Yaşam Büfesinde “Kitap ve Oyun”

İstanbul; doğunun tutkularıyla, batının günahlarının buluştuğu şehir;…Kırklı yıllarda başında Panama Şapka, ayağında kısa şort ve elinde sopayla kapının önünde, merdiven başında durmak yönetici için nasıl bir ruh halidir ?;…Çay saatinde, toplantı masasının üstündeki kumaşları yere atıp üstünde tepinmek nasıl yöneticilik tepkisidir ?;… Yaşar hanım kapının önünde oyasını örerken petri kaplarını siz yıkamazsanız ben yıkarım diyen yöneticinin ruh hali nasıl tanımlanabilir ?;…1402 den dolayı işsiz kalan akademisyen bir dostumuza uzattığımız yardım elini kurumsal korkular yaşayarak engellemek nasıl bir duyarlılık artışı (ya da azalışıdır) ?;… Arazi çalışmalarında neden tatlıları hep o ısmarlardı; içine sinmiyor muydu ?...”

Kitap ve Oyun ; Ben Kalender Meşrebim ve Borzemliler ; Beş rahmetli müdürüm

Merhaba

Yazımın girişindeki mavili kısımlar enstitü yıllarımdaki kariyerimin yönetici anılarından bir potporidir. Kırmızılı ilk cümle ise bir film afişinden alıntıdır. İstanbul tanımlandığı gibi bir şehirse acaba “Bornova” benim gözümde, 1970/85 arasında hangi karşıt duyguların buluştuğu bir yerdi ?

Dün bir telefon geldi. Netdirektli Semih (kırgel) beni aradı. İki ay kadar önce benden kimi bilgiler istemişti. Araya giren karmaşık sağlık sorunları nedeniyle hiç aklıma gelmemişti bu istek. Unutmuştum. Sevgili Semih, kişisel ve kurumsal sponsorluklarıyla derneğimizin (Borzemliler) web sayfası hazırlıklarını gönüllü olarak üstlenmişti. Hatta alan adı ve hosting ödemelerini de yapıp süreci resmen başlatmıştı. Benden web hazırlığı için oluşturacağı şablona işleyecek taslak bilgiler istiyordu. Ben de tam o sırada çatıda kendime bir kitap seçmeye çalışıyordum. Nedense son hediye edilen kitapta aradığımı bulamadım. Derinliği yoktu. Mesajı yoktu. Yavandı. Bu nedenle arayışım kitabın bir öyküsüne odaklanıyordu. Kitabın bende bir öyküsü yoksa onu tekrar elime alıp okumazdım. Kitaplığımın raflarına rastgele ama bu arayışla bakmaya başladım. Sonuçta 2012 yılında satın almış olduğum “Ben Kalender Meşrebim” isimli kitabı alıp aşağıya indim.

Tam camlı bölmede oturacaktım ki sözünü ettiğim telefon geldi Semih’ten. Tekrar çatıya çıktım ve sevgili Pervin Önder’in 2014 yılında editörlüğünü yaptığı Enstitümün teknik elemanlarının tanıtıldığı kitabı alıp aşağı indim. Mesleğimin ilk on altı yılının araştırıcı olarak şekillendiği Bornova Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü (Borzem) ‘ndeki yıllarımı kapsayan dört rahmetli müdürümün fotoğraflarını cep telefonu kamerasıyla çekip Semih için hazırladığım yazıma ekledim. Yönetimlerinde öğrenme ve ustalık yolculuklarımı gerçekleştirdiğim dört rahmetli müdürümün öncülü olarak kendisini tanıma şansına sahip olduğum Enstitümün kurucusu rahmetli Nihat İyriboz‘a da anılarım ve öykülerim içinde yer verdim. Bunları listelemeye çalışacağım. Peki yazımın konusu olan “Kitap ve Oyun” ne âlâka ?…

Müdürlerimi düşündüm ve acaba hangisi hangi kağıt (iskambil) oyununu oynardı ? diye bir absürd (saçma !) soru düştü aklıma … Daha sonra da babam ve oğlumla üç nesil oynadığımız oyunları anımsadım (yetmişli yılların sonları). Rahmetli babamla ikimiz olduğumuzda prefe (prafa) veya 66 oynardık. Bunu da daha çok yılbaşını takip eden günlerde yapardık önceleri. Çünkü kağıt oyunu bizim evde dikkat edilmesi gereken, sınırlandırılması ve kontrol altında tutulması gereken bir eğlence aracı idi. Oğlum Ümit de bize katılınca daha çok blum veya pis yedili olurdu. Peki ya müdürlerim …

Biz boylu poslu, kaşlı gözlü, pelivan yapılı birisini görünce takdir ifadesi olarak “Atatürk gibi adam !” derdik. Örneğin Neşe’nin babası rahmetli Mustabey (Ulaş) amca için söylerdik. İşte benim gözümde de rahmetli Nihat bey öyle biriydi. Ben Enstitüye başladığımda o emekli olmuştu; sağlıklıydı ve sık sık Enstitüye gelirdi. Meslekteki toyluğun, Nihat beyin duruşunun etkisiyle olsa gerek öyle samimi bir muhabbetimiz, diyalogumuz olmadı. Öte yandan anılarını paylaşanların öyküleri bile onun sert bir yönetici olduğunu anlatıyordu. Örneğin;

  1. Kırklı yıllarda, ensitütü asistanlarını yurt dışına, Avrupa’ya göndermesinin yanısıra ayağında kısa şort, başında Panama Şapkası ile Enstitü giriş kapısının önünde elinde bir sopa ile (dal parçası) ne yapmaya çalışıyordu ? Buna karşılık nasıl hemen herkesi Bornova’nın en güzel sokağı olan “Çiftçi Caddesi“nde ev sahibi yapıyordu ?
  2. Neden zeyticilerin sırtına bir çuval “Ambar Tozu“nu yükleyip Bornova’dan Alsancak silolara kadar yaya olarak yürütmüştü ?
  3. Rivayet olunur ki; 1950/54 yılında Çanakkale Milletvekili olarak meclise seçilip Birinci Menderes Hükümetinde Tarım Bakanı olduğunda inatçılığı (bence aslında doğru olan olan güçlü bağı ki bundan dolayı “Deli Nihat” bile dendiği söylenirdi) yüzünden hükümetin istifa etmek zorunda kaldığı söylenirdi. Tüm bunlara bakınca benim zihnim nedense rahmetli Nihat beyi “Briç” ile özdeşleştirdi.

Briç & Bezik

Birinde ekip dayanışması ve birbirini iyi anlama ile sınırlarını bilmek var; diğerinde ise bireysel beceri ile yarış ve tek başına olmak var. Nihat bey benim için müdürlerimin öncülü olarak anılarımda yer alıyor. İlk müdürüm olan rahmetli Necati bey ise fakültede bağcılık dersi veren hocamdı ve mesleğimin ilk günlerinde ise sevimlilikle hırçınlığın karması bir etki ile zihnimde yer edinmişti. İlk görüşmemiz Enstitüyü tayinim çıktığında odasına girip de kendimi tanıttığımda oldu ve rahmetli şaşırmıştı. O güne kadar onun onayı olmadan Enstitüye hiç asistan tayini yapılmamışmış. Ben de Personel Şube Müdürü rahmetli Mustafa Akuğur’un desteği ile Enstitüye gelebilmiştim (okul birincisi olarak mezun olduğumu kanıtlayan belgeyi isteği üzerine kendisine gönderince). Necati beyle herhangi bir iskambil oyunu zihnimde buluşmadı; belki de “dama” ile yönetici niteliklerine dair algılarım belleğimde şekil bulabilir.

3. Necati beyin Rusya seyahatine kadar enstitü pamuk hastalıkları uzmanları gittikçe ciddi bir sorun olan Solgunluk hastalığı etmeni olarak 1970 yılına gelinceye kadar Fusarium oxysporium‘u hedefleyen çalışmalar yapmışlar. Etmeni izole etmişler ve fakat patojenisite testlerinde etmenin hastalandırma yetisini saptayamamışlar. Ta ki; Necati bey Rusya seyahati dönüşü etmenin Fusarium değil, Verticillum olabileceğine dikkat çekmesiyle araştırma çalışmaları yön değiştirip başarılı patojenisite sonuçlarıyla Pamukta Solgunluk Hastalığı etmeninin Verticillum dahliae olduğu saptanmış. Bundan sonra multidisipliner çalışmalarla Nazilli Pamuk Araştırma Enstitüsü ile işbirliği ve eşgüdüm içinde dayanıklı pamuk çeşitleri ıslah edilip gelitirilmiştir.

4.Öte yandan araştırıcıların en sıkıntılı yıllarıdır yetmişli yılların başları. Adamına göre, torpiline göre aynı görev için üç farklı maaş söz konusudur. Buna Coşkun beyi anlatırken değineceğim. Herkes kendince ek işler yapmaktadır. Örneğin bir gün Foto Atölyesi ressamlarından (rahmetli ressam Sadettin Atlıhan’ın yardımcısı) Tuncel de Doğu Beyazıt’tan kaçak kumaşlar getirmiş toplantı salonunda, çay saatinde herkesin seçmesi için tezgah kurmuş. Çayını herkesle birlikte çay saatinde içmek için salona giren rahmetli Necati bey görüntüye kızmış ve masanın üstündeki kumaşları yere atmıştı. Hatta bu arada sinirinden çayını da dökmüştü (bazılarına göre çaydanlığı devirmişti). Tuncel çok sakin bir sesle “Almayacaksan alma, ne kızıyon müdür bey ?” demişti. Bu hoşgörüde ya da ilişki olgunluğunda acaba Necati Bey “bezik” oynuyor muydu ?

5.Necati by zamanında aklımda kalan ve gözümde canlanan en sık olgu “Zeytincilerin ve Nematodcuların rahmetli Niyazi Hocadan (Prof.Dr.Niyazi Lodos) korku derecesinde çekinmeleriydi“. Öyle ki;

6.Niyazi hocanın karşısında esas duruşta dünleyen Gündüz’e Niyazi hoca “rahat” der. Gündüz de “Böylesi daha rahat hocam” diyerek komik düzeydeki saygılı duruşunu bozmaz. Enstitünün Fakülte ile ilişkisinde iki kürsü söz konusudur: Biri Fitopatoloji (Bitki Hastalıkları bilimi); diğeri Entomoloji (Böcek bilimi). İlkinin başında rahmetli Prof.Dr.İbrahim Karaca vardı. Rahmetli hem benim doktora hocamdı hem de TFDerneği çalışmalarında uzun yıllar beraber çalıştığım tam bir salon adamıydı. Ara sıra Enstitüye gelirdi. Niyazi Hoca Entomoloji Kürsüsünün başkanıydı ve tam bir halk adamı, yemek arkadaşı ve briçte üst konum sergilemeden dörtlüyü tamamlayan dost bir hocaydı. Hemen her öğle yemeğinde Enstitüye gelir ve rahmetli Metin Kaya, Osman Yalçın ve rahmetli Nedim Borazancı ile dörtlüyü tamamlayıp heyecanlı briç oyunlarında neşesiyle iz bırakırdı. Nematodculara kızgınlığı nedendir anımsamıyorum ama hemen hepsine ihtisas (uzmanlık) çalışmalarında hocanın kan kusturduğu söylenir. Zeytincilerin korkusunu anlıyabiliyordum.

7. Zeytincilerin (Emekli Reşat Aysu; Köy Cocuğu Hasan (Ercan), rahmetli Metin Kaya ve Metin Çakıcı) Bandırma / Erdek iş gezilerinin çok keyifli olduğu dillere destandı. Ben ve Osman Yalçın da zaman zaman onların bu keyfinden yararlandık. Önce Balıkesir’de mola verirsin. O akşam İl Müdürü Hüseyin bey (Hazırolan) sizi kendin pişir kendin ye sofrasında misafir eder hem de kulağa üflenen zurna eşiliğinde “Allahhhh !” nidalarıyla. Ertesi gün Erdek’te denemeye ait çalışma (ilaçlama, sayım, kontrol vb) yapılır. Ben görmedim ama rahmetli müzisyen Reşat beyin o sırada duvarın üstüne oturup da keman çaldığı, beste yaptığı anlatılır. O gece Gönen’e geçilir. Alman Çiftliğinin müdürü Hasan beyin sınıf arkadaşıdır. Özel misafir konumunda karşılanırsın; ağırlanırsın. Sofrada kuş sütü eksik olmaz. Böyle iş seyahati kamuda çalışan herkesin rüyasıdır yetmişli yıllarda. İşte bunlardan birine katılmak ister Niyazi Hoca. Seyahat sabahı Bornova Üniversite kampusu önündeki kavşakta buluşup Sındırgı üzerinden Erdek’e gitmek için sözleşirler. Ertesi sabah hoca kavşakta beklerken bizimkiler Karşıyaka-Havran üzerinden yola çıkarlar; hocayı unuturlar. Hoca kavşakta hem ağaç olur hem de sinir. O günden sonra rahmetli Necati beyin müdür olduğu yıllarda Zeytinciler hocanın karşısında hem yüzleri yere dönük, mahcupturlar hem de korku dağları beklemektedir. Her şeye rağmen hoca gerçek bir dosttur.

8.Necati beyden sonra yıllarca Mahmut abimiz olan rahmetli Mahmut Karman müdür olur. Sosyallik düzeyi zirve yapmış, gerçek bir dosttur Mahmut bey. Onun yapısına “Bezik” tam oturur. Ancak bu kadar iyi oluşun sonucu olarak Mahmut abi iki yıllık yöneticiliği süresince “Müdür Mahmut Bey” ilişkileri içinde olmamıştır benim gözümde. Öyle ki; bir gün laboratuvarda sevgili Aykut (Kapkın) ile birlikte oturuyorken Mahmut Bey (Abi) kapıdan girer ve bize “Petri kaplarını bundan böyle siz (kim kullanıyorsa o) yıkayacaksınız” dedi. Konu şöyle gelişmişti. Özellikle solgunluk hastalığı ile ilgili çalışmalarımız artınca petri kabı kullanımımız çok fazla olmuştu. Haftada beşyüz petrinin yıkanması gerekiyordu. Müdürün kapısının önündeki sandalyesinde oturup örgüsünü ören Yaşar Hanıma bu yıkama işi ağır gelmeye başlamıştı. Müdür Mahmut beye şikayet etmiş. Mahmut bey de gelip “Siz yıkayacaksınız” diye bize çıkışınca biz de (Aykut ve ben) “devletin bunca maaş verdiği mühendislere petki yıkamak yakışmaz; biz o zamanı araştırma için ayırırız ve bu iş Yaşar hanımın işi” diye diretmiştik. Bunun üzerine Mahmut Bey “Yunanistan’a gittiğimde ben kullandığım petri kaplarımı kendim yıkardım (belki üç beş petri kabı kullanmıştı)” dedi ve ilave etti “Siz yıkamazsanız ben yıkarım”. Biz yıkamadık. Mahmut bey yıkamaya başlayınca biz laboratuvarı terk ettik. Daha sonraki günler Yaşar hanım petri kaplarını yıkamayı sürdürdü.

9.Bir anı da rahmetli Dr.Kâzım Türkoğlu’ndan nakledeyim. Çok iyi biriydi. Yardımseverdi. Araştırmanın içinden gelmişti. Elma Karaleke hastalığı konusunda uzmandı. Genel Müdürlükte Araştırma Şube Müdürüyken Enstitüye müdür olarak Ankara’dan İzmir’e gelmişti. Bakanlıktayken çıkardığı “Beyaz Kitap“la Zirai Mücadele Araştırmalarına yön ve disiplin vermişti. Benim TÜBİTAK Ödülüm konusundaki gayretlerine de minnettarım. Küçük oğlum Kerem’e (ki Kerem 4 yaşındaydı) arkadaş gibi yakın ilgi gösterirdi. İşte böylesine yardımsever olan Kazım bey kritik dönemlerin yaşandığı 12 Eylül sonrasında kurumu korumak adına çok fazla tedirgindi. Çok sevdiğimiz genç bir hocamız 1402 ile Fakülteden uzaklaştırılınca bir iş yaparak para kazanmak zorunda kalmıştı. Bornova’ya yakın bir köyde (Kavaklıdere) kültür mantarı üretmeye başladı. Biz de (Tarık ve ben) hocanın evine gider; mantarları alır ve enstitüye getirir ve arkadaşlarımızxa satın alınmasını sağlardık hocamız adına. Rahmetli Kazım bey bizi çağırıp bu işi derhal durdurmamızı istedi. Kolluk güçlerinin izleme çalışmalarıyla bize ve aslında daha çok Enstitümüze bir zarar gelmesinden korkuyordu. Belki de haklıydı; ama biz de gençtik ve bir yanımız “En kahraman Rıdvan” olmaktan çekinmiyordu. Ve son müdürüm rahmetli Dr.Coşkun Saydam’dan bir anı…

10. Ne zaman Coşkun beyi düşünsem nedense aklıma hep “Maça Kızı” gelir. Şoförümüz Konyalı Mehmet ise arazi çalışmalarının yemek molalarında daha çok blum ve pişti oynanır. Öyle ki olur da Mehmet pişti (ki yensin diye özel kurmaca oynanır çoklukla) yaparsa Mehmet yerdeki kağıdın altına sokar iskambil kağıdını ve havaya kaldırıp ters çevirip yere yapıştırır ve : “G*tünü göğe getirdim” der keyifle. Mehmet yoksa Coşkun, Öğüt, Osman ve ben oynadığımızda “Maça Kız” revaçta olan oyundur. Tam bu noktada bugüne, şu ana dönüyorum ve “Ben Kalender Meşrebim” kitabının arka kapağından birkaç satır okuyorum:

Yeni bir hayata, yeni bir işe ya da yeni bir ilgi alanına başlamayı düşünmek için en iyi zaman işlerin iyi gittiği zamandır (MC: Ben buna “tadında bırakmak” diyorum). Kuruluşların hafızası kötüdür ve eskiden tanıdık olan yüzünüzü ve adınızı çabuk unuturlar. Eskiden sözünüzün emir kabul edildiği ve isminizin önemli olduğu bir yere gidip de orada kimsenin sizin kim olduğunuzu bilmediğini anlamak kadar faydalı az hayat dersi vardır”.

ve Coşkun beyle çok tekrarlanan bir anım: Üçümüz (ben, Öğüt ve Coşkun bey) araziye çıktığımızda ya köfteci ya da pideci olur öğle yemeğimizi yediğimiz yer. Yemekten sonraki tatlıları her zaman Coşkun bey ısmarlar. Çünkü 657 sayısı Personel Yasası çıkmazdan hemen önce aynı laboratuvarda birkaç yıllık kıdem farklarıyla aynı işi yapan biz üçümüzün maaşları çok farklıdır. Ben 35 asli maaşla 525TL alırken, Öğüt bulduğu az güçlü torpille üç üst dereceden 800TL maaş almakta ve Coşkun bey de 10195 e göre yevmiyeli olarak 1600TL maaş almaktadır. Tatlıları ısmarlarken bu denli farklı maaş almanın iç dünyasında bir tedirginliği var mıydı acep ?

Yazıma eklediğim görsellerin ilkine “Kafa ve Peşkir” yazdım. İskambil oyunlarına yakın olanlar bunların “Maça Kızı” terimleri olduğunu bilirler. Yaşam da nelere karşı gelmekte ya da uygun düşmektedir bu iki terim ? Elindeki kağıtlara bakarsın. Hemen hepsi küçük değerli kağıtlardır ya da dağılımı öyle bir şekildedir ki “El almaz” diye düşünür ve “Peşkir Çekersin“. Bunun anlamı on üç el oynanacak olan o oyun elinde hiç kağıt almayacaksın demektir. Almazsan hesabındaki 35 kötü puan silinecek ve oyunda avantajlı duruma geçeceksin. Bunu baştan deklare edersin ve oyunda ilk eli oynama sırası değişir. Senden önceki kişi ilk kağıdı yere atar ve sen onun ve diğerlerinin vereceği aynı gruptan kağıtların altında kalacak nicelikte bir kağıt atarsın. Şimdi herkesin öncelikli amacı sana ne olursa olsun tek bir el de olsa kağıt aldırmaktır. Alırsan hesabına 35 kötü puan yazılacaktır. İşte “Peşkir” çekerek oyunun gidişatını etkileyen sen hiç kağıt almamak, diğerleri de sana aldırmak için uğraşırken oyunculardan birinin aklından çoklukla “Kafa Atmak” geçer. Diğerleri ilk andan bunun farkına varamaz. Çünkü “Kafa Atma” niyeti deklare edilmez. Kafa atmak, Maça kızı ile birlikte tüm kupaları (toplam 35 puan) almaktır. Birkaç el sonra bu niyet anlaşılır ve şimdi özellikle diğer iki oyuncu hem kafayı hem de peşkiri bozmaya çalışırlar. Bu durumda “kafa” atılırsa kafa atan dışındaki herkes 35 er kötü puan alacaktır ve sen bir tek el dahi alırsan “35+35=70 puan”la daha baştan oyunu kaybetme noktasına yaklaşırsın.

Sözün özü; acaba tanıdığım dört rahmetli müdürle bunların öncülü olarak uzaktan tanıma şansına sahip olduğum rahmetli kurucu müdür yöneticilik görevlerinin hangi aşamalarında sudan sabundan çekinerek üst otoriteye karşı peşkir çektiler; acaba hangi aşamalarında kafa atmaya karar verdiler ? Örneğin 1974 yılında “MC Hükümeti” sırasında Tarım Bakanımız Milli Selamet Partili Fehim Adak iken ve biz Balkan Ülkeleri Bitki Koruma Konferansı’na ev sahipliği yaparken Büyük Efes Oteli’nde Bakanlık adına hoşgeldiniz resepsiyonunda rakı yerine ayran verirken; ertesi akşam gala gecesinde Enstitüde düzenlediğimiz kokteylde alkol su gibi akmıştı. O gün “Pekşir ve Kafa” içiçe miydi ?

Ben Kalender Meşrebim” kitabının yazarı Bay Charles Handy‘nin adını ilk defa Hürriyet’deki bir köşe yazısında görmüştüm (26.10.1998 / Vicdan, her şirkete lazım !). Daha sonra “Boş Yağmurluk” isimli kitabının HBR’un iş kitapları özetlerinde yer alması ilgimi artırdı ve 2012 yılında sözünü ettiğim kitabı aldım (30 Ağustos). Kitabı beş günde okudum; hem de hemen her sayfasına notlar çıkararak. Daha sonra aynı kitaptan üç tane daha aldım. Torunlarıma (I BE) bayram harçlıklarını bu kitapların içinde verirken oğullarıma da bu kitaptan hediye etmiş oluyordum. Hangisi okudu ? Bilmiyorum. Ama kitabın 15 nci sayfasında sözü edilen “Kızınızı İşe Götürün Günü” nü Kerem ve Zeynep’in hem İrem hem de Duru için yaptığını (işinin doğası gereği) biliyorum.

Borzemliler” Derneğimize Web Sayfası için sponsor olan Netdirektli Semih’in şablon için bilgileri hatırlatarak tekrar istemesi üzerine çatıdan iki farklı kitap elime düştü yeniden. Şablon için daha fazla özet bilgiyle anılarımı ve öykülerimi ilettim. Bir kısmını burada paylaştım. Müdürlerimi bir kez daha rahmetle yad ettim. Sonraki müdürlerle zaman zaman kısa süreli beraberliklerim oldu. Onlarla ilgili yaşadıkları anılarını dillendirmek isteyen dernek mesnuplarımız umarım derneğimizin web sayfası oluştuğunda katkı sağlayacaklardır.

Öykücü