Yaşam Büfesinde “…Kehanet”

“…Harvard Üniversitesi profesörlerinden Robert Rosenthal 1969 yılında bir ilkokulda bir araştırma yapmaya karar verir. Ders yılı başında bir zeka testi yaptıktan sonra öğretmenlere her sınıfta belirli çocukların üstün zekalı olduğunu söyler. Öğretmenlere bu bilgiyi öğrenciler ve ailelerle paylaşmamaları tembih edilir. Oysa çocuklar normal zekalıdırlar ve sadece araştırma gereği rastgele seçilmişlerdir. Ders yılı sonunda ilginç iki sonuç ortaya çıkar. Birincisi, öğretmenlerine üstün zekalı denilen çocukların başarısı önceki yıllara göre yükselmiştir. İkincisi yıl sonunda uygulanan zeka testinde bu öğrenciler daha yüksek puanlar almışlardır. Sonraki on yılda 345, yirmi yılda 464 benzer araştırma yapılmış ve hepsi benzer sonuçları göstermiştir…”

Halil Cibran ve Adalet Ustaları; Uykusuz Geceler ve Pusula; Geciken Bahar; Z Kuşağı sıkıntıları (Değişen Dünya; Değişmeyen Tasa)

Merhaba

Rosenthal Etkisi” de denilen bu durum halk arasında yaygın ve haklı olan inancı doğrulamaktadır: “Kırk kere söylersen olur“. Buna “Kendini Gerçekleştiren Kehanet” deniyor ve yazımın başlığında sadece “Kehanet” sözcüğünü kullandım. Yazıma 2013 yılından bu yana her yerde kullandığım, bıkmadan, usanmadan kullandığım Kerem’in paneldeki sözlerini eklediğim kısa bir film de yapıştırdım. Bugün, 5 Mayıs 2019 da neden böyle bir çerçevem var aklımda ve yüreğimde ?

Birkaç neden söylenebilir. Pek çok neden de söylenemezdir; dudaklarımı mühürler. Neden mi ?

Korku eylemsizliği besler / Eylemsizlik deneyimsizliğe neden olur / Deneyimsizlik cehaleti getirir / Cehalet de korkuyu besler” deniyorsa da ben korkmayı sürdürmeliyim. Bir diğer söz de; “Korku olmayan borcunuz için ödediğiniz faizdir“. Bugün herkes korkuyor. Korku kültürü güne yerleşti. Kim daha çok korkuyor ? Bence “Karar Organındaki Org Çalanlar“. Çünkü bir yandan otoritenin baskısı bir yandan muhalefetin kimi zaman sınırları zorlayan ve pek de uygun olmayan tahrik edici sözcüklerle baskısı ve durum tam bir “Sakal/Bıyık Meselesi“…İşin ilginç yanı hangi karar verilirse verilsin zaten sıkıntılı olan 2019 yaşam koşullarına katlanmak daha da zor olacak. Görünen o ki iki tarafın da verilecek kararı kabul etmeleri, hazmetmeleri pek kolay değil. Çünkü haklı ya da haksız olmak değil, kırk kere söylediklerine olan kör inançları nedeniyle tam bir “kaos eşiği“nde geçiyor günler, günleri, günlerimiz. Ben bile “Hava ile Orgçular” arasında bağ kuruyorum günlerdir. Nisan ayı bitti; Mart sonunda beklenen bahar gelmedi. Çünkü YSK karar verip konuyu kapatmadı. Mayıs geldi; bugün 5 Mayıs Hıdırellez ve Çeşme’de hava kapalı, yağmur var, sıcaklık düştü, fırtına arttı ve belki yarın bahar gelir diye yine bir gece daha uykusuz geçecek. Ben ki siyasi sonuçlara bu denli ruh halimle bağlanmazdım. Son günlerde gördüklerime, duyarak tanık olduklarıma bakınca içimde kabaran ve dile dökemediğim haykırışım “Don’t fuck my mind !” oluyor. Şimdi bu konuyu bu paragrafta bırakıp asıl yazmak istediğime döneyim.

Geçen hafta içinde büyük oğlum Ümit Malçik’le beraber Çeşme’de bir hafta geçirdi. Bir yanda yazlık evin sezon hazırlıkları vardı; bir yanda da baba-oğul ilişkisinde nefes almak…Geçen yıl ortanca oğlumun da benzer bir durumu söz konusuydu. Torunum Eren, İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirip de üniversite sınavlarına odaklandığı 2018 yılında pek fazla görüşemedik. Yoğunlaşma etkisini bozmamak için kimi zaman serzenişlerimiz artsa da sonuçta İstanbul Sabancı Üniversitesi ile bekledikleri gerçekleşti. Küçük oğlum Kerem’in paneldeki son sözlerinde dediği gibi “emekler boşa gitmedi”. Kuşkusuz bu yıl da diğer torunum Barış için benzer sonuçlar olacaktır Allah’ın izniyle. Ne var ki şimdi o kritik sürecin “ÜPB Üçlüsü” içinde daha yoğun yaşandığına daha yakından tanık oluyoruz. Öyle hızlı geçiyor ki zaman bugün İzmir Amerikan Koleji’nde son sınıfta okuyan Barış’a yoğunlaşan dikkat, ilgi ve beklentileri 1985 yılında babası Ümit için biz de yaşamıştık. Hele bir yıl sonra, kazanılmış başarıyı sürdürmede sorun yaratan “Comodore 64 Etkisi” ile çektiklerimiz tam bir roman olur. Zaman geçince anıların sıkıntıları yok oluyor ve akılda hep birer tebessüm olarak kalıyor. İyi ki böyle oluyor; yoksa ne zor olurdu yaşamak…O ünlü sözdeki “malûl olmak” aslında bence “hastalık” değil, dua edilecek bir özellik: “Hafıza ı beşer nisyan ile malûldur / İnsanoğlunun unutmak gibi bir hastalığı vardır” demişler ki bence iyi söylemişler; ya : “Ya unutamasaydı !!!”.

Neden böyleler ?

İki gün önce Çeşme’de hava umutları yansıtan bir sezon güzelliği içindeyken bir Çeşme turu yaptık. Önce Ayasaranda Koyunda bir otel aradım. Internetten gelen bilgiye güvenim az gelmişti. Gidip yerinde göreyim dedim. Gittim ve oteli bulamadım. Daha doğrusu oteli buldum da bağlantı yapacağım isimde değildi. Belli ki bir sıkıntı var. Tıpkı Ildırı’daki otel gibi. Ildırı’da güzel bir otel var; ama her ne hikmetse her yıl isim değiştiriyor ve o güzel konumuna rağmen bir türlü (bence) hak ettiği başarıyı yakalayamıyor. Gelelim Çeşme turuma. Sınıf arkadaşım Gönül’ün evinin olduğu şehir içindeki koyda yürüdüm ve marinaya gelip D&R da kitaplara bakmaya başladım. “Beyin ne ararsa onu buluyor”. İki kitap aldım: Biri “Adalet Ustaları” diğeri de “Bir Atı Kanatlandırma Sanatı”. Laf aramızda “Adalet Ustaları “kitabının yazarı olan Prof.Ahmet Şimşirgil ile aynı düşünce tarzında olmadığımı bilerek satın almıştım. Söyleşi şeklinde yapılandırılmış olan kitabı satın almamda bir yandan Pelin Çift‘i merak edişim (https://www.biyografi.info/kisi/pelin-cift); diğer yandan da karşı kıyıdan (!)  birkaç mesaj alabilme umudu yatıyordu. Hele bir de kitabın 158 nci sayfasında “Kadıları yakın” diyen otoritenin sözlerini görünce güncel açmazlarla ilişkilendirdi aklım. Bu kitabı satın alma kararı vermem anılarımdaki bir kareyi canlandırdı. Altmışlı yıllarda ben Cumhuriyet Gazetesi alırken annem Tercüman alırdı ve ikimiz de birbirimizin gazetelerine göz atardık. Ben Rauf Tamer’i annem de İlhan Selçuk’u okurdu. Ne var ki o günlerde birbirine rakip olanlar hasım olmazlardı, düşman olmazlardı. Çünkü siyasetin diline şekil veren kişisel çıkarlar bugünle kıyaslanamayacak kadar masum sayılırdı. Rahmetli Demirel yeğeni Yahya’nın suntalarıyla sıkıntı yaşarken bugün ne gemiler ne ayakkabı kutuları utanma, sıkılma, arlanma konusu olmuyor. Yaklaşık elli yıl önce “70 sente muhtaç” olmanın acısını tüm ülkem insanları yüreğinde hissederken bugün her nasılsa beş yüz milyar dolarlık borcun acısını hiç kimse hissetmiyor sanki. Ne oldu bize ? Bu sorudan önce Prof.Dr.Acar Baltaş‘ın kaleminden “Neden böyleler ?” sorusuna yanıt bulmaya çalışarak “Z Kuşağı (@BİDE)“nın yaşattıklarıyla “Y Kuşağı (ÜEK)”nın kalp ağrılarına değinmeye çalışayım.

…İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda dünyaya gelmiş anne-babalar (MC:Musto Dede ile Nezuş Babaanne), savaş yıllarının sıkıntılarını çekmiş ebeveynler (MC: Hacıkuru Fahrettin ve Kel Salih) tarafından yetiştirilmişlerdir. Savaş dönemlerindeki sınırlamaların (karneyle verilen ekmek), yoksullukların ortadan kalkmasıyla (ellili yıllar) ve çocuk eğitimindeki anlayış değişiklikleriyle yetişen bu anne-babalar bugünün Y Kuşağını aşağıdaki gibi büyütmüşlerdir :

1.Aileler çocuklarını hayatlarının merkezine almışlardır. Bunun sonucunda Y Kuşağı gençler, benmerkezci olmuş, dünyanın kendilerinin etrafında döndüğüne inanmışlardır (MC:Ne var ki Biz Copcularda  bu konu Y kuşağında değil, Z Kuşağında, bir kuşak sonrasında görülmektedir).

2.Aileler, hayatlarının merkezine aldıkları bu çocukların “Ne yapmak” ve “Nasıl yapmak” istediği konusuna aşırı önem verdiler. Bunun sonucunda Y Kuşağı gençleri, içine girdikleri iş ortamını kendi tarzlarına uydurmak için zorlama yapmakta sakınca görmez oldular (MC: Şu an bizim @BİDE’mizde ve Dr.ÖY’nın oğlunun durumunda “İş ortamı” değil eğitim sürecinde bile benzer durum söz konusu. Örneğin üstün zekaya sahip olduğunu gördüğüm BC biraz gayretle en üst düzey başarı bileşenine sahip olabilecekken sadece “gereklilik eğrisi” düzeyinde kalmayı bilinçli olarak seçiyor olmasını anlamak ve açıklamakta zorluk çekiyorum).

3.Bu anlayışın uzantısı olarak, çocukların tercihlerine verilen önem sonucunda teknolojinin sunduğu imkanların da yardımıyla “ne zaman, nerede, nasıl istersem” anlayışı ortaya çıktı.

4.Tüm aile imkanlarının çocukları için kullanılması ve çocuğun okulda ve sosyal hayatta karşılaştığı sorunların aileleri tarafından çözülmesi sonucunda Y kuşağı gençleri kendi etki alanlarındaki sorunların da iş ortamında yöneticileri veya başkaları tarafından çözülmesini bekler oldu.

5.Ailenin, tüm ailenin ve aile büyüklerinin desteği ve olumlu geribildirimleriyle yetişen Y kuşağı gençleri yaptıkları her olumlu iş sonucunda “aferin” bekler oldular.

6.Gençlik dönemlerinde sosyal adalet akımlarından kuvvetle etkilenen anne-babalar kendilerini topluma karşı sorumlu hissederken onların yetiştirdiği çocuklar sorumluluğu esas olarak kendilerine karşı hissetmektedirler…

Prof.Baltaş’ın çok beğendiğim ve elimden düşürmediğim “Türk Kültüründe Yönetmek” isimli bu kitabı 2016 yılı Şubat ayında sahaftan kitaplığıma giren kitaplardan biri olmuş. Aynı yılın Ekim ayında (25/26.10) büyük oğlum Ümit, Kent Hastanesinde by-pass olurken de elimdeymiş ve yeşil kalemle “Nasip/Kısmet, Aşure/Dolma, Barış/Eren, İrem toparlar” notlar yazmışım.

Sözün özü; Halil Cibran’ın şiirine kulak verin. Başarı formülümdeki “2P” i anımsayın (inat ve ısrar; sabır ve sebat). Tutarlılık için “3D” e yatırım yapın. Kendinizi sorgulayın. Birkaç kez sorgulayın. Kendinize dürüst geribildirim verin. Ayak izlerinize bakın. Pusulayı elden düşürmeyin. Yönü, rotayı koruyun. “Sonuçlarla yönetmenin” adama değil topa oynamak olduğunu unutmayın. Uykusuz gecelerin kıymetini bilin. Çocuklarınızı dinleyin. Gerçekten dinleyin. Sabırla dinleyin. Empatiyle dinleyin. Film montajlarken bekleme sürecinde elime kitaplığıma atıp rastgele bir kitap aldım. Adı “İknanın Anahtarı“. Peki İngilizce, orijinal adı ne biliyor musunuz ? “Just Listen” ve Warren Bennis‘ten bir paragraf eklenmiş ilk sayfasına:

“Derinden dinlediğin ve insanların çıkış noktalarını anladığın zaman ve sonra oradayken onlara özen (önem) gösterdiğin zaman, insanların, kendilerini, gitmelerini istediğin yere götürmene izin vermeleri daha olasıdır

Öte yandan kendinize bakın ve John C. Maxwell‘in “4 Temel Kişilik” ten hangisi olduğunuzu görün. Buna göre rol değiştirmeyi mi yoksa o rolü amaca uygun şekilde etkin/olumlu kullanmak mı daha iyi olur sorusuna parametrelerinize (yer, zaman, konu, kişi) göre karar verin. Bu arada aile içinde yalnız değilsiniz. Pekçok interaksiyon içinde kimi zaman en basit bir konu bile gereksiz bir karmaşa içine girecektir. Diyalogu etkin kılabilmek için “Kantorun Dört Atlısını” tanımlayın. Maxwell “Succes Journey / Başarı Yolculuğu” isimli kitabında “Florence Littauer’in “Kişiliğinizi Tanıyın” isimli eserinden alıntı yaparak aile içinde 4 temel rol tanımlar. Bunlar:

1.Optimist

2.Melankolik

3.Soğukkanlı

4.Kolerik: İktidar ya da denetim kurmayı ister, güçlü bir iradesi vardır, kararlıdır, hedeflere yöneliktir, düzenlidir, duygusal değildir, dışa dönüktür, açık sözlüdür ve iyimserdir.

Kendinize güvenin ve Kerem’e inanın: Hiçbir emek boşa gitmeyecektir. Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü