Yaşam Büfesinde “Kamalı Sabri”

“…Temel’in torunu dedesine dönüp “Gördün mi gördün mi ?” deyince Temel “Neyi gördüm mi ?” der. Torunu da “64 model Şevrole impala geçti; oni gördün mi ?”. Temel ses çıkarmaz. Biraz sonra torunu yine “Gördün mi, gördün mi ?” der. Temel yine sorar “Uy torunim neyi gördüm mi ?”. “56 modeli Ford geçti; oni gördün mi ?”. Temel ya sabır çeker ve yine sesini çıkarmaz. Üçüncü kez torunu yine “Gördün mi…” diye söze başlayınca “Gördim gördim ...” der. Torunu da “Uy dede madem gördin niye boka basaysın”…”

Fakülte hocalarının Opellerinden Sütçünün Nash’ı, Erzurum’un M38 ve Kamalı Sabri’nin elindeki ayna mahruti

Merhaba

Ben de çocukken (ve hatta ergenken) arabalara çok meraklı idim. Uzaktan bakar hayal kurardım. Yolda geçmekte olanları sayar ve “Sağdan gelen dördüncü araba benim olsun” gibi kader-kısmet çekimleri yapardım. Altmışlı yılların başlarında 56 Chevrolet (Şevrole)ye vurgundum. Hele bir de mahallemizde “Ceylan İbrahim”in şoförlüğünü yaptığı kırmızı, direksiz, sekiz silindirli, otomatik vitesli, Impala (arka lambaları üçlü) bir taksi (dolmuş) otomobil vardı ki seyretmeye doyamazdım. Üstelik “Bugün başvuru için son gün” mesajını aldığımızda saat ondu. Soma’ya gidip gelip askerlik şubesinden belge alıp EÜTF ne vermeliydik ki hekim olma şansını kullanmış olsun yeğenim AK. Babam Ceylan İbrahim’le iki yüz liraya anlaştı. Yola çıktığımızda acelemiz vardı. Daha 1148 sokaktan ayrılmadan gaza basıp da roketlediğimizde Şevrole’nin eksoz sesi ortalığı inletiyordu. Bu yola çıkış rahmetli büyük halamın torunu AK’ın hekimlik yolundaki ilk öyküsü oldu. Lise sonrası bir süre geçici öğretmenlik yapan yeğenim AK sonunda çalışkan CK ile tanıştı ve tıp fakültesini doktor olarak bitirdi. Uzak diyarlarda (Boğazlıyan) pratisyen hekim olarak çalıştı. Sanırım hoş olmıyan olaylara karıştı ve daha sonra Boğaziçi’nde semt doktoru olarak mesleğine devam etti. Nazilli-Demirköprü’de sünnet düğününün arifesinde fazlaca alkolün etkisinde anne babama karşı edep sınırlarını aştığı için ilişkimiz sona erdi. En son babamın cenaze namazında görüştük. Bir daha hiçbir temasımız olmadı. Bu anının bugün kayda geçmesinin nedeni 35DF302 plakalı Ceylan İbrahim’in kullandığı 56 Şevrolenin yüzü suyu hürmetinedir. Altmışlı yılların ortalarındaki bu anıdan geçen yıl KC nin sahibi olduğu RS7 e bağlanabilir zaman tünelinde performans arabaları. İkisi de sekiz silindirli ve otomatik vitesli tank gibi otomobildiler. Bunları kullanmak için petrol istasyonu (kuyusu demek daha doğru) sahibi olmak gerekir. Amcasını idol alan ve onun açtığı yolda yürümek için olanaklarını (şansını) kullanan EC da S3 ile aynı “performans arabası”nın keyfini sürdü ve ardıllarıyla sürmeye devam ediyor. Allah kazalardan korusun ve hak edilmiş ekstraların keyfini sağlık ve esenlik içinde başarılarıyla perçinleyerek yaşamak nasip etsin. Şimdi anılarımdaki arabaların izleriyle yazımı sürdüreyim. Burada sözünü edeceğim arabalar daha çok halkın arasına karışmış, şimdi unutulup gitmiş, anılarımda yeri olan, sıradan otomobil markaları olacak…

Fakülte: Makine Kürsüsü Hocaları

Fakültede ağırlıklı olan ve hocalarıyla birlikte korku ile saygı karışımı yeri olan birkaç dersimiz vardı. Rahmetli hocalarımızdan Ali Aras’ın “Ekonomi” dersi, Hıfzı Güner’in “Bitki Besleme” dersi, Fuat Saatçı’nın “Toprak” dersi ve Emin Mutaf’ın “Makine” dersi hem kapsamlı derslerdi hem de hocalarının tarzları (Self Style) nedeniyle ürküten ve böylece daha çok çalışmamız gereken derslerdi. İşte bunlardan Makine dersini aldığımız anfinin  önünde üç otomobil dururdu. Üçü de “Opel”di. Alt modelleri (bunun daha doğru ifadesi nedir ki…) farklıydı. Sanki bu alt modeller hocaların hiyerarşik durumlarına göreydi. Örneğin Emin hocanın “Kapitan”, Galip ve Numan hocalarının ki “Olympia ve Rekord” alt modellerdendi. Makine kürsüsü hocaları “Alman Ekolu” etkisinde yapılanmışlardı (veya bana öyle geliyordu). Hoş EÜZF nin tamamı (ve belki de ülkenin tamamı) böyle bir etkileşim içindeydi. Bu nedenle özellikle doktora çalışmaları sırasında çoğu meslektaşım (rahmetli Latif, Allah selamet versin sevgili Ersin ve Özcan) Giessen Ziraat Fakültesine gittiler. Emeklilik öncesi CINOS’ta otorite bana iki seçenek sunup tercihimi sordu: “Opel / Vectra mı yoksa Toyota / Corona’mı ?” Bir yıl sonra emekli olacaktım ve kullandığım aracı şirket bana sembolik bir fiyatla satacaktı. Daha önce Toyota / Corolla kullanmıştım; “Opel” kullanmamıştım. Opel’i istedim. İstemez olaydım. Tank gibiydi. Masraflıydı. Torbalı’daki fabrikanın daha sonra pişman olup üretimden vaz geçtiği sorunlu bir ürünüydü. Emekli olur olmaz hiç kullanmadan satıp Peugeot almıştım. Fakülte yıllarımdaki diğer otomobil anılarıma gelince…

Fakülte: Sütçünün Nash’ı

Yukarıda saydığım dersler ne kadar önemli ve ağırlıklı ise birkaç ders de bir o kadar hafifti benim açımdan. Bunlar yasaklar kalkıp da Almanya’dan yurda dönen ak saçlı, sevimli, babacan Vamık Tayşi hocanın verdiği “Agroekoloji”, yine Amerika’dan dönmüş çok renkli (bordo, yeşil, sarı renklerle pantolon, ceket ve kravatlı) Rauf Cemil Adam Hoca’nın verdiği “Sütçülük” dersleri gibi. Hocanın kendisi çok renkliydi. Arabası ise koyu kahverendi, içi görünmeyen, tank gibi, adeta zırhlı araç gibi çok farklı bir arabaydı. Şimdilerde adını zor anımsadım ve buldum: Nash. Internete baktım; nasıl bir arabaymış diye (https://en.wikipedia.org/wiki/Nash_Motors). Rauf hocanın arabasıne ek olarak bir de sınavından bir anım var. Bana bir soru sordu. Böyle saçma ya da dersle ilgisiz bir soruyu neden sordu ve beklediği cevap neydi hala bilmiyorum. Büyük olasılıkla bir saçmalık yaptım sözlü sınavın ortamında ki masasının üstünde duran gözlüğünü alıp havaya kaldırırken bana dönüp “Evladım, şimdi ben bu gözlüğü masanın üzerinden kaldırırken üstündeki mikroplar “aman bizi kaldırma” derler mi ?”. Dediğim gibi bu soruyu neden sordu çok renkli ve tank gibi Nash arabalı Rauf hocam; bilmiyorum… Çoğu zaman yanıtsız kalan sorular yanıtlanmış sorulardan daha çok akılda, anılarda kalıyor…

Kamalı Sabri’nin Humber’i

Atatürk Lisesine giderken (1960/63) Basmane’de troleybüsten inip de Fuar yanından yürürsem soldaki bir showroom (o günlerde bu geniş vitrinli yerlere şovrum dendiğini bilmezdim; belki de böyle bir terim henüz icat edilmemişti)da bir grup araba markası görürdüm: Humber, Hillman (Rootes Brothers). Görsem de dikkatimi çekmezdi bu İngiliz arabaları; ta ki küçük halamın kocası “Kamalı Sabri” nin elinde hemen her hafta bir dişli (özellikle ayna mahruti) görünceye kadar.

Biz Soma’dan İzmir (Tepecik/Zeytinlik) geldikten (1958) birkaç yıl sonra halamgiller de İzmir’e geldiler. Halamın kocası rahmetli Sabri enişte Soma’da kahveciydi. Soma’da hemen herkesin bir lakabı (nickname) vardı. Örneğin babamgillerin “Hacı Kuru”; Sabri eniştenin ise “Kamalı Sabri” idi. Halbuki bildim bileli halim selim, sessiz sakin biriydi; nasıl olup da kamalı olmuştu. Sadece rahmetli eniştemden (ablamın kocası) bir olayın anlatımında şöyle duymuştum. Ablam ondört yaşında enişteme aşık olunca ve taşrada bu aşk meşk işlerine hoşgörü az olunca “Köfteci Farettin”in özel müşterisi olan hakim ARA’nın desteği ile yaşı onaltı yapılıp ebeveyn rızası ile evlendirilivermişti… Eniştem evimize içgüveysi gelmişti ve terziydi ama askerlik yapmamış, rahatına düşkün bir genç olarak rabadiftalı ceket yakası yapmak yerine sokakta bisiklet binmeyi yeğliyordu. Disiplinli ve sert bir kayıpederle aynı çatı altında yaşamak zordu. Bu zorluk kimi çatışmaları kaçınılmaz kılıyordu. Nasıl bir şey olduysa (benim yaşım henüz yedi) devreye Sabri enişte de girmiş ve “Bana bak Sami, bana Kamalı Sabri derler” demişmiş enişteme. O da anatırken “Sana Kamalı Sabri derlerse, bana da…” ne derler demiş bilmiyorum. Demem o ki, İzmir-Zeytinlik 1148 sokakta elinde “Ayna Mahruti (*) dişlisi ile bakkal dükkanımızın önünden geçen Sabri Eniştenin nam-ı diğer “Kamalı Sabri” imiş.

Mesleği aslen kahvecilik olan Kamalı Sabri önce (mi yoksa sonra mı) 1148 sokağın üst tarafında, fırına komşu güzel bir kahvehane açmıştı. Sokağımızda üç tane yerleşik kahvehane vardı. Hemen kapı komşumuz “Muzaffer Abinin Kahvesi”, onun tam karşısında “Mustafa Aganın Kahvesi” ve biraz aşağımızda “Aşık-Meşe Sahası” da olan “Etemağanın Kahvesi”… Herbirinin kendine özgü müşterisi vardı. “Etemağanın Kahvesi”nden başka aşık-meşe sahası olan Gaziler Caddesi üzerinde “İsmet Uç’un Kahvesi” ve bir de İki Çeşmelik’te “Asmalı Mescid” kahvesi vardı ve turnuvalar düzenlenirdi. Ben yine elinde “Ayna Mahruti” olan kişiye döneyim… Kamalı Sabri daha sonra kahveyi devretti ve fayton aldı; faytoncu oldu. Demek ki maceracı bir ruha sahipti. Faytonculuğu kısa sürdü. Onu sattı bir ikinci el (külüstür de denebilir) bir araba aldı: Humber (https://en.wikipedia.org/wiki/Hillman). Ona arabayı satan “Bu arabayı İngiltere’de lordlar kullanıyor” diye satmış. O günlerde kamuda bir teşvik vardı. Her kim ki özel arabasını (“H” Plakalı), taksi yaparsa (“T” Plakalı) vergide avantaj sağlıyordu (şimdiki gibi taksi karaborsası yoktu; araba yoktu ki). Kamalı Sabri de Humber’ini Tepecik-Konak hattında dolmuşa çevirdi. Ancak bir gün çalışırsa üç günü tamirde geçiyordu ve Kamalı Sabri de bizim bakkal dükkanının önünden elinde ayna mahruti ile geçiyordu. Bu serüveni de kısa sürdü. Daha sonra “Milli Piyango” satıcısı oldu. Bereket halamın hizmet ilişkileri içinde Gencer Koyuncuoğlu ile tanıştı ve KSK nün Karşıyaka Lokali’nin işletmesini alarak ölünceye kadar bir süre stadın girişindeki bir evde, daha sonra da Dedebaşı’ndaki kendi evinde sıkıntı çekmedi. İşte rahmetli “Kamalı Sabri”nin “Humber”inin da anılarımdaki yeri böyle… Ve fakülte bitti askerlik geldi çattı. Polatlı’da geçen yarım yıldan sonra Erzurum’da 18 aylık yedek subaylığım başladı…

Askerlik: M38 ve Tuzla

Polatlı’da kar ve soğukla tanıştım (-26 derecede ellerimiz uçak savarın namlusuna yapışıp kalırdı). Birkaç dönemin birikimiyle beşyüz kişilik okula 947 kişi gelince herşey sıkıntıya dönüştü. Öyle ki tuvaletlerin kapısında “yüzme bilmeyen giremez” yazılıydı. Altı ay sevgili Ersin ve Kemal’le alt üst, yanyana yatınca; sevgili Yıldırım’la beraberliği aynı sıcaklıkta sürdürünce sıkıntıları eğlence gibi de gördüm ve kur’a çekimi günü geldi. Ben bir çektim “Erzurum”; benden önceki on kişi “Bornova”yı çekti. Telgraf çekmeye gittim eve haber vereyim diye ve memura uzattığım metin şöyleydi: “Erzurum’u çektim; bileğimi s*keyim”. Memur  “Böyle edepsiz telgrafa çekmem” dedi ve çekmedi. Edeplisini çekti. Erzurum’da onsekiz ay adeta bizim için “Balayı” gibiydi. İlk gidişimizde rahmetli annem de geldi. “Gazeteciler Sitesi”nde güzel bir daire tuttuk. Tam da “Ordugah” zamanı babam gelip annemi aldı ve ben “Allahüekber Dağları”nda çadırlı ordugah içindeyken Nezuş üç yaşındaki Ümit ve dört aylık Eray’la başbaşa kaldı Erzurum’da. Bereket “İlişki Sihirbazı” olan Nezuş benden iyi başının çaresine bakıyordu; hala da bakıyor. İşte ordugaha gidişte bana eksta bir görev düşüyordu: İleri Gözetleyicilik. Kur’ada çıkan görevim “Karargah Bölüğü Ölçme Takım Komutanı”lığı idi. Tabur komutanı rahmetli Yarbay Fikret Emiroğlu neyimi beğendiyse beni “S1 Personel Subayı” ve taburun “Mutemedi” yapmıştı. Yine de boş zamanlarımda askerlere eğitim veriyordum. Bu eğitimlerde en çok aklımda kalan anı “Üçgenlerle Kestirme”yi anlatmamdı. Üçgenin iç açıları toplamının 180 derece oluşuna dayalı basit bir yer kestirme yönetimiydi. Ancak ölçme takımındaki askerler seçmece de olsa kimileri toplama bilmiyordu ki… Özellikle tabur atışlarında “İleri Gözetleyici” olunca bir M38 jipe “Muhabere Çavuşu” ile binip dağlara (tabyalara) çıkıyordum. Çavuş jipi kullanıyordu. Önceden belirlenmiş gözetleme yerine çıkarken bir keresinde yol çok dikti ve jip arazi vitesi bir ile bile yokuşu tırmanamıyordu. Jipi kullanan çavuş hemen geri vitese taktı. “Hoppp napıyon sen…” feryadı ile hareket etmeden durdurdum. Cevabı aynen şöyleydi “Komutanım geri vites daha iyi çeker”. Doğru ama oğlum aracın gerisi yokuş aşağı; aşağıya yuvarlanmak için geri vitese gerek yokki… İşte bu akıl yapısındaki genç askerlere ben “Üçgenlerle Kestirme”yi anlatıyordum. Bunun da ayrı bir öyküsü var. Şimdilik arabalardan ayrılmadan jipe geleyim.

İkinci Dünya Savaşının araçlarından olan M38 Willys jeepler aradan yaklaşık yirmi yıl sonra ordumuzun kullanımındaydı. Beni dağlara çıkarmaya çalışırken tık nefes olan jip de bunlardan biriydi. Komutanların jipleri ise İstanbul Tuzla’da üretilen yerli ve daha gelişmiş jiplerdi. Bizim jipler yerli malı yurdun malı olarak %100 yerli üretim aşamasına geldiğinde her ne olduysa birden fabrikası kapatılıp tedavülden kalktılar. Bize bu hainliği yapanlar sadece bugünün hainleri değil hemen her devirde var böyle hainler. Altı yıl önce 18 Mart günü yayımlanan haberde “Tuzla Jip Fabrikasının Gizemli Öyküsü”nü şu linkle görebilirsiniz (Mise en page 1 (yenidenergenekon.com)).

İşte böyle… Altmışlı yıllarda her kuyruklu arabaya “Kadillak” derdik. Beş liramız olursa bir kuyruklu arabaya biner Philips teybinde bir şarkı dinleyecek kadar mesafede tur atar dönerdik. Şarkımız da daha çok Esengül’ün “Taht Kurmuşsun Kalbime” olurdu (https://www.izlesene.com/video/esengul-taht-kurmussun-kalbime/7790976#artistdinle).

Prof.Dr.Emin Dikman’ın arabasını çizmişler; hoca gelip “Organik Kimya” dersinde (**) suçluyu bulmaya çalıştı. Makinacı Emin hocam ve arkadaşlarının Opellerinden, Sütçünün Nash’ıyla, elinde ayna mahrutisiyle Kamalı Sabri’nin Humber’ini Erzurum’un M38 ile buluşturup 1977 yılında sahip olduğum ilk otomobil olan 35EN449 plakalı 68 model Anadol’dan bugünün Audi’sine uzanan süreci öykülendirmeye çalıştım. Bazen sürecin içindeyken anında yaşıyor insan değişimlerin etkisini bazen de yıllar sonra anıların dürtüsüyle hissediyor aynı sıcaklığı.

Binlerce şükür ve her aşamanın emeğinde “GAT Dünyası”nın dayattıklarını görmek olanaklı. Ve şimdi elimde Platon’un “Devlet”i. Onbir yıl önce 15.03.2010 da kitaplığıma girmiş “Devlet”. Ben doğmazdan dört yıl önce Maarif Vekili olan Hasan Âli Yücel’in imzasıyla “Klasikler” olarak kütüphanelerimize kazandırıılmış olan kitaba 1962 yılında Sebahattin Eyüpoğlu ile M.Ali Cimcoz öyle bir “Önsöz” yazmışlar ki en az “Devlet”in kendisi kadar anlamlı. Gelecek yazımda “Devlet”den söze ederim nasip olursa. Sağlık ve esenlik dileklerimle yağmurlu günleri bekliyorum.

Öykücü

***************************************************************************************************************************

(*): Ayna Mahruti: Arkadan çekmeli arabalarda gardan milinin tekerleklere hareketi aktaran ve doksan derece açıyla birbirini karşılayan konik dişlinin (diferansiyel dişlisi de denir) adıdır. Eskiden araçlarda motor yağı, şanzıman yağı ve diferansiyel yağı kontrol edilir ve çoklukla bu yağlar servis zamanı gelmeden eksilir ve kullanıcısı tarafından kontrol edilip yağ eklenirdi. Diferansiyel dişlisi sıkıntı yaratmaya başlayınca uğuldar, ses çıkarır ve usta şoförler arabanın sahibine “senin g*t ötüyor” derlerdi. Onarmak yerine arabayı satmayı düşünürsen normal yağı yerine gres basarsın ve ses bir süre kesilir; daha sonra da toptan dağılan diferansiyeli toparlamak daha büyük masraf olurdu.

(**): İki “Emin hoca” vardı. Birisi kimyacı diğeri makinacı… Kimyacının arabası gri bir Peugeot (Pejo) idi (mi?). Öyküsü bu kadardı. Lisede kimya öğretmenim rahmetli Halilcim (Halil Onuralp) çok daha güzel anlatmıştı organik kimyayı. Çok da güzel bir defterim vardı. Kim aldı, kime verdim de geri gelmedi; bilmiyorum. Organik Kimya defterimle rahmetli Kroş’un (Lütfi Türkeli) Lise 3 Matematik Defterimi yitirdiğim kadar başka defter kaybıma üzülmedim. Bu iki defterle asit, alkol, aldehit, keton, ester vb biribiriyle ilintili olarak gelişen kimyasalları sevdim; integral ve türevle, düz şekillerden elips, parabol ve hiperbole aşık oldum ve heyhat…)