” ve hatta kimileri “karizmatik siyasetçi” tıpkı “Fareli Köyün Kavalcısı” gibiler; ama gerçekten “devlet adamı” değiller (bence). İkisi arasındaki temel fark nedir sizce ?

Bu sorunun yanıtını bulmak için George Pompidou’ya kulak verelim: “Kendisini ulusuna hizmet etmeye adayan siyasetçiye devlet adamı denir. Ulusun kendisine hizmet etmesi gerektiğini düşünen devlet adamına ise siyasetçi denir” demiş rahmetli Fransa Cumhurbaşkanı. Belki de bu düşünce tarzından dolayı 63 yaşında kanserden ölene bakınca ciddi hastalığına karşın dimdik duran siyasetçinin yaptığı “ters köşeye yatırmalar”ın daha doğru, daha sağlıklı, en azından daha güncele uyumlu olduğunu mu kabul etmeliyim ? Bu açmazları bırakıp da ben Ağustosböceğinin öyküsüne Sevgili Utku’nun “Sapiens” den seçtiği “buğdayın bizi evcilleştirdiği” bakış açısına benzer şekilde farklı bir gözle mi yazmaya çalışsam ? Bundan önce yazımın girişindeki kırmızılı alıntıya değineyim mi ?

Rudyard Kipling’den bir kısa öykü alıntısıdır bu “küçük cıvata“. Öykünün devamını yazmayacağım. Sadece bugünlerde ve hele dün (07.08.2016) yapılan mitingdeki beraberliğe bakınca farklı ve hatta ters görüşlerine rağmen “ülkesel ve bireysel can korkularıyla bütünleşenler”i görünce bu küçük cıvatayı anımsadım. Tıpkı 16 Ekim 2008 de Antalya’da son katıldığım CINOS’un yıllık toplantısında yaptığımız “Beyin Fırtınası” seansı sonunda grupların yaptıkları sunumlarda sevgili Fatih’in sözlerinin odağında yer alan “öyle bir değişim olmalı ki 216 kemik yerinden oynamalı” ifadesi gibi “Küçük Cıvata”nın önemini küçümseyen GEGA Dörtlüsü 1725 de ateşlenen fitilin yangını büyüyüp de 1507 sıcağında mallarından sonra canlarını yakmaya başlayınca anladılar “taşın sert olduğunu ateşin yaktığını”. Şimdi can havliyle ve d.t korkusuyla almaya çalıştıkları önlemlerle akıl almaz yeni hataların yollarını açarken inşallah cüppeli muhtarlar bizi Putin’in gazabından korur. Gerçi “Sapiens”de dillendirildiği gibi üç evrensel düzenden (din, imparatorluk/siyaset ve) paranın hakimiyetinde ne farklı görüşler kalır ortada ne de uçağı kimin düşürdüğünün kuyruk acısı yeni çıkar ortaklıkları oluşurken…Gerçekten de kalmaz mı acaba ?

Yazımın başlığındaki “Veritas” ın anlamı “Gerçek” demek ve SSTC Öğrenme ve Ustalık Yolculuklarımda yeri geldiğince “Gerçek > Doğru ve > Algı Üçlüsünü” açıklamaya çalışırım. Elime bir bardak alır ve “Bunun bardak olduğu bir gerçektir ve gerçek, objenin var oluş özelliğidir” derim. Evet ortada bir GEGA Dörtlüsü gerçeği var ki birgün mutlaka gelip hesap verecekler. Medyanın aceleyle yazdığı gibi “sap dönmüş ve hesap dönmüş” müdür gerçekten yoksa Bulgar Klasiklerinden biri olan”Ayı ile Tilki Masalı”nda olduğu gibi ayılaşarak “sen yine beni aldattın” mı diyeceğiz gecenin karanlığının şerrinden sakınıp da sabahın aydınlığının Rabbine sığınırken ? Bardağın var oluş özelliği “gerçek” olduğuna göre “bardağın büyük ya da küçük, güzel ya da çirkin, ağır ya da hafif oluşu” ise “doğru”lardır ve “doğru” obje ile süje arasındaki ilişkinin özelliğidir derim. Kimi zaman “doğru” ile “algı” arasındaki açıklık kapanır ve özdeşleşirler zihnimde. İşte o anda da CINOS’un ikinci evresinde (NOlaşırken) dost görünenlerin birleşmede ayak direyen yapılarıyla kurumun kimyasını oluşturmak zorlaştığında İstanbul’da katıldığım bir “Performans Yönetimi” toplantısından (Temmuz 1997 olsa gerek) defterime yazdığım bir cümle düşer belleğimin arşivinde dilime ya da kalemime. Söyleyen birkaç kez eğitimine katıldığım ve Yaşam Büfesinde “RAW (istemek) > RAP (tutku)” ya uzanan gelişim sürecinde “sırada öne geçme becerisi” kazandırmayı amaçlayan öğrenme yolculuğumun önderi olan H.P.Hardmeyer’dir ve sözler aynen şöyledir: “Perception is an individually interpretation of reality > Algılama gerçeğin bireysel yorumudur”. Peki bugün mallı 1725 ardılı olarak kanlı 1507 gecesini yaşayınca gerçek nedir; doğrularım nelerdir ?

Bu sorunun yanıtını herkes kendi algısıyla versin ve ben Ağustosböceğine yaptığımız haksızlığı görmek için başımda begeonvilinin cennet bahçesi renkli çiçekleri arasında durmaksızın cırlayan sesine bakarak öyküyü bir de onun ağzından yazayım:

…Ağustosböceği ile Karınca Öyküsünü bilmeyen yoktur. Tüm yaz boyunca çalışıp didinen sevimli karıncayla ona inat, yan gelip yatan, saz çalıp şarkılar söyleyen, eğlence düşkünü Ağustosböceğinin Öyküsünü…Şimdi kendinizi Ağustosböceğinin yerine koyun. O kadar özveri göstereceksin, onca acı ve eziyet çekeceksin.Ve sonra bunun karşılığını almayı bir kenara bırakın, çevreniz tarafından horlanıp küçük görüleceksiniz.. Yıllarca bu öyküyü biz bilmeyenlere ve çocuklara çalışkanlığı anlatmak için karıncayı örnekleyerek karınca tarafını tutarak anlattık. Ağustosböceğine ise “tembel” dedik “vurdumduymaz” dedik, “çalışmazsanız onun gibi alay konusu olursunuz” dedik. Karıncayı yücelttik, onu ise hep yerdik, ne büyük haksızlık ettik ona, hiç bilmedik gerçeği…

Oysa o bir anneydi, hem de en özverili anne. Peki, karınca gece gündüz çalışırken o neden hep oturuyordu, hiç kalkmıyordu yerinden, neden saz çalıp durmadan şarkılar söylüyordu ?

Çünkü Ağustosböceği yumurtalarını henüz bırakmıştı ve yumurtaların kuluçka devrini sağlıklı tamamlayıp birer yavru oluşturması için çok yüksek bir ısıya ihtiyacı vardı. Hem de öyle yüksek bir ısı ki ağustos sıcağının o kavurucu etkisi bile az geliyordu (Bugün Çeşme’de bile sıcaklık 41 C derece ve ağustosböcekleri sürekli ötüyorlar). Bu yüzden ağustosböceği o sıcakta yumurtalarının üstünde durmak zorundaydı. Yumurtaları olgunlaşması için herşeyi yapmalıydı ve biz bunu hiç anlamıyorduk. Ve bu ısı hâla yetmiyordu. Daha fazla ısı için kanatlarını yumurtalara sürtüyor, çırpınıyor, çırpınıyordu yavruları için…Biz bunu da eğlence sanıyorduk. Ağustosböceği saz çalıyor diyorduk; ne çok yanılıyorduk. Bu da yetmezmiş gibi sıcaktan kavrulan, vücudunu parçalarcasına kendisini mahveden bu annenin iniltilerini, çığlıklarını anlamıyor ve ağustosböceğini şarkı söylemekle suçluyorduk; nasıl da yanılıyorduk ! Ve kış boyunca zor durumda kalmasına aldırmıyor “O bunu hakediyor” bile diyorduk ( ondört yıldır feryatlara bakmayan, uyarılara aldırmayan, muktedir olma hırsıyla gözü kararmış ve hatta gözü dönmüş olanlar da ne hapislere, ne intiharlara aldırış etmediler. 1725 de burunları açıldı ve 1507 de de kulakları açılınca osuruklarının hem koktuğunu ve hem de sesli olduğunu anladılar. Heyhat !). Ama onu anlayan birisi vardı. Yakın dostu karınca aslında onun ne denli acı çektiğini biliyordu ve ona “Sabret dostum tüm bu acıların sonunda mutlu olacaksın” diyordu. “Yavrularını kucağına aldığında tüm bu çektiklerine değecek, o anki mutluluğunu birlikte paylaşacağız. Çünkü ben ikimize ve hatta yavrularına da yetecek kadar yiyecek topluyorum”. Biz ise karıncayı da suçluyorduk belki de. Yaz gelip geçip de kış iyiden iyiye kendini göstermeye başladığında karınca ağustosböceğine “Yazın çaldın saz şimdi oyna biraz” demiyordu da aslında biz yanlış anlamıştık o cümleyi, “Dostum çok çektin bu yaz, şimdi rahatla biraz” diyordu ve yemeğini ağustosböceği ve yavrularıyla paylaşıyordu…”

Bu yazıma iki gün önce başlamıştım. Yarım kaldı. Araya Sam, Amcaoğlu ve Ahmet yazışmaları girdi. Odağım ağustosböceğinin öyküsündan saptı. “Sapiens”den bir yerlere bulaştı; Kral Arthur’un yuvarlak masasındaki yazısı ile duasına gitti. “…Cehaletini kabul etmekten öte mahareti olmayan adam…” sözlerine takıldı. Rahmetli Jobs’ın konuşmasına neden “aç kal budala kal” başlığını attığını br kez daha düşünmeye başladım. Bay Harari’nin verdiği bir örneğe bakınca “Sahi ya !” demekten kendimi alamadım. Hindistan’a sefer yapan İslamın elindeki haritanın her tarafı doluydu ve anlamı “Biz herşeyi biliyoruz” idi. Böylece fetih yanında keşif arayışı yoktu. Halbuki aynı yere sefer yapan İngiliz’in haritasında bildikleri yer dışındaki kısımlar boştu va anlamı da “biz cahiliz ve arayıp bulalım ki…” düşüncesi baskındı. Bu nedenle İngilizin seferinde ekipde her konuda bilim adamları da yer alıyordu. Bugüne dönersek neler görürüz ?

1725 de (Langırd) Köy Sandığına giden paraların cukkalanmasında hocayı kızdırınca kopan ipler kısa bir süre sonra 1507 sokakta boğazlarına geçeceğini anlayan saflar, saftorikler, ahmaklar uçurumun kenarından döndüler; biz de…Çünkü “küçük cıvata” benzeri kaderimiz, ülkemizin kaderi bu kalkışmanın sonucuna bağlıydı. “Her şerden bir hayır arayacaksın” derdi rahmetli annem ve gerçekten de şimdi bunu net olarak görüyorum. İnşallah başlarına devşirilmiş gibi görünen akıllarla, kendilerini akıllı sananlar yanlış ve yan yollara sapmazlar ve Kral Arthur’un yuvarlak masası üzerinde yazan “we serve each other we become free / Biribirimize hizmet ederek özgür kalırız” söze olan inançlarını sürdürüp içteki toplumsal birleşmeyi, bütünleşmeyi güçlendirerek devam ettirirler. Ancak böyle olursa dün ilk defa muhtarlardan korkmadan elini uzatan Putin’le hem batıya gerekli mesaj verilir, hem ekonomik beklentiler gelişir, hem Suriye davasında çatışmalar en aza indirgenir ve hem de Güney Avrupa’yı besleyecek olan Rus gazı ve Antalya’nın portakalıyla  yeni bir ortaklık uzun vadeli dostluklar (!) oluşur. Neden olmasın ki ?

Yazımın başlığındaki “Veritas”la ilgili bir Latin özdeyişi aradı aklım ve şunu buldu: Veritas odium parit, obsequium amicos
Dürüstlük düşmanları, yalakalık dostları doğurur...Bu söze baktığımda muhtarlarla korkutan ve muhtarlardan korkan “PE” ikilisine ne kadar güvenebilirim ? sorusuna yanıtım bulanıklaşıyor. Umarım yanılırım. Bu düşüncelerle yazıma bir giriş öyküsü aramak için çatıya çıktığımda “20 sene önce bugün ne yapıyordum acaba ?” sorusuyla 1996 yılı ajandamı alıp bahçeye begonvilin altına döndüm. Anılar için M. Chevalier’in ne dediğini biliyor musunuz ? “Anılar konservelere benzer; tatlandırıldıkları için zararlı olabilirler”. Olsun varsın…

Yirmi yıl önce, 1996 benim özel sektördeki en kritik yılımdı. CINOS’un ilk evresi olan “CIba”lı oluşumun üstünden onbir yıl geçmişti. Özel sektörde Üniversite dışından doçent olmuştum. Teknikden satışa geçip üstelik satış yönetiminde, yönetici konumunda görev alalı üç yıl dolmuştu. Kriz yılını atlatıp yeniden atağa geçmiştik. Satışta yoğun push’larımızı (bayilere, raflara promosyonla yığılan ürünler) özellikle biz Ege’de etkili pull’larla (gece eğitimleri, kahve toplantıları, çiftlik yönetimleri ve FST Projeleriyle raftan tarlaya, son kullanıcıya ulaştırılan çözümler) ayrıcalıklı olarak destekliyorduk. Mutluyduk. Geleceğimizi güvenli görüyorduk. Pastadan daha fazla pay alıyorduk. Ta ki 8 Mart 1996 günü başımıza düşen göktaşının etkisiyle 10 Ağustosa geldiğimizde bile hâla sersemdik. İlk global birleşme deklare edilmiş ve CINOS’un ikinci evresinde NOvartisleşiyorduk; hem de rakip olmanın, dürüst rekabetin, adil yarışmanın çok ötesinde düşmanlık düzeyinde hislerle dolu olan bir partnerle…Yirmi yıl önce bugün 10 Ağustos 1996 günü Cumartesiymiş. Çeşme’de ne yaptığıma dair bir not yok ajandamda; Pazartesi günü, 12 Ağustos 1996 İstanbul’da başlayacak toplantı için asetat hazırlıklarım dışında…Bir de Yeni Yüzyıl Gazetesinden D.Gökçe’nin köşe yazısını kesip defterime yapıştırmışım. Yazının başlığı “Hepsi Gerçek” ve verdiği örneklerin sonuncusu “Pravda” gazetesi için ki ilgimi çeken “Pravda” sözcüğünün gerçek anlamının “Gerçek” olması. Yazımın başlığındaki “Veritas” gibi. Ben o yıllarda bay Gökçe’yi çok severdim (iki üst amirim Taner de Salih hocayı; ikisi de profesördür ve Salih hoca genç yaşında vefat etmiştir (https://tr.wikipedia.org/wiki/Salih_Neft%C3%A7i). Rahmetliyi Prof.Deniz Gökçe “Medyum Ziftçi” diye kızdırırdı ve her iki ekonomi uzmanı bazen/çoğu zaman birbirine zıt görüşler sunarlardı. Hoş Deniz hocanın da pek hırlı olduğu söylenemezdi. Benim ona ilgim de Edward De Bono ile olan yakın teması ve “Lateral Thinking / Yanlamasına Düşünme” çerçeveli anlatımlarına tutkunluğumdu. Herneyse ! Konu bu değil. Konu Deniz Gökçe’nin 05.08.1996 tarihli köşe yazısından bir pasaj ve bugüne bakış…

“…İrlanda’da Thomas Flaherty isimli birisi yanılır ve hırsızlık yapmaya kalkar (yirmi yıl sonra şimdikiler hırsızlık yaparken yanılmıyorlar da özür dilerken evi şaşırdık, kapıyı şaşırdık, beni doğru yoldan saptırdılar diyorlar 32 kısım tekmili birden “ufaklık” ın filmlerindeki gibi aynı tarz ifadelerle). Aklınca televizyon aygıtları çalacaktır ki; hem çabucak elden çıkarabilsin, hem de iyi para toplayabilsin. Ancak televizyon aygıtı diye önünde televizyon ekranına benzer pencereleri olan mikrodalga fırınlarını çalar ve sonra da yakalanır. Ancak götürüldüğü St.Alban’s Crown Court Mahkemesinde yargıç ona ceza vermeden salıverir. Yargıç gerekçesini de açıklar. Televizyon ekranı ile mikrodalga fırınını karıştıracak kadar ebleh birini, bu derece dangalak bir hırsızı, hapsetmekle toplumun kazanabileceği birşey yoktur…”

Bugün suçlu oldukları halde ellerini kollarını sallayarak dolaşanlar için de böylesi bir yargıç kararı var da biz mi bilmiyoruz…

Allah hepimizi eblehlerin bilmişlik şerlerinden bizi korusun, yolumuzu açık ve aydınlık etsin ki; Cağlar’da vücud bulan Muhtarların korkutucu gücüyle yarınlarımıza daha bir fazla güvenebilelim.

Öykücü