Yaşam Büfesinde “Testify”

“…Temel, havuzdan atıldığını Dursun’a şikayet ediyormuş. “Havuza işedim diye beni havuzdan attılar; ama herkes işiyor” demiş. Dursun “Herkes işiyor ama herkes senin gibi tramplenden işemiyor” demiş…; Bektaşinin önüne iki desti şarap koymuşlar ve “Erenler tat bakalım hangisi daha iyi ?” demişler. Bektaşi ilk destiden bir yudum almış ve öteki destiyi gösterip “O daha iyi” demiş. Şaşırmışlar ve ” Erenler, o destiyi tatmadın ki…” demişler. Bektaşi “Bundan daha kötü olamaz” demiş…”

SSTC NET ABG 2022 Dört perdenin girişleri ve final: Bilmek, yapabilmektir.

Merhaba

İlk defa bir ayım yazısız geçti. Nisan 2022 de hiç bir yazı yayımlamadım. Neden ? diye kendime sorduğumda net bir yanıtım yok. Nisan ayının ilk haftasında “Bohçam, 200 liracık” başlıklı bir yazıya başlamışım. Epeyce de ilerlemişim. Bir yere gelince vaz geçmişim. Daha sonra 16 Nisanda bir başka yazıya başlamışım. Buna da “Dal/Lama” başlığını vermişim. Onu da taslakta bırakmışım. Bu uyku periyotları yazılarımı olgunlaştırmamış. Odağımı yitirmişim. Eğri ile doğru arasında sıkışıp kalmışım. Bu “Testify” başlıklı yazıya da Nisanın son haftasında başlamışım. Kendimi güncelin olumlu sayılacak kısa mesajlarıyla avutmaya çalışmışım.

Bugün “Hıdırellez” ve dün gece gül dalına dilek kağıtlarımızı astık, denize dileklerimizi yazdığımız kağıtları attık ve komşu Hüseyin’le birlikte ateşin etrafında biraz oturduk. Bu sabah Foxlu İsmail’de Deniz’in babasına yazdığı son mektubu dinlerken döktüğüm gözyaşlarında Hüseyin ve Yusuf’a da rahmet diledim. Bugün Cuma olmasına rağmen nankörlerin arkasında saf tutmaktan vaz geçtiğim için yine camiden uzak kaldım. İçime siniyor mu ? Hayır. Belki bir gün Cuma hutbelerinde kurtarıcısına dua eden imamlar gelirse ve Allah nasip ederse yine camilenirim. Bugün ve geçen elli yıldaki her Hıdırellez’de vatanseverlerin asılmasını yürek yangınıyla anımsıyorum. Elli yıl geçmiş aradan ve herşey daha da kötüye gitti. Bir fıkra düşüyor aklımdan elime:

Hoca gecenin bir vakti köyde evine giderken köpeklerin saldırısına uğramış. Hemen elini yoldaki bir taşa uzatmış. Ama taşı yerinden çıkaramamış. Bir diğer taşı almak istemiş. Onu da alamamış. Birkaç uğraştan sonra boş kalan elini kaldırıp Yaradan’a seslenmiş, sitem etmiş “Allah’ım bu ne biçim köy, köpekleri serbest bırakmışlar, taşları bağlamışlar” demiş.

Biz de vatansaverleri asarken nice vatan hainini baş tacı yaptık. Öyleki kimileri “Keşke Yunan galip gelseydi” diyecek kadar meczup bir şekilde öldü gitti. Nereye mi ? Ben bilmem; Allah bilir ! Şimdi Nisan sonunda yazdığım yazımı taslaktan çıkarıp aynen buraya alıyorum.

………..

Geçen gün İsmail’in konuğu Testici idi ve bir kez daha anladım ki “Seçmece” bunlar. “Testi” ve “Desti”nin yaptığı çağrışımlarla 1998 yılı kış sonunda Afyon’da yaptığımız bir toplantının sigara molasında otelin bahçesinde gezinmeye çıktığım anı anımsadım. Toplantıda nedeni ve sonuçlarını daha sonra anlayacağım ilginç enstantaneler yaşanıyordu. Umut bağladığım genç ve bilgili meslektaşımın kariyer yolculuğunda bir dönüm noktası, bir “karar anı” yaşadığını bilmiyordum. Sahne aldığında Hürriyet Gazetesindeki bir köşe yazısı ile söyleyemediklerine dikkat çekiyordu. Yazının başlığı “Sadrazam kellesi nasıl alınır ?” idi. Bahçede karşılaştık ve bana “Nasıl buldun sunumumu ?” diye sordu. Alıntı yaptığı yazıya anlam veremediğimi söyledim. Ne var ki üç ay sonra Malatya’dan kendisine bir fax mesajı gönderdiğimde istifa edip şirketten ayrıldığını öğrendim. Bu öykünün öncülü ve ardılı ayrıca öylülendirmeye değer. Ancak burada bu anıdan söz etmemin amacı farklı. Otelin bahçesinde dolaşırken yerler karla kaplıydı ve elimdeki kitabın adı da “Sahte Liderliğin Ötesinde” idi.

Yirmi dört yıl önceki arayışımla bugünkü etkilenişim arasında bir benzerlik var. O kitaptan aklımda kalan bir kavram açıklaması var ve yazıma onu başlık yaptım. Kitabın yazarı Ken Shelton “Testify (tanıklık etmek)” sözcüğünün “testis“den türediğini yazmıştı. Bu açıklama ile benim kirli zihnim (Dirty Mind) “Sadrazımın sol t*şağını” öne çekmişti. Yirmi dört yılda kimin testisi altı okka oldu bilmiyorum ama bu Foxlu İsmail’in konuğunun sözlerine bakınca tiksinti duymaktan kendimi alamıyorum. Kavala’ya ömür boyu hapis cezası verilmiş Gezi’den dolayı. Veren hakimlerden biri bir zamanlar iktidarın millet vekili adayı imiş ve şimdi yargıçmış. İsmail sordu: “Sizce bu etik mi ?“. Eveleme ,geveleme ve “biz adamın geçmişine bakmayız; verdiği kararlardaki tarafsızlığına bakarız” benzeri yanıtlar yakışmıyor koskoca adamlara (!). Bir de “şekerin maliyeti 4.90TL; nasıl oluyor da zincir marketler 18.00TL ya satıyor. Verilen bir milyon liralık ceza devede kulak. Daha fazla ceza vereceksin, hatta kapatacaksın” diyor zat-ı muhterem (!). Tamam o marketleri ben de sevmiyorum ama onlar şekeri on liradan daha pahalıya alıyorsa, şeker şirketi kendisi zam yapmışsa, sevmediğim bir diğer kişi olan rahmetli Yıldıray’ın abisi “şeyini şey ettiğimin şeyi” ile ünlenmiş (!) zat-ı muhterem (1) de ” o marketler bizim dostlarımızın on liraya alıp da sekiz liraya satamazlar ki; böyle ticaret olmaz ki…”diyordu eleştirilerinde. Dediğim gibi al birini vur ötekine; bunların hepsi seçmece.

Ben yine içime döneyim ve Kavala için “aklın yolu bir” diyerek sonraki adımlardan ve adamlardan bir düzeltmeyi umarak ruhumdaki kavgayı bir kenarda küllenmeye bırakayım ve rahmetli yad ettiğim sevgili “Kızgın Bağcı Nezih” ile yeni bir SSTC Öğrenme yolculuğunu güncel etkilerle yapılandırmaya yönelerek avunayım.

Daha güzel günlerimizin olacağı umudumu koruyarak sağlık ve esenlik içinde, açık ve aydınlık yollarda SSTC ile “olgunlaşmış” ilişkilerle “Strateji Tuvali“mi oluşturmaya çalışayım.

Desem de yapamıyorum. Aklımı çıpalandığı yaramazlıktan kurtaramıyorum. Çatıya çıkıyorum. “Testify” ı bir de Redhouse’tan bakmaya çalışırken içine sıkıştırılmış iki küçük sayfalık notlarımla kısır döngümü aşıyorum. Yirmi üç yıl önceye ait bir Bill Gates kitabından (Düşünce Hızında Çalışmak) “Şirketin Sinir Sistemi” çerçevesinde çıkardığım notlarıma dalıyorum. Şunları yazmışım:

1.Gerçeklerden aldığınız güçle yönetin:Olumlu/Mantıklı/Bilgiye dayalı” yönetime dikkat çekmiş. Şimdi anlıyorum uzun adamın çaresizliğini; çünkü gerçeklerden koptu gidiyor düne kadar “tu kaka” dediği Suudilere giderken bir bilinmezliğin kara deliğine doğru hepimizi sürüklüyor.

2.Zor soruları cevaplayın: Kolayları için bile oralı değil. Rahmetli Muharrem’in SSTC den sonra eşinin kendisine söylediği “Amma da ignorcusun Muharrem !” sözlerini anımsıyorum. “Cekler, caklar” serbest ve sanırım yakında “cıklar” yasak olacak. Köprü bedeli için “200 liraCIK” sözleri hala kulaklarımda çınlıyor. Ekmeğin fiyatı yakında 4,5 TL olacak deniyor ve bugün %60 ı aşan enflasyonu yıl sonunda yaz domatesi ile nasıl %40 a çekecekler anlamıyorum.

3.Gerçeklere dayalı, tarafsız bir yaklaşım benimseyin: Ne yazık ki tümüyle “umutsuz vak’a“. İmam ve cemaat meselesi. Kavala için yargıcın biri “beraat” diyor, diğeri ise idam yerine geçerli “müebbet”. Bu nasıl bir yaklaşımdır Allah aşkına ! Bunların hepsi seçmece.

4.Bilgi çağında şirketinizi farklılaştırın: Bilgi çağından önce de aynı uyarı geçerliydi. Ben de DOD1 ve DOD2 kavramlarını türetmiştim. DOD2: Diffentiate Or Die (Farklılaşmazsan Ölürsün). Uzun adam ülkemi farklılaştırmak mı istiyor acep diye düşünüyorum ki açık kapı ile ipini koparanın geldiği Suriyeliler; bizim evler sizin olsun, dörtyüz bin dolara siz bizden daha biz olun abicim, sen yabancı değilsin yaklaşımları ile farklılaşacağız anlaşılan.

5.Bilgiyi aktifleştirerek kullanın: Bunun için “Bilgelik Piramidi“nde “Wisdom Tepesi“ne çıkmayı bilmek gerek ki bu iş “sen üret yeter” demekle olmuyor ? Çiftçim “ben hadımım” diyor; ona bakan kravatlı “kaç çocuğun var ? diye soruyor. Yaşam tam bir komedili drama dönüyor ülkemde.

6.Sayılara kolayca erişin: Hangi sayılara ? Hangisine güvenebiliriz ki…Seçmecelerin düzmece verileriyle “Bilgelik Piramidi“nin tabanında kıvranıp duruyoruz. Kimisi “data (veri)” bile değilken “info (bilgi)” laştırmak için çaba bile göstermeden sözlerinden sonra sırıtarak salona bakıyor ve sevgili Syngilli Orhan’ın salona seslendiği gibi “Burada alkışlanacak” diyor. Bilmeyecek kadar aptal olduklarını sanmıyorum salondaki yüzlerdeki asıklığı, inançsızlığın somurtuk bakışlardaki sessizliği. Koltuklarındaki mayışık kurbağanın sıcaklık testindeki gibi çaresizliğin eşiğindeki koca koca adamlar zoraki olarak katlanıyorlar “Arda’nın Masalları“na.

Benim sıkıntım iktidar grubunun anlamsız etki ve tepkilerinde değil; altılı masanın dışa yansımaya başlayan çatlaklarıyla oluşan kararmış ensem ruhumu da karartıyor. Ellili yılların sonlarında rahmetli ebeveynlerimin oturduğu Zeytinlik’teki evlerinin karşı komşusunun adı: “Alamet” idi. Güvercin beslerdi ve yaşam dertlerinden muzdarip olmayan hoş görünümlü biriydi. Aslında adı “Ali Ahmet” idi ama herkes “Alamet” derdi. Altı masanın Alamet’i de bana göre baştan beri “Truva Atı” idi ve “İttifaklaşma“ya getirilen yeni bir kuralla gerçek yüzlerini gösterdiler. Daha başlangıçta Millet ve Cumhur diye Kuzey/Güney hatlarına çekilen siyasi piyonların görüntüleri zihnimde iki sözcükle çağrışım yapıyordu: “Pes/paye vs Kırk/Pare”. Güçlerin evriminde ise Makyavelli‘nin “Prens”inde dediği gibi “Sevmeli mi dövmeli mi ?” seçeneklerinden sadece biri söz konusu ise Makyavelli diyor ki “Sevmeyi boş ver abicim; döv, daha çok döv“. Demek ki kendisi okumasa bile büzüktaşları Prens’i okuyor ki “dövmekten usanmıyorlar” ve buna örnek olurken imam ve cemaat etkileşiminde sınır tanımıyorlar. Tramplene çıkmışlar, hep birlikte havuza işerken etrafa gülümseyip bir de alkış bekliyorlar. İyi güzel de bir zamanlar Ankara’dan istanbul’a “Adalet Yürüyüşü” yapan yerli Gandhi, karanlıkta oturmanın kolaylığı ile gün sayıyor. Yola çık abicim. Kolaydan vazgeç. Gerçek tepkini görelim. Sözleri arasında yinelenen “Kavga etmek” laf ola beri gele…Umutlarımı köreltiyorlar.

Alaçatı’nın en güzel sokağında inci boncuk, bijüteri satıcılarının sergilerinin olduğu bir pasaj var. Adı: “Çatladı Kapı”. İşte bu isimle zihnim altılı masaya baktı ve bana “Çatladı Masa” dedi. Altının kendi aralarındaki sürtüşmeler bir yana “Karanlıkta Oturan” sakin adam kürsüde “Ya bana katılın, ya da şimdi önümden çekilin” diyor ve son sözleri de “Hadi bana eyvallah” benzeri tepkiyle kürsüden iniyor. Fazla alıngan ve çabuk küsen bu adamla kavga, mavga edilmez bence. Sanırım “Ben cumbaba olmak istiyorum” dedi ve yakındaşları da “Etme başkanım diğer beş parti desteklemez ya da desteklese de seçilme şansın düşük. Bunun yerine Mansur ya da hiç olmazsa Ekrem” olsun demiş olmalılar ki “Çekilin yolumdan” gibi tepkileniyor bizimkisi…

İşimiz zor. Yolumuz engebeli. Sürücü beceriksiz. Yolcular tepkisiz. İyi olur inşallah. Sağ ve esen kalın.

Öykücü

“Taslak” ta kalmış önceki yazılarımı da copy/paste ile buraya alıyorum.

Yaşam Büfesinde “Bohçam-200 liracık” (05.04.2022)

“…HBR (Kasım 1997) da “Real Work (Gerçek Çalışma)” başlıklı bir yazı kaleme alan Prof.Abraham Zaleznik yazısına Yeni Gine’deki “Kula” ya dikkate çekerek başlar. Ondan çok zaman önce Fritz Roethlisberger, “İşletmecilik ve Ahlak” isimli kitabında bir boncuk alışverişi olan “Kula“ya değinmiştir (https://hbr.org/1997/11/real-work). Burada boncuklar bir değişim aracı değildi. Yerliler bunları grup içindeki konumlarını gösteren takılar olarak da kullanmıyorlardı. Kula’nın kuralları sosyal konumla ilgili kesinlikle belirlenmiş beklentiler yaratıyordu. Değişim biçimli bu alışverişlerde elde edilen boncukların kısa bir süre elde tutulmasını ve saygı gösterilmesini ve başka alışverişlerde elden ele dolaşmasını sağlıyordu (MC: Bugün yaptıklarımı boncuğa mı benzettim acep ?). Böylece toplumun gerçek işleri yani mal üretimi ve takası kolaylaştırılıyordu. Bugünkü para gibi görünse de acaba paranın etkisi bugün sosyal yapıyı yansıtmaktan azıcık da olsa ayrı mı düştü ? Dizilere bakıyorum da ne Kördüğüm’ün zengin babasının yarışçı oğlunda, ne Gecenin Kraliçesi’nin zorba babasında ve ne de Göç Zamanı’nın hâla eli kırbaçlı ağasında para değil sosyal konumu oluşturan. Aklımın gelgitleri durulmuyor. İsyanlarım ruhumu karartıyor. Uykularım kaçıyor. Çok basit bir oyun var ortada ve “Kaya yağı” ile “Fırat’ın Suyu” na aynı anda sahip olmak istiyorlar. Olan aradaki kendini bilmez, omurgasız liderlere inanan halka oluyor. Biz sınırlardaki cirit atan ve birbirine de füze atmak için fırsat kollayan oyuncular arasında horon tepiyoruz (https://www.copcu.com/2016/02/02/yasam-bufesinde-sapare-aude/) ..”

Merhaba

Yahudi züğürtleyince eski defterleri karışıtırırmış. Ben de öyle yapmışım farkına varmadan. Birkaç gündür aklımdaki, belleğimdeki anıların ve öykülerin izlerini bir bohçada derlemeye çalışıyorum. Önce kırk elli slayt oluşuyor. Hemen her gece uykuya dalmazdan hemen önce unutulmuş birkaç slayt menüsü daha öne çıkıyor. Uykumu geciktiriyorsa da kaçırmıyor ve ertesi gün devam ediyorum. Bugün yetmişe yakın oldu heybemdeki öykülerin görselleri. Bitti mi ? sanmıyorum. Bu gece yine birkaçı kendini gösterir. Düne göre hava azıcık ısındı Çeşme’de. Budadığım daha doğrusu kuru dalları (asrın liderinin iki yüz liraya “200 liraCIK” dediği gibi “dalCIKları”) keserek araladığım limon ağaçlarımın (3) çimlerin üstündeki artıklarını atacak cesareti bulup bahçeye yöneldim rutin yürüyüşümüzden sonra. Dün tam bir ayaz varken bugün bu kadarcık çalışma ile terledim bile. O hızla çatıya çıkıverdim. İlk elime gelen bir kitapçığı alıp indim aşağıya (Power Dergisinin eki olan HBR 02.1998). İçinde üç makaleCİK var kitapÇIKın. Biri de yukarıda sözünü ettiğim Prof. Zaleznik’e ait olan “Gerçek ÇalışmaCIK”.

BohçaCIK (1987>2022>…!?) “Kimbilir?

Önce kendi bloguma bir bakayım istedim oluşturmaya çalıştığım çerçeveCİKle. Google’a “Fritz Roethlisberger işletmecilik ve ahlak” diye yazdım ve karşıma 02.02.2016 tarihli “Yaşam Büfesinde Sapere Aude” isimli yazım çıktı. Anlamını daha sonraki yazımda açıklamış olmalıyım ki bu kısa yazı içinde daha çok zamanın dörtlü soyguncularını aklayan sisteme tepkilerim nedeniyle ne demekmiş “sapere aude” sorusu yanıtsız kalmış. Şimdi yazayım:

“…Horatius tarafından Epistles 2. şiirinde kullanılan Latince deyiş. Horatius’un kullandığı haliyle ”Nam cur, quae laedunt oculum, festinas demere, siquid est animum, differs curandi tempus in annum? Dimidium facti, qui coepit, habet; sapere aude, incipe. Viuendi qui recte prorogat horam, rusticus expectat dum defluat amnis; at ille labitur et labetur in omne uolubilis aeuum.” Yani: “Gözüne ufak bir çöp batsa, onu oradan çıkarmak için acele edersin. Zihnin hasta olduğu vakit tedavisi için neden acele etmezsin? Başlamak, işin yarısını bitirmek demektir. Kendi aklınla düşünmeye/akıllı olmaya cesaret et, başla!…”

Altı yıl önce yazdığım o yazının ekindeki videoCUK ise 2012 yılında Netdirektlileri çıkardığım SSTC Ustalık Yolculuğuna ait. O günlerde Netdirektlilerin iki ana bölümü arasında “biz sizden daha önemliyiz” benzeri sessiz çatışmanın çekişmesi vardı. Ben bunu CINOS’un üçüncü evresinde Berlin’de çıktığım “Siloları Yıkmak (Breaking Barriers)” temalı ustalık yolculuğunda da yaşadım, gördüm. Temasına uysun, çıpalama ile akıllara yerleşsin diye Avrupa Ülkelerinin “Pazarlama” ve “Satış” bölümleri bu toplantıyı özellikle Berlin’de yapmıştı. Çünkü “Berlin Duvarının Yıkılması” öyküsü Almanya’nın Doğusu ile Batısını bütünleştirmişti. Adına “silolar” dediğimiz arık iş yaşamı “Özerklik” gibi düşünüp CINOS’un ilk evresinde (Ciba-Geigy) de vardı. Global birleşme ile Nolaşınca daha da arttı. Üçüncü evre olan Syngillerde de sürdü. Netgillerde de farkına varmadan ve fakat iç ve dış müşteri ilişkilerine yansıyan çekişmeler yaşanıyordu. Çözümün ilk adımı SSTC idi ve gerçekten de kısa sürede silolar yıkıldı.

Rusya ve Ukrayna

Acaba bu iki ülke ilkel topluluklar olsaydı ve ellerinde “Kula” dan dolayı boncuklar olsaydı bugün yine savaşırlar mıydı ? İnsanlar ölüyor; evlerinden yurtlarından kaçıyor, sefil oluyorlar; binalar, tesisler yıkılıyor; Kelebek etkisiyle Tayland’ta çip üretimi krizi giriyor ve dünya bir kıvılcıma bakan kaos eşiğinde yaşıyor. Kelebek etkisinin nerelere kadar uzanacağını kimse bilmiyor.

Endişe ve Özgüven İlişkisi

Prof.Zaleznik‘in organizasyonlar (şirketler, kurumlar) için yaptığı açıklamaları “Kula” ve “Boncuk Alışverişi” açısından ben bugün Rusya-Ukrayna savaşına benzeterek irdelemeye çalışıyorum. “Endişe karşısında herekete geçme ihtiyacı”“Endişenin ortaya çıkması sağlığımızı ve kimliğimizi korumak için bir şeyler yapmak gerektiğinin işaretidir” diyor Zaleznik. Kula gibi bir kabile ritüelinde boncuk alışverişi insanların gelecek hakkındaki endişelerini bir ölçüde azaltmaktadır. Onların basit bir korkuları vardır: Gruplardan biri diğerine saldırır ve topraklarını fethetmek isterse ne olacak ? Bu endişeden kurtulmak için gruplar boncuklarını değiştirerek barışçıl ittifakı sürdürmek istediklerini belirtirler. Böylece gerçek çalışmya daha fazla, tehlikelere karşı savunmak için ise daha az enerji harcarlar. “İlkel topluluklar için tehlike hep dışardan gelir” diyor Zaleznik. Demek ki Ukrayna ilkel topluluk; biz ise modern…Çünkü “sapere aude” isimli yazımın tarihinde (2016) dörtlü çete (MEZE Dörtlüsü) bizim içimizden çıkan bakara makaralı, kasalı, kutulu, saatli tiplerdi ve atı alan dörtlü atla beraber Bor’u geçmişlerdi.

Abraham hoca’nın şu sözüne ne demeli: “İnsanlar nekadar eğitimliyseler kötü yanlarını dış dünyaya yansıtma eğilimleri o kadar azdır.

ve 16.04.2022 de yazıp da “taslak” olarak sadece başlık olarak kalan yazım:

Yaşam Büfesinde “Dal/lama”

“…Kaçamıyorum. Zıplıyorum, zaplıyorum; hep aynı terane…Fox’u beklerken yine de merakıma yenilip diğer kanalların “haber önü” pasajlarına bakıyorum yan gözle ve…”Dönercide karısını tüfekle öldüren koca” aman ha diyerek bir başka kanala dönüyorum ve “Cumhurbaşkanından iki yüz liraCIK...”;Hop bir diğerine “Kucağındaki çocuğu varken karısını öldüren koca”; aman ha demeye kalmadan bir başka kanala ve “Gözlerindeki yakamozların feri gitmiş, işi Allah’a, dualara havale etmiş nebati” Ya sabır çekerek bir başka kanala ve “maharetli mahirin cekleri, cakları ile Arda’dan masallar…Aklıma mukayyet olmaya çalışırken bir film adı kalıyor zihnimin kıvrımlarına: “No way out”… ya da altmışlı yıllarda Gatenby’den bir okuma parçası: “A Lucky Escape”…”