Yaşam Büfesinde “Babaanne Köftesi”

“…Solgun görünüyorum, çünkü hiç umudum yok. Elimdeki tek şey anılarım… Zenginim çünkü bilgilerim var… Bir çocuk doğurdum, sana bıraktım, adı deneyim ! Bana bakmaktan hiç hoşlanmıyorsun. Hiç güzel değilim çünkü… Yalnızca heybetli, sadık ve ciddiyim… Ben dünüm, bugünden ya da sonsuza dekten hiç farkım yok, çünkü ben senim, kendinden kaçamazsın…; Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına girdi. Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki rakamlara takıldı. Mezar taşlarında 8, 167, 960, 2005, 4378 gibi birbirlerine hiç benzerliği olmayan rakamlar vardı. Uzun uzun düşündü, fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, ona sordu…….”

 

Kırklardan bugüne 77 yıla “Dünün Katkıları”; Keyfi hüzne çeviren yaramaz çocuk ve tarlalarla avunurken kulaklarımda çınlayan “öyle mi derler tombul gelin” melodisiyle güncel rutinleri zenginleştirme gayreti

Merhaba

Dün Çeşme’de Mart ayının son pazarı tam bir bahar gibiydi. Kahvaltıyı ve geç öğle/akşam yemeğini (saat 16.00 da) bahçede güneş altında keyifle yaptık. Yemeğimizde ana yemek “Babaanne Köftesi” idi.  Yetmişli yıllarda hemen hemen her pazar yemeğimizde “Babaanne Köftesi” olurdu. Daha önce de yazdım; rahmetli babamın Zeytinlik’teki evinde her pazar akşamı yemekte olurduk. Yol üstündeki, fırının karşısında, kasabın hemen önünde etrafı dumana boğan kokoreççi olmasa, biz geçerken “Paranla b*k ye !” diye bağırarak tahrik etmese ve bunun sonucunda oğullarım Ümit ve Eray kokoreç yemese “Babaanne Köftesi“ni daha iştahla yerlerdi. Ben de özellikle pandemi koşullarında Çeşme’de oğullarımdan uzakta kalınca en az ayda bir defa gelmelerini net olarak istedim ve sağ olsunlar daha sık olarak geldiler ve bizi ağırlaşmış bir özlem içinde bırakmadılar. İnanıyorum ki; Allah onlara da benzer ilgiyi “ABİDE”den gösterecektir. Dünün pazar olması; soframızda “Babaanne Köftesi“nin olması beni anılarımda özellikle anneme yöneltti ve yaşanmışlıklarım yeniden depreşti. İki anı ve üç türkü bir araya geldi.

Dün, bugün bahar güzelliğinde iken, iki gün önce Çeşme’de hava gerçek bir kış ayazıydı. Kuzeye baktım Karaburun tepesi, batıya baktım Sakız’ın dağları bembeyaz karla kaplıydı. Ellerimi cebime sokarak yürüdüm. Çocukluğumdaki soğuğun ayazı gibi ellerim çatlayacak sandım. “Ellerin Çatlaması” beni çocukluğuma götürdü yürüyüş boyunca. Zeytin toplamayı anımsadım. Nedense daha çok “Vargel Altı” zeytinliğindeki yamaç ve çalılar arasında yere düşürülen zeytinleri tek tek toplarken yaktığımız yeşil zeytin dalcıklarının, yapraklarının yağlı, isli dumanının kokusu burnumda tüttü. Dip zeytinlerinden çıkarılan kötü zeytinyağı ile yaptığımız sabundan sonra artan kalandan çıkarılan gliserin ile limon karışımından yapılan ev tipi el kreminin ellerimize sürdüğümüzü anımsadım. Yıllar sonra İzmir’e geldiğimizde krem Pertev ve Arko ile tanışacaktık. Çeşme’nin ayazından Soma’nın tarlalarına uzanan anılar yürüyüş adanın ucuna geldiğimizde genişlemeye başladı. Hangi tarlalarımızda ne tür anılar belleğimde yer etmişti ?

1.Uzak Tarla: Kırkağaç’a daha doğrusu Soma ile Kırkağaç arasında her zaman senin, benim kavgasına konu olan “Boğaz“a yakın, Güllüce Değirmeni (!) karşısındaki yamaçta bir kenarı ormana dayalı ak topraklı kıraç bir tarlaydı. Buğday ekerdik. Hasat zamanı olunca bir tepsi tatlı ile kutlanırdı her zamanki kır yerindeki öğle yemeği. Belki de rahmetli annemin yaptığı içi cevizli “Saray Burma” tatlısıydı. Tarlanın ormana yakın kısmında kırk elli ağaç yeni zeytin fidanı dikmiş rahmetli babam ve ben ilkokul çağımda ellerimle küçük ağaçlardan “Çizme Zeytin” için alacalarından, büyüklerinden, düzgün şekilli olanlarından zeytin topladığımı dün gibi anımsıyorum. Bu tarla iki yoldan gidilirdi. Biri Soma-Kırkağaç Şosesinden, düz yoldan gitmekti. Bu yol daha kısaydı ama ben pek sevmezdim. Diğeri Akpınar’dan, Uzun Tarla’nın yanından, arka taraflardan, dar, iki tarafı yüksek boylu çalış formundaki ağaçlarla kaplı, ak topraklı yoldan gitmekti. Daha uzundu ve çok severdim. Hoplaya zıplaya giderken çalı diplerinden Kuzukulağı toplamaya bayılırdım.

2.Uzun Tarla: Akpınar’dan dere tepe aşılarak gidilirdi. Tepeye geldiğimizde suyu devamlı akan, önünden hayvanlar için yalağı olan, içmek için çam ağacından yapılmış tası olan “Çamlı Faslak“tan birer maşrapa su içip henüz madenin atıklarıyla kirlenmemiş, yaz kış akan küçük dereden geçtikten sonra tekrar küçük bir tepeye çıkılan yoldan Uzun Tarla’ya varırdık. Küçük derenin üst taraflarından küçük bir arkla ayrılan bir kolu da biraz daha yüksekçe yerlerdeki genç kavak fidanlarını sulamaya yarardı. Uzun Tarla sanırım anneannemindi. Tarlaya ilk girişinde bir keson kuyu vardı. Kuyunun etrafındaki üç beş dönüm yer meyve bahçesiydi. Birkaç yer asması ile daha çok Zerdali (Kayısının yabanisi) ve armut ağaçları vardı. Ağaçların üstündeki top gibi, kışın bile yemyeşil olan parazit bitkilere hayran hayran bakardım. Büyüdüğümde bunların Ökseotu olduğunu öğrenecektim. Uzun Tarla’nın meyve bahçesi olan girişindeki kuyu ile ilgili olarak rahmetli babam rahmetli annemle dalga geçerdi. Çocukluğumda evimizdeki tek şaka ya da gülmeye neden olan konu bu kuyunun hikayesiydi. Sözde annemin babası rahmetli Haşim Dedem bu kuyuya para kesesini (cüzdan diyelim) düşürmüş. Eline bir sopa alıp kuyunun başında nöbet tutmuş, kimse gelip de kuyuya inip parasını çalmasın diye. Haşim dedem çok sakin, yumuşak huylu biriymiş. Öyle ki rahmetli anneanneme kıyamazmış sarma yaparken harcadığı emeği görünce ve yaprakları pirincin içine kıyıp pişirtirmiş. Ortanca oğlum Eray’a ikinci isim olarak “Haşim” adını da ekleyince oğlumun da huyu suyu rahmetli dedeme benzemiş. Biz bu benzerlikten çok memnunuz da acaba Eray da aynı memnuniyete sahip mi ? Düşünmeye değer. Her neyse Uzun Tarlanın büyük bölümüne (en az seksen dönüm) tütün dikerdik. Tarlanın doğu sınırı cebel (çalılık) alandı ve buradaki beyaz toprak pekmez yapmakta kullanırdık. Uzun tarlanın kuzeye yakın orta kısmına tütün çardağı kurulurdu. Buranın kuzeyinde rahmetli Aksekili İbrahim‘in tütün tarlası vardı. Özellikle kış gecelerinde sıcak soba başında babam anneme “Hatırlar mısın bizim tütün İbramaki’nin tütününden daha kaliteli idi. Tütün parasıyla 250 lira verip Siera Radyoyu ben aldım; o alamadı” diye kıyaslama ile kendini iki kere överdi. Babamın sözünü ettiği radyo benimle yaşıt ve çatıda hâlâ duruyor. Yine dağıldım yazarken. Amacım bu tarladan ve tütünden bahsederken çardakta metal bidona el vurarak söylenen türküye eşlik ederek oynamanın keyfini nasıl hüzne dönüştürdüğümü kayda geçirmekti amacım. Yaramaz bir çocuktum. Yaramazlıktan öte şımarıktım. Koruyucu meleğim annem olmasına rağmen onu gereğinden fazla üzerdim. Gün ağarmadan kalkılır ve tütün kırılırdı. “Tütün Kırmak” demek olgunluğa erişmiş olan yaprakların tek tek koparılmasıdır. Daha sonra çardakta yere oturulur ve yapraklar şişlere dizilirdi. Şişten ipe aktarılan yapraklar daha sonra kurutmak için tellere (biz “Izgara” derdik, Nezuş’lar ise Alaçatı’da “Kırmander” derlermiş) asılırdı. Tüm bu işler öğleye kadar sürerdi. Gerek bu işler yapılırken yorgunluk atmak için türkü söyleyip oynamak adettendi. Söylenen türkü dün gibi belleğimde “Öyle mi derler tombul gelin, böyle mi derler” ve rahmetli Hamiyet Yüceses‘in özgün sesi. Tütün kıran genç işçiler de vardı ve annemin otuzlu yaşlarındaki şen şakrak hali ile oynamasını babama söylemiştim. Babam da çok kızmıştı. Şarkının keyfi ve babamın kızgınlığı iç içe geçmişti. Dedim ya ben Somalı taşra çocuğu iken hem çok yaramazdım, hem de şımarıktım. Neye güveniyorsam ! Ne babam hoş görülüydü ne de annemin babama karşı beni koruyacak fazlaca gücü. Sadece yüksek olan ve sığındığım sanırım annemin sabrı ve sevgisi idi. Tarlalarımıza belleğimdeki anılarıyla kısaca değineyim ve yazımın girişinde yarım kalan öyküleri tamamlayıp yazımı sonlandırayım.

3.Bakla Tarlası: Soma’nın İstasyon’a doğru olan kuzeyinde şehir merkezine yakın beş dönümlük bir tarlaydı. Derenin hemen yanındaydı ve içinde birkaç armut ağacı vardı. Evden çıkınca önce doğuya doğru gider, mezarlığı geçtikten sonra Kemahlının Zeytinliğini geçip dere boyunca yürürdük. Dere derinceydi ve taşkın olmazdı. Derenin kenarlarında Kuzu Kulağı ve Hayıt çok olurdu. Hayıtın çiçeğinin kokusu pek çok parfümden çok daha güzel gelirdi bana. Daha çok Hayıtın dallarındaki “Çatallanma“ya göz dikerdim. Çünkü sapan yapımında en güzel çatal ya Hayıttan ya da zeytinden olurdu. Ancak çatal için babam kesinlikle zeytin dalı kesmeme izin vermezdi. En sevdiğim tarla yolculuklarından biriydi Bakla Tarlasına uzanan yol. Tarlalı Fadime’nin meyve bahçesinin yanından geçerken annem ve babamdan özel uyarı alırdım “Sakın bir şey koparma !” . Belli ki Tarlalı Fadime biraz şirret (bu sözcüğü kullanmama rağmen sevmedim. Belki “huysuz” demek daha doğru) biriydi. Kendisini Karılar Pazarı Sokağının yukarısındaki evinde kara kuru, yüzü gülmez biri hayal meyal hatırlarım. Yine de ilkokul Tabiat Dersi ödevlerimden olan armut, ayva ve elma çiçeklerini onun tarlasından koparıp defterime yapıştırdığımı anımsıyorum. Bakla Tarlasından aklımda kalan bir diğer anı da babamı armut ağacına astığı ceketini alınca elini “Kuyruklu” nun sokması ve ağacın üstünde kocaman bir kara yılanı görmemdi. Biz o zamanlar “Akrep” nedir bilmezdik ve ona “Kuyruklu” derdik. Daha sonraları bu tarlanın batı yönünün ilerisinde “Tütün Fidelikleri” oluşu ve fideleri gecenin ayazından korumak için örtüldüğü “Kapanca” lardan saz çalardım. Sözünü ettiğim “Saz” kargı değildi. Hani şimdilerde parklarda beyaz püskül gibi çiçekleri olan süs bitkisinin yabanıl formuydu. Hem dayanıklı ve hem de hafifti. Bu nedenle “Kasnaklı Uçurtma” yapımı için idealdi. Lise yıllarımda Soma’ya gittiğimde Bakla Tarlasının futbol sahasına komşu olduğu ve üzerinde evler olduğunu gördüm.

4.Akpınar Zeytinliği: Üzerinde düzenli aralıklarla dikilmiş tamamen zeytin kaplı taban bir tarlaydı. Şehre en yakın tarlaydı. Hemen yanında daha sonra mezbaha yapıldı. Bir yıl babam mezbahanın kan atıklarını zeytin ağaçlarının dibine dökmüştü. O yıl zeytin meyveleri çok sağlıklı olmuş ama hasat zor olmuştu. Zeytinlerin yere yakın dallarındaki zeytinler elle toplanır, üstlerdekiler ise sırıkla çırpılırdı. O yıl zeytinleri sırıkla çırpmak zor olmuştu; zeytinler bir türlü daldan kopup yere düşmek istememişti. Elle toplamda ise koparmak zor olmuş eller kan içinde kalmıştı. Ağaçların diplerine verilen kan bitkideki vigoru (canlılığı) artırmış ve rahmetli babamın deyimiyle “Zeytinler azmıştı”. Bu anı beni 1985 yılında sevgili Alev’in çağrısıyla özel sektöre geçtiğimde karşıma çıkan ilk ürünlerden birini anımsattı. Şirket “Alsol” adında bir “Bitki Gelişme Düzenleyici” ürün geliştirmiş ve Avrupa’da zeytin hasadını kolaylaştırmak için başarıyla kullanılmıştı. Sanırım alkol bazlı ürün zeytinler hasat olgunluğuna eriştiğinde ağaçlara püskürülüyor ve daha sonra vibratörle ağaç sarsılınca zeytin meyveleri yere dökülüyordu. Bizde henüz vibratör yok gibi ise de sevgili Alev’den dinlediğim öykü Alsol’un “Kritik Başarı Faktörleri“ni saptayamamış olmaktı. Yapılan denemelerde kimi yerlerde sonuçlar olumlu olmuş, kimi yerlerde ağaçların bir yönünde zeytinler sarsıntı ile dökülürken bir diğer yönünde dökülmemiş ve hatta bazı uygulamalarda sarsıntı ile yapraklar dökülmüş ve meyveler ağaçta kalmış. Bu anı ile Akpınar Zeytinliğimizdeki kan uygulaması zihnimin zaman tünelinde buluşur zaman zaman. Akpınar Zeytinliğimize komşu tarla “Terzi Fevzi” nin idi ve içinde bolca nar ağacı vardı. O bahçeden nar çalmak da en büyük keyfimdi. Terzi Fevzi’nin evi bizim eve yakındı ve iki kızı vardı. Büyük kız Boysan rahmetli ablamın, küçük kız Zerrin de benim ilk okul sınıf arkadaşımdı. Onları ablamla birlikte Belediye Parkından çekilen bir fotoğraftan net olarak gözümde canlandırıyorum.

5.Vargel Altı (Sarıkaya) : Akpınarın biraz daha güneyindeki bir başka toprak yoldan gidilen yamaç bir tarlaydı. Çalıların da yaygın olduğu yaşlı zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Sanırım anneannemin tarlasıydı. Biraz ilerisinde vargel (Maden-İstasyon arasındaki kömür taşıyan havai hat) vardı. Bu tarlaya ait anılarımda çatlayan ve kanayan ellerimle zeytin dal ve yapraklarını yakmaktan duyduğum keyifti. Yağlı dumanın isi üstüme siner, ateş tutuşsun diye üflemeye çalışırken gözüme kaçan dumandan canım yanardı. Yine de keyifliydi.

6.Yassıtepe Zeytinliği: Yamuk yumuk ve yamaç bir tarlaydı. Şehrin hemen güneyinde beyaz topraklı çevresinde Somak (!) bitkileri olan en sevdiğim tarlalardan biriydi. Bu da sanırım anneanneme aitti. Şimdi düşünüyorum da rahmetli annemin de babam taşınmaz mal katkısı olmuş epeyce. Bu tarlanın içindeki incir ağacına tırmanmak en büyük zevkimdi. Öyle ki yamaç olduğu için yere yakın olan alt dalların ucundan ağacın üst dallarına tırmanırdım. Tarlanın uzağında Tarhala Köyünden Soma’ya akan dere vardı. Derenin etrafı büyük ceviz ağaçları ile yem yeşildi. Derenin öte yanında Tarhala yolu ve yolun hemen batı yanında “Cennet Çeşmesi” vardı. Her Hıdırellez günü bu çeşmenin etrafında piknik yapılırdı.

Sözün özü; Soma’da taşralı çocukluğumun tütüncü, kahveci ve köfteci oğlu olmanın kısıtlarında keyifli anlarım da oldu. Neden “kısıtlı” dedim ? Hep memur çocuğu olmak istemiştim. Çünkü özellikle köfteci çırağı olduğum ilkokul yıllarıma günden iki saat sokakta oynama iznim vardı. Bu da bana yetmezdi. Ne var ki, ister arka yollardan Uzak Tarla’ya “Atçılık Oynarak” gitmek, ister Bakla Tarlası yanındaki dereden sapan için hayıt bitkilerini izlemek, isterse Akpınar’da komşu bahçenin narlarından çalmak yaramaz çocukluğumun renkleriydi. Yetmiş yıl önceden bugüne neler aktı kim bilir yaptıklarım ve yapmadıklarımla…Bugün bu yazıma neden olan Hamiyet Yüceses’in şarkısı (türküsü) dür rahmetli annemin bir anlık keyfini hüzne çevirmiş olmamın içimdeki izleri…Bunu yazımın girişindeki mavili kısımdaki anlatımın öğesi olan “Ben dünüm senin dostun yarın” başlıklı Dr.Frank Crane (https://en.wikiquote.org/wiki/Frank_Crane) ın yazısından alıntı ile anlatmaya çalıştım. Ancak “dün” için yapılan bu haksızlık (!) belki gençlik yılları için geçerli ama bugün yetmiş yediye merdiven dayarken ve Yaşam Gölünde “Karşı Kıyı” görünürken yarının dostluğuna pek fazla güvenim ve inancım yok. Ben “Dünün Anıları“nın sıcaklığı ile “Bugünü Isıtırken” yarınlardan kuşku duymadan yaşamayı sürdürüyorum; günlük rutinlerimden keyif almayı sürdürüp şükür ve şükran dolu olarak. Gelelim yazımın girişindeki kırmızılı bir diğer öykünün ana fikri ise “Ne kadar yaşamış olduğunun ölçüsü nedir ?” sorusuna kendimce bulduğum bir somut örneğe dikkat çekmektir. Bu sorunun yanıtını son günlerde okuduğum iki farklı kitaptan alıntı ile aynı odakta buluşturmaya çalışacağım.

Kitaplardan ilki yine rahmetli Çetin Altan’ın “Şeytanın Gör Dediği” kitabının 249 ncu sayfasındaki “Gerçekte ne kadar yaşadılar ?” başlıklı yazısından ve ortaya koyduğu seçenekler şunlar:

*Ne kadar sevişmişse o kadar yaşamıştır.

*Yok hayır, ne kadar sevilmişse o kadar yaşamıştır.

*Sevindiği kadar yaşamıştır, güldüğü kadar yaşamıştır.

*Umutları gerçekleştiği kadar yaşamıştır.

*Çöküntülerle kırıklıklara uğramadığı kadar yaşamıştır.

*Yaptığı işlerden hoşlandığı kadar yaşamıştır.

*Pişmanlıklara düşmediği kadar yaşamıştır.

*İstemediği bağımlılıklara mahkum olmadığı kadar yaşamıştır.

*Kendini başarılı hissettiği kadar yaşamıştır.

*Yaşamaktan bıkkınlık duymadığı kadar yaşamıştır.

*Yaşamanın hangi bölümlerini yeniden bir kez daha yaşamak istemişse o kadar yaşamıştır.

ve yazımın girişindeki kırmızı anlatımın tamamını paylaşayım:

“…Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına girdi. Çünkğ kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki rakamlara takıldı. Mezar taşlarında 8, 167, 960, 2005, 4378 gibi birbirlerine hiç benzerliği olmayan rakamlar vardı. Uzun uzun düşündü, fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, ona sordu : “Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına ?” dedi. “Bu rakamların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır, saat midir ?” Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı: “Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız” dedi “Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra ise, bellerindeki düğümleri sayar, düğüm sayısını mezar taşına yazarız”. Bilge kişi, karşısındaki keşişin bir şey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü: “Böylece onun, ne kadar yaşamış olduğunu anlarız“.

…ve WhatsApp’taki grubumuzda (ZM68) sevgili arkadaşım Ersin, Mavişehir’de açık alandaki bir masadaki fotoğrafını paylaşınca ben de Çeşme sahilde yürüyüş sırasındaki bir fotoğrafımı paylaşmıştım. Buna sevgili Alev’in fotoğrafını eşi sevgili Fatoş paylaştığında yukarıdaki fıkrayı anımsadım. Çünkü üçümüz arasında yüzünde eksilmeyen gülümseme olan tek kişi Allah selamet versin sevgili Alev’di. Ki Alev her zaman öyleydi. Korona sonuçları eskisine oranla daha ciddi sıkıntıları işaret ediyorsa en yakın zamanda Ersin ve Alev’i eşleriyle birlikte Çeşme’de Nezuş’un Kurufasulyesi odaklı sofrasına konuk edip sohbet etmek arzusu içimi dolduruyor.

Sağlık ve esenlik içinde nice özlem dolu yılların gönlünüzce geçmesi dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü