Yaşam Büfesinde “Mirasmus”

“…Spitz (Rene, 1945.Hospitalism: Genesis of Psychiatric Conditions in Early Childhood) dokunulmayan ve uyarılmayan çocukların “mirasmus” denilen duygusuzluğa kapıldıklarını ve sonuçta öldüklerini göstermiştir. S.Levina (1960. Stimulation of Infancy) ise nazikçe dokunma ile acı veren elektroşok uygulamaların aynı olumlu etkiyi yaptığını, izole etmek ya da ihmal etmenin ise zararlı etkiler yarattığını göstermiştir. Bunun anlamı sağlık için iletişim şarttır. Hemen her tür iletişim (acı bile verecek olsa) iletişimsizlikten daha iyidir. Bir kuruluş insanların birbirleriyle etkileşim içine girebileceği olumlu bir yapı kuaramadığı zaman (örneğin ortak bir hedef ortaya koyup performans değerlendirmelerini düzenli, adil ve şeffaf yapmadığında) insanlar sağlıkları için kendi etkileşim tarzlarını oluşturacaklardır. Bu da özellikel sanayi kuruluşlarında krizlerin teşvik edilmesi demektir…”

Merhaba

Çeşme’ye kış geldi. İyi ki badanacılar gelmedi. Nezuş’un dediği gibi “her işte bir hayır vardır.” Yoksa hem başlamış işleri yarım kalacaktı ve hem de programımızda yer alan Rodos seyahatimiz sıkıntıya girecekti. Dokuz gün önce Çeşme’de sezonu açtık. Sert geçen kışın ardılları bu kez bizi fazlaca yordu. Yirmi iki yıl önce Söke’de tanıdığım ve hayran kaldığım üç gençten (ben onlara HESgiller diyorum) sevgili Suat’ın bir sözünü anımsadım: “When it rains it pours” demiş ve Türkçesini de hemen eklemişti: “Felaket tekil gelmez“.  İspanya’dan yeni dönmüştü. Orada “nylon altında pamuk yetiştirme tekniğini” görmüş ve beğenmişti. On yıldır tarlalardaydı. ODTÜ’yü bitirmişti. Ailesi ve arkadaşlarıyla önemli bir üretim alanının temsil ediyordu. Farklılık yaratmak istiyordu. Sistemi oturtuncaya kadar az sıkıntı çekmedi. Nylon altında oluşan mikroklimanın yarattığı aşırı yabancı ot konusunu üçlü karışımla çözmeye hazırdı.  Bu karışıma giren iki ilacı da bizden alıyordu. Nem ve sıcaklık artınca çıkış öncesi fide kök çürüklüklüklerine karşı önerdiğimiz özel üçlü karışımı hazırlamak için Menemen’den Aziz’in deposundan kırmızı toz ilacımızı bile bulup getirtmişti. Öğrenmeye ve yeniliklere açıktı. Herşey yoluna giriyordu. Sevgili Eyüp ona inanmıştı. Meslektaşım sevgili Hulusi her tür mekanik sıkıntıyı çözmede hazır kuvvetti. İlk yıl (1993) çevredeki pamuklar henüz gelişirken Suat’ın nylon altına ektiği pamuklar Haziran ayı başlarında kozaya yatmıştı. Gelen geçen imrenerek, hayretle izliyordu. Derken pamuğun en önemli zararlısı olan Yeşilkurt, ovada yiyebileceği tek pamuk tarlası olan Suat’ın pamuklarına saldırdı. Mücadele çok zorlu geçti. Yılmadı. Yine de sezon sonuna kalmadan borsaya en erken ürün verme ünvanını elde etti. İki yıl daha uğraştı. Sonunda pes etti.

Gelelim bugüne; boya badana derken bahçenin ön çimleri sıkıntı oldu. Onları planlarken kuyudaki motor bozuldu. Bütün dertler böyle olsun. Hepsi bir biçimde çözümleniyor. Allah Yunt Dağında kilitlenen kanatların ivedilikle üretime geçmesini, Pakistan yolcumuzun sağlık ve esenliğini korumasını, Mestgillerin Birinci Kordona taşınan iş yerinin biran evvel açılmasını nasip etsin. Bugün Çeşme adliyesindeydim. İki yıl önce başlattığım, otuz yıl önce zorunlu olarak oluşturulmuş ortaklığın giderilmesine ait davada onuncu duruşmaya katıldım. Hakim beni sevdi. Hem yol gösteriyor hem de bunu yaparken gayet nazik bir biçimde “Mustafa bey…” diyor. Ben de onu sevdim. Her ne kadar her seferinde Nezuş benimle dalga geçse de nasıl olsa birgün bitecek ve bence tatlı bir anı olarak belleklerde yerini alacak. Duruşma Hazirana ertelendi. İyi olur inşallah. Adliye koridorunda sıramı beklerken elimdeki kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım. Kitabı baştan sona okumuş ve kimi yerlerini karalamıştım. Kitabın 61nci sayfasında “mirasmus” sözcüğüne takılmışım. Ben bu sözcüğün yapısına ve bana dönük yüzüne baktığımda olumlu, güzel bir şey sanmıştım. Meğer yanılmışım. Olumsuz bir şeymiş. Yazımın girişinde açıkladığım konunun öykülendirilmiş şekline daha önce okumuştum. Bunun doğruluğuna yürekten inanıyorum ve aynı anda Prof. Leo Buscaglia‘yı anımsıyorum. Amerika’da sevgi dersleri veren Leo beyin birkaç kitabını doksanlı yıllarda elimden düşürmezdim. Kitaplığımda var olan kitaplardan birinin adı: “Sevgi Dokunmaktır”. Gerçekten de. Şimdi hem dokunmak, hem iletişim, hem etkileşim ve hatta acı veren elektrik şoku dahil kişiye ilgi göstermek konuları bir araya gelince bugünün saraylısını düşünüyorum. Bence kimse ona dokunmadı. Kimse onu adam yerine koyup da etkili bir iletişim kurmadı. O çocukluğunu yaşamadı. Bu nedenle sevgiden yoksun olarak böylesine kin, nefret kusar oldu. Bereket ki naturası sağlammış da çocukluk dönemini salimen aşıp; bu yaşa erişti. Acımak mı gerek ? bilemedim. İnşallah Haziran ayında gözümüz gülen yüzleri görür ve gözümüz, gönlümüz açılır.

Bugünün saraylısının çocukluğundaki çevre koşullarının etkisi ne olmuş olabilir ?

Çevre koşullarının insanlar üzerindeki etkileri, McGill Üniversitesinde profesör olan psikolog D.O.Hebb tarafından grafik olarak gösterilmiştir. Kanada tarafından 1941 de finanse edilen araştırmada günde 20 dolar ödenen deneklerden, bir yatağın sığacağı genişlikte ve 24 saat aydınlık bir odadaki rahat bir yatakta, yatabilecekleri kadar yatmaları istendi. Görme, işitme ve dokunma duyuları, koruyucu araçlarla önemli derecede sınırlanmıştı. Başlangıçta deneklerin çoğu, işleri hakkında düşünmeyi, çalışmalarını gözden geçirmeyi, yazacak şeyler kurmayı ve benzer işleri planladı. Fakat sonuçta hemen hepsi, hiçbir şey üzerinde açık bir biçimde düşünemediklerini ifade ettiler. Düşünme eylemleri başka şeylerle etkileniyordu. Bir süre sonra geçmiş olayları hatırlamaya başlıyorlardı. Zaman geçtikçe sinirlilikleri artıyordu. Serap görmeye başlıyorlardı. Çocukca duygusal tepkiler veriyorlar, evhama kapılıyorlardı. Çoğunda paranoya ortaya çıkıyordu. Profesör Hebb’in yetmiş yıl önce bulduklarını biz bugün, bugünün saraylısında yaşıyoruz. Bizim için geçici bir durum ve birgün mutlaka Allah kurtaracak. Ona yazık oluyor. Bununla nasıl geceleri yattığında uyuyabiliyor ? anlayamıyorum.

Bunları yazarken posta kutuma sevgili arkadaşım, meslektaşım Sait Sezgin’den bir mesaj geldi. Prof.Dr.Oktay Sinanoğlu vefat etmiş. Allah rahmet eylesin. Hocam benden on yaş büyüktü ve ben Üniversiteye girdiğim yıl (1963) onun Yale Üniversitesinin 28 yaşında, en genç profesörü olduğunu öğrenmiştim; imrenmiştim. Otuz yıl sonra Yale’den istifa edip Türkiye’ye dönüşü için anlatılan kısa bir öykü de beni hep düşündürmüştür; özellikle bugünün saraylısıyla sarsılan inançlarımızda. Denilir ki 1993 yılında rektör Oktay hocayı çağırır ve kimya dalında Nobel Ödülüne aday gösterileceğini ve kazanacağını söyler. Rektörün tek isteği vardır: Amerikan vatandaşı olması. Rahmetli “Biraz düşüneyim” der. Dışarı çıkar. Odasına gider. Eşyalarını toplar. Rektörün odasına geri gelir. İstifa dilekçesini verir ve Türkiye’ye döner. Bugüne bakıyorum da böylesi bir durumda bugünün saraylısının yarattığı adamlar (!) bırak Türklükten çıkmayı insanlıktan çıkmayı bile kabul ederler istifa etmek yerine.

Sevgili Sinanoğlu’na Allah’tan rahmet dilerken dokunmanın sevgi dili olduğu aydınlık yollarda sağlık ve esenlikler diliyorum.

Öykücü