Yaşam Büfesinde “Yorgun Kuşlar”

“…Deliliklerinden yoksun bırakılmış insanlar (potansiyellerini açığa çıkarmaları, yaratıcı enerjilerini kullanmaları engellenmiş gençler) kanatları koparılmış arılara benzerler, uçamadıkları için bal yapamazlar…; “Bi takla at bakayım !” diyen yalakalıktan yorulup kanatları kırıldı yorgun kuşların…; “Ananı da al git !” diyebilen otoritenin edepsizliğinden kafese tıkıldı yorgun kuşlar…; Yanan ve madencilerce talan edilen ormanların kahrıyla kafesten çıkamadı uçamadı yorgun kuşlar…; Hakkaniyetin hak getire olduğu, liyakatın yerini sadakatın olduğu, kanal sevdasının umutları boğduğu ülkemden göçen ama terk etmeyen genç beyinlerin “Türk Diasporası” oluşturacakları umuduyla bu şerrin içinde de bir hayır arıyorum…”

Selçuk Tepeli adlı şahıs; Evrim Kuran ve Yorgun Kuşlar, C13 ün Y ve Z Kuşağı

Merhaba

Bugün 14 Eylül 2021” diye başladım Pazartesi günü yazmaya ve bugün 16.09.2021 Perşembe…Ve yine bitmedi yazım günlerden beri (bugün aslında 18.09.2021 Cumartesi)… Pazartesi günü, Çeşme’ye ilk güz yağmuru damlalarının düşmesiyle güne erken uyandık. Bereketli bir gün başlıyor diye ışıldadı yüzümüz. Bugün, hayırlı bir gün ve Nezuş 75nci yılını kutluyor; kutluyoruz. “Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllar…” dese de şarkı her anını eksiksiz hatırlıyoruz. Yetmiş altı yıl önce (1945) Soma’da ve Alaçatı’da (1946) başladı yaşamımız… Ortaokul ikinci sınıfta “komşu kızı; bakkal oğlu” olarak yakınlaştık. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfta platonik aşkın motivasyonuyla sınıf birincisi olarak “İftihar Listesi“ne fotoğrafım asıldı bu sevdanın itici gücüyle. İkinci sınıfta ise “Düzgün Sekizli”yi çizemeyen ve “Uzay Geometrisi“ni anlamakta güçlük çeken ben ve arkadaşlarımın altışar zayıfı vardı karnelerimizde… Lise bitti (1963). Üniversite başladı. Özgüven yükseldi. Sevdanın sınırları genişledi. Bizden önce ebeveynler “birşey yapmalı; birşey yapmalı...” diyerek 1964 Nisanında nişanlandık. Evlenmek için mezun olmayı bekleme sözü verdik. Sözümüzü tutamadık; daha doğrusu rahmetli babam “ölmeden torun göreyim; bizim sülalede kimse torun görecek kadar uzun yaşamadı” dedi ve evlendik (19 Eylül 1965). Öyle ki “benimle evlenir misin ?” bile demeye fırsat kalmadan, “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz”…Ve ertesi yıl baba oldum (05 Temmuz 1966). Geçtiğimiz bayramın bayram sofrasında dualarımızı etmezden önce “ABİDE” mizin 21 yaşındaki “Z KUşağı” erkeklerine dönüp “ben sizin yaşınızda babaydım” derken acaba hangi duyguları etkinleştirdim. Ebeveynleri (Ümit ve Eray) ne düşündü ? Daha sonra “BE AID” diye gruplandırdığım “Barış ve Eren” neler hissettiler ? Onlar şimdi “Bolluk Zihniyeti” içinde Evrim hanımın sözünü ettiği “Kafesteki Kuşlar” gibi görünmeseler de “Zor Koşulların Potansiyeli Açığa Çıkarma Etkisi”nden yoksunlar. Bana göre “şans içindeki şanssızlık“. Öte yandan hayat gerçekten kısaysa sıkıntı çekmeye değer mi ? yargısı da baskın özellikle “Y Kuşağından Z Kuşağına“. Bunun adı “Korumacılık” olsa gerek… Her neyse; bugün İzmir-Çeşme arasında C13 ün tamamı ve C13Plus olarak hısım ve akraba beraberliği içinde binlerce şükür ki sevgi, saygı ve ilişki güzellikleriyle dolu olarak geçiyor günlerimiz. Daha ne ister insan ! (şu bel ve bacak ağrım da geçse daha bir keyifli olacak).

Ağrılar ve Hekimler

Bu yazımı 14 Eylül Pazartesi günü başlayıp bitirecektim. Nasip olmadı. Bugüne kaldı. İki gün önce, pazar günü bel/bacak ağrılarım nedeniyle üç hekim geldi Çeşme’deki evimize. İkisi profesör idi. Hocalardan biri beyin cerrahı uzmanıydı (Prof.Dr.Ö.D.). Filmlerimi inceleyip gelmişlerdi. Teşhisleri netti: Bel fıtığı + Dar kanal + Kireçlenme + Disk kayması. Ek olarak güç testi de yaptılar. Güç kaybı yoktu (henüz). Uyuşma ve karıncalaşma da yoktu. Karşıdan bakınca ve benim şikayet et(me)me düzeyimi görünce ameliyat önermediler. İğne ve ağrı kesiciyi de etkili görmediler. İstirahat ve sabır önerdiler. Bu nedenle dün onların önerisine tam uyup yatarak istirahat ettim. Yazımın çerçevesi aklımda oluştu ama yazamadım. Bugüne kaldı (dediğimde günlerden 15.09.2021 salı idi). Bugün de yarım kalabilir. Çünkü bir ara Alaçatı PTT e gitmeliyim. İzmir Denetleme Şube Müdürlüğünün Ereğli Hakimliğine yazdığı yazı için oluşturduğum yanıtımı iadeli taahhütlü olarak postalamalıyım. Şimdilerde “kargo” bu kadar yaygın olunca “iadeli taahhütlü mektup gönderme“nin ne demek olduğunu bilen pek fazla genç olduğunu sanmıyorum. Çünkü gençlerin “Yorgun Kuşlar” olduğunu dün sabah haftaya başlarken kızım Pınar’dan aldığım bir WA mesajı ile öğrendim. Yazımı tetikleyen ilk konu bu oldu. Buna değineceğim. Bundan önce bir gruplandırma yapayım.

Nelerin etkisi altındaki karma ile yazmaya çalışıyorum ?

  • Evrim Kuran’ın Özlem Gürses’le yaptığı (~1 saat) görüşme (ki yazımın başlığını ondan “Yorgun Kuşlar” koydum ve buna Copcu’ları Z Kuşağına ait fotoğraflar ekledim).
  • “Selçuk Tepeli adlı şahıs” başlıklı konuşmadan bir kare alıp “dil” sözcüğünü Evrim hanımın 2016 daki TedRes konuşmasından bir pasajla bağlantılı kılıp ekledim.;
  • Dr.Ayşe Sucu’nun 14.09.2021 tarihli yazısının sonundaki bir sorusu üzerine ailemdeki din konusunun dünden bu güne kuşaklarda nasıl bir seyir gösterdiğini yazmaya çalıştım.
  • Yine bir sabah programında bel ağrılarım nedeniyle ilgi alanıma giren Prof.Dr.Emine Nur Tozan’ın açıklamalarıyla doksanlı yıllardaki bir makalenin başlığındaki “risk” sözcüğünü “pain” ile değiştirip kendime döndüm.
  • Ve bugün S…TV de SS nın programında ŞA nın “kına” ile Sıtma Mücadelesini öykülendirmesi ile “kına “ile “duble kına” arasındaki benzerlik ve farkı anlamaya çalıştım (ne işe yarayacaksa !) …
  1. Z Kuşağı / Yorgun Kuşlar “: Özlem Gürses’in Evrim Kuran ile yaptığı bir saate yakın görüşmenin Youtube’daki videosunu izlemekle dün güne başladım. Çok beğendim. WA gruplarımda paylaştım. Sevgili Tufan verdiği geribildirimde “bugün gidip kitabını alacağım” dedi. Aynı hevesi ZM68 den Mücella da gösterdi. Evrim hanımın kariyer yolculuğuna baktığımda etkilendim (https://www.evrimkuran.com/hakkinda/). “Delilik” sözcüğünü kendisi için kullandığı 2016 yılı konuşmasını izledim. Öyküsünü rahmetli S.Jobs’ın öyküsüne benzettim. Daha sonra Harvard İş Okulu’ndan kazanımlarına ve iş dünyasında çizdiği yolculuğa bakınca imrendim. Özlem hanımla sohbetinde sesi kadar sözcüklerini de çok sevdim. Üç kitabının isimleri bile beni etkiledi: “Telgraftan Tablete; Z-Kuşağını Anlamak ve Onlar Göçtü Buradan“. Torunum Barış’ın (21 yaş) Hollanda’da üniversite okuyor oluşu Evrim hanıma ilgimi artırdı. Evrim hanımın Kanadalı göçmen iken 2016 daki Ted konuşmasının finaline odaklanıp kaldım. “Çocuklarını sevmeyen coğrafyada yaşamak” ifadesine takılıp kaldım. Birkaç ay önce torununa bakmak için Kanada’ya giden yeğenim Melek’in şu an Kanada’daki mutluluğunu düşündüm. Yıllar önce (1972) cebinde 250 $ la Kanada’ya giden ve yaptığı her işte başarıyı yakalayamayan sınıf arkadaşım ZM 68 Şükrü ile altmışlı yıllarda Kanada’ya gidip Ottowa (mı yoksa Montreal’mi) yüksek mahkeme yagıcı olup emekli olan Eray abiyi kıyasladı zihnim. Aradan beş yıl geçmiş. Evrim hanım yurda dönmüş. Üçüncü kitabını yazarken “Modern Göç” ayrımında sözünü ettiği “Gönüllü Mecburi Göç” sözcüklerini düşündüm.
  2. Gönüllü Mecburiyet ve Diaspora Şansı (El mahkum ! Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya çalışmak; Mış gibi yapmak): Anılarıma döndüm. İkinci global birleşmede (NO+ZE>SYN) “Kuvvetlerin Ayrılığı”na dayalı yapılanma şekillendi (her ne akla hizmetse ki çok geçmeden “siloları yıkmak” için Berlin’de toplanacaktık pazarlama ve satış grupları ayrı ayrı salonlarda). Bu özellikle teşvik edilen durum “Silolar” yarattı. Herkes “ben senden daha önemliyim” davranışına girdi. Bütünleşme yerine parçalanma yaşandı. Örneğin satışın yaptığı bir hata teknik bölümü sıkıntıya sokarken satış bundan hiç alınganlık göstermiyordu. İşte o dönemdeki bir toplantıda “işler eskisi gibi değil” anlamındaki “Business as unusual / BUS” diyerek “Otobüs Yolcuları“na dikkat çekmek istemiştim. Yapılması gerekenler netti. Ancak yapma isteği yoktu. İşte bu duruma “Mutually Obligation /MOB” demiştim. Türkçesi bana göre: Gönüllü Mecburiyet idi. İşte Evrim hanımın sözleri beni o günlere götürdü. Evrim hanımın sözleri arasında beni en çok düşündüren konu şu önerisi oldu: Yurda tersine beyin göçü için sarfettiğiniz çaba yerine yurt dışına giden beyinlerimizle “diaspora etkisi” yaratmayı planlayın. Tam bu noktada “Diaspora” ya döndü ilgim. Internette Fırak Yaldız’ın bir bir yazısını hızlıca taradım (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/621817). Adı geçen kişinin düşünce yapısı bana uygun gibi görünmese de şu yaklaşımı ile Evrim Hanımın sözleribe tam uyuyordu: “…Kastamonu Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fırat Yaldız, belirsizliklerin Türkiye’deki kamu kuruluşlarının diaspora konusuna ilişkin çalışmalarını dağınık ve hatta tutarsız bir konuma sürüklediğini belirtti…” . Bu konuyu burada kesmeyi düşünürken Soner beyin 17.09.2021 tarihli köşe yazısında “Z Kuşağı” konusundaki yaklaşımları yine bir “komplo teorisi” çerçevesinde ortaya koymasını düşünmeye başladım. Bu kategorizasyonun tüketimi artırmaya yönelik olduğunu vurgulamasını Copcuların Z Kuşağı için düşünmeye başladım. Yine aklım karıştı.
  3. “Küçümseyici Dil”:Bel ağrım nedeniyle yatma ağırlık olunca günlerim yeniden TV de haber izlemeye başladım. Sadece Fox’ta saat 19.00 da haber izliyorum ara sıra. Haber sunucusunu (ST) izlemekte bazen çok fazla yoruluyorum. Bu nedenle kimi zaman yarım bırakıyorum izlemeyi. Neden yoruluyorum ? Kendimce birkaç nedenim var. İlki uzun cümleler kuruyor ve cümlenin başını aklımda tutmak için zorlanıyorum sonuna bağlayabilmek için. İkincisi söylemek istediklerini tam söyleyemediği için olsa gerek cümlenin başı ile sonu arasında inişli çıkışlı yan yollara sapıyor ve ne demek istediğini tam anlıyamıyorum. Buna rağmen ustasının sürekli olarak “Bay Kemal” dediği gibi, çırağının eleştirilerini “Selçuk Tepeli adlı şahıs” olarak ortaya koyması beni irrite etmişti. Aynı grubun yalakalarından birinin “bi takla at bakayım !” sözlerini duyan Z Kuşağının “Yorgun Kuşları” nasıl kendilerini “Kanadı Kırık Kuş” olmaktan kurtacaklar ülkemin bu kalitesizleriyle… Aynı şekilde çaresizliklerinin dip yaptığı çözümsüzlük kıskacında “ananı da al git…” diyebiliyorsa otorite, kendilerini “Kafesteki Kuş” algısından nasıl kurtaracak “Yorgun Kuşlar”. İşte bu küçümseyici etkileri düşünürken “Selçuk Tepeli adlı şahsın” ertesi gün haber saatinin sekiz dakikasını buna yanıt vermeye ayırmasını can kulağı ile dinledim. Çok beğendim. Neyini beğendim ? Öfke kontrolu beğendim. Sözcük seçimini ve uslubunu beğendim. Hatta ZM68WA grubumuza “zarf ve mazruf” ifadesiyle önerdim. YouTube’dan link gönderdim. Birkaç karesini yazımın ekindeki videoya ekledim. Ancak video uzadı diye sadece tek bir kare kaldı montajımda. Onu da söyleyemedikleri için masaya vurduğu kalemin sesi ile kısa kestim.
  4. “Din ve Nesiller”: Pazartesi günleri Dr.A.Sucu için almaya çalıştığım Sözcü gazetesini de aldım. Yazısına “Müslümanlar yaşadıkları krizden kurtulmak istiyorlar mı ?” sorusunu başlık yapmış. Yazının sonundaki sorusu dikkatimi çekti: “Tanrı inancının olduğu bir dünya ile Tanrısız bir dünyanın farkını koyabilecek bir toplum hangi islam coğrafyasında var ?“. “Mecelle“den de söz edip “zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkar olunamaz” diye yazmış. Ve 1400 yıl öncesinin hükümlerini, 1200 yıldan beri yorumlayanların yokluğuna değiniyor. Bu arada benim bile sözlük kullanmadan anlamamın zor olduğu Arapça (Osmanlıca !!!) sözcüklerle, mezheplerle yazısını genişletiyor. Ne anamda babamda ne bende bu yönde bir derinlik yok; arayış yok ise de sanırım bel ağrısından mezheplere sınır çizen kısa açıklamalarına ilgi duydum (ne işe yarayacaksa). Şafiler “istidlal“> bilinenden hareketle bilinmeyene ulaşırlarmış. Hanefiler “istihsan” > genel ve yerleşik olanı değil, olayın özelliğini dikkate alarak çözüm bulurlarmış. Malikiler, “istislah” > herşeyin iyilik uygunluk durumuna göre hüküm verirlermiş. Hanbeliller (Selefiler) için meraklısı gidip baksın ne yaparlarmış… Neden şimdi bu konu ve burada ?
  5. “Anamdan Nezuş’la Barış’a”: Rahmetli anamı, babamı ve çocukluğumu, ergenliğimi dine olan ilgimiz açısından düşündüm. Anam inancıyla tarikat ehliydi (Uşşaki). Kimseye bağı bağlantısı yoktu. İnancı bu yöndeydi. Bunu da yüksek hoşgörü ve hiçbir maddi şeye (para dahil) ilgisi olmayışı ile gösterirdi. Talebeyken evlenmemin en büyük şansı annemin bu özelliği idi. Önceleri beş vakit namaz kılıyorsa da özellikle torunlarının bakımını üstlendiğinde zaman önceliği değişmişti. Zamanı olursa namaz kılardı. Rahmetli babam ise sanki şeriat ehli idi. Din ve örf baskısı olmasa da disiplini aşırı yaşamında beraberlik kolay değildi. Bayram namazları ve cuma namazı dışında cami ile yakınlığı yoktu. Ergenliği zor geçmiş. Annesi çocukken ölmüş. Üvey anneye dayanamayıp evden kaçmış. Sonrası da kolay olmamış. Otuzlu, kırklı yılların yoklukları ve tütüncülükle yaşamı sürdürmek… Sonrasında kahvecilik, köftecilik ve bakkallık derken elli yaşından sonra gece bekçisi olarak kamuda iş bulması ve az da olsa düzenli bir gelire sahip olması en büyük şansı oldu. Her akşam bir çay bardağının yarısı kadar rakı içerdi. Çok sigara içerdi. Öyleki ölümünden önce komada olduğu iki gün boyunca elinde yanmayan sigarayı ağzına götürüp getirdi. Bu kadar bağımlı olan babam her Ramazan’da otuz gün oruç tutardı. Gün boyu sigarasızlığa ve otuz gün rakısızlığa dayanırdı. Dine bağlantısı bu kadardı. Bana gelince; bayram namazları dışında camiyle pek samimiyetim olmadı. Emeklilik sonrası Çeşme’ye çıpalanınca günlerim, cuma namazlarına düzenli gitmeye başladım (Çeşme’de). Hem de camiye ilk giren olmak için acele ederdim. Kimse gelmeden o ortamda kendimle başbaşa kalmak için. İlk sıranın sol başında en önde otururdum her zaman. Bizim caminin hocasını severim; aydınlık birisidir. Birkaç yıl önce Cumhuriyet Bayramı cumaya denk gelmişti. Bizim hoca izinliydi. Geçici bir hoca eline tutturulmuş olan metni okuyordu hutbede. Bitti ve yerimden kalkıp “Bir Atatürk diyemedi !” diye öfkeyle söylene söylene camiyi terk ettim. Herkes şaşkınlıkla bana baksa da Çeşme gibi bir yerde bir Allah’ın kulu beni takip etmedi. O gün bugündür camiye yolum düşmüyor. Benden sonraki “Y Kuşağımız“ın tutumu benden farklı mı ? Önceleri hep birlikte giderdik bayram namazlarına. Şimdilerde hem cami beraberliğimiz yok hem de bunun için hevesimiz. Peki ya “BE” ikilisi olan “Z Kuşağımız”... Ateist olmasa da deist olduklarını sanıyorum en azından dualarıma katılıp da aminlerine bakınca. Bayan Sucu kendi sorusuna kendisi yanıt verseydi ne derdi ? Oğlum Ümit net olarak ve kızgınlıkla sordu: Kendisi niye soru yerine yanıt vermiyor ki…
  6. “Risk ve Ağrı”: Yine bir sabah programında bel ağrılarım nedeniyle ilgi alanıma giren Prof.Dr.Emine Nur Tozan‘ın bel ve diz ağrılarıyla ilgili açıklamalarıyla doksanlı yıllardaki bir makalenin başlığındaki “risk” sözcüğünü “pain” ile değiştirip kendime döndüm. Yaşadığım kısa öykü şöyle: Doksanlı yılların ortalarına doğru bir bankanın müdürü ile görüşmek için beklemedeyim. Sekreterinin odasında oturuyorum. Sehpanın üstünde bir bankacılık dergisi var. Sayfalarını rastgele karıştırıyorum. Bir sayfada bir yazının başlığı dikkatimi çekti. Yazarı İzabel Grindal idi. Yazının başlığı: How to Live with Risk and Love it ?” Türkçesini daha çok beğendim: Riskle Yaşamayı Sevmek. Yazının başlığındaki “risk” yerine “pain” i koyup: How to Live with Pain and Love it” dedi aklım geçmeyen ve geçmeyecek gibi gelmeye başlıyan ağrılarımı düşününce. Son çare ameliyat ise ve hekim “ameliyat olmalısın” dese olur muyum ? Şimdiki ağrılarla “Hayır”. O halde “Live ve Love” birlikte devam edecek ağrılı da olsa. Ara sıra elim yüzüm kararsa da “ağrı ile yaşamayı sevmek” zorundayım. Emine hanım kadın ve erkeklerdeki bel ve diz ağrılarının oransal farkına dikkat çekiyordu programda. Buna göre diz ağısı kadınlarda %70, erkeklerde %30 iken bel ağrısında oranlar tam tersiymiş. Bunu da erkek/kadın arasındaki “diz kırma ve bel kırma becerisi farkı”na dikkat çekiyor (kır belini Ali dayı kır belini vay… Zehra Bilir’den https://www.youtube.com/watch?v=szmfIfTe_uY ). Oğullarım Eray ve Ümit’in bana da ısrarla önerdikleri Melatonin ile ağrıların azaltılması konusunda “Sirkadiyen Ritm (dünyanın kendi ekseni etrafındaki 24 saatlik yolculuğu sonucunda ortaya çıkan canlılar üzerindeki biyokimyasal, fizyolojik ve davranışal ritimlerin tekrarıdır. Kısacası; vücudumuzun biyolojik saati olarak da tanımlayabiliriz)”in ne derece önemli olduğunu yapılan bir araştırmayla ortaya koyuyor Emine hanım. Bu yıl 14.000 kişi ile yapılan bir araştırmada üç ay boyunca Melatonini güneşin doğuşu ve batışında düzenli olarak vermişler ve düzenli almayanlara oranla görmüşler ki bu düzenli ve kritik zamanda alınan Melatonin ağrıları %20-60 oranında azaltmış. Ne umudum ve ne de inancım bu konuda güçlü. Öyleki bir başka kanaldaki Feridun’un sütlü bamya lapasını belime sarıyor Nezuş ve “Kupa Çekme” sınırına geliyoruz.
  7. Bel, Bacak ve Biontech: Uzunca bir süre tereddüt ettikten sonra çarşamba günü üçüncü aşımızı (Biontech) olduk. İlk gün hafif bir kol ağrısı dışında bir sorun çıkmadı. Ertesi gün yataktan kalkamadık. Üzerimizden kamyon geçmiş gibiydi. Tüm eklem yerlerimiz ağrıyordu. Bu arada WA ZM68 grubuma yazdığım bir iletide “umudum odur ki aşının bu ekstra ağrıları geçerken benim bel ağrımı da alıp gidecek …” Züğürt tesellisi olsa da Dursun ve Temel’li iki kısa fıkra zihnimde bütünleşti. Grubumun demografik yapısı bu fıkraları paylaşmaya uygun değil diye bir açıklama yapıp “isteyen meraklısına özel olarak yazarım” diye yazsam da bugüne kadar hiç bir talep gelmedi. Demek ki neymiş … Sevgili Ersin ise bu fıkralar için bloğumun daha uygun bir kanal olduğunu söyledi. O nedenle şimdi burada paylaşacağım.
  8. “Dursun neden çömeliyor ?”: Temel Afrika seyahatinden yeni dönmüş ve Dursun ona hoşgeldin demek için ziyarete gitmiş. Temel masanın üstünde duran altı yumurtanın üçünü Dursun’a vermiş ve yumurtaların öyküsünü anlatmaya başlamış: “Çölde gidiyordum. Yerde susuzluktan ölmek üzere olan yaşlı bir adam gördüm. Mataramdaki son suyumu adama içirdim. Adam canlandı. Meğer bir ermiş imiş. Bana altı yumurta verdi ve her yumurtayı kırınca o anda istediğin dileğini söyle dileğin gerçek olacak dedi”. Dursun sevinçle üç yumurtayı alıp evinde dönmüş. Ertesi gün Temel omuzundaki bir kuşla arkadaşı Dursun’un evinde gitmiş. Bir de ne görsün ? Dursun bomboş bir odanın içinde yere çömelmiş. Bu görüntüye şaşkınlıkla bakan Temel “Hayırdır Dursun; bu ne hal ?” diye sormuş. Dursun pozisyonunu bozmadan neler olduğunu anlatmaya başlamış: “Tam evden içeri girerken ayağım eşiğe takıldı. Elimdeki yumurtalardann biri yere düştü. O anda “Ha s*ktir !” dedim. Ev ağzına kadar s*k doldu. Boğulacaktım. Hemen ikinci yumurtayı kırıp “hepsi gitsin !” dedim. Hepsi gitti ama o anda benimki de gitti. Çok korktum ve üçüncü yumurtayı da kırıp “benimki geri gelsin” dedim. Benimki geri geldi ama şimdi kıçımın hemen üstünde; bu nedenle oturamıyorum”. İşte tam bu yerde mesajım: Dileklerinize dikkat edin, birgün gerçek olabilir. Dursun’un sözcükleri, Selçuk Tepeli adlı şahıs’ın dikkat çektiği “sözcükler anlamını yitirdi; birbirimizi anlamıyoruz” sözleriyle buluştu zihnimde. Peki ya Temel’in yumurtaları..
  9. “Temel’in omzundaki kuş”: Dursun evden ayrıldıktan sonra kendi üç yumurtasını kırıp dileklerini söylemiş Temel ve hemen ardından Dursun’a gitmeden ünlü bir restorana telefon edip “bana ikiyüz kişilik mükellef bir sofra hazırlar mısınız ?” diye sormuş ve “Kuş sütü eksik olmayacak” diye uyarmış. Sofranın hazır olduğu mesajını alınca arabasına atlayıp restorana gitmiş. Masa tam istediği gibi hazırlanmış. Kuş sütü eksik değilmiş. Omzundaki kuş masaya doğru uçup yemeklerin hepsini birkaç dakika içinde yiyip bitirmiş. Garsonların şaşkın bakışları arasında Temel durumu açıklamış: Çölde gidiyordum. Susuzluktan ölmek üzere olan bir adam gördüm. Mataramdaki son suyumu adama içirdim. Adam canlandı. Meğer bir ermiş imiş. Bana altı yumurta verdi. Üçünü Dursun’a verdim. Her bir yumurtayı kırdığımda istediğim dileğimin gerçekleşeceğini söyledi. Üçünü arkadaşım Dursun’a verdim. Ben de kendi dileklerimi söyleyip üç yumurtamı kırmaya başladım. İlk yumurta ile dünyanın en zengin adamı olmayı istedim ve şimdi dünyanın en zengin adamıyım. İkinci yumurtayı kırdım ve dünyanın en yakışıklı adamı olmayı istedim. Gördüğünüz gibi dünyanın en zengin adamıyım. Üçüncü yumurtayı kırarken “öyle bir kuşum olsun ki yesin yesin doymasın” dedim. Ne bileyim ermişin bu kadar gerzek olduğunu… demiş. Tekrar aynı mesajım: Dileklerinize dikkat edin, birgün gerçek olabilirler.
  10. Kına ve Kınakına”: Ve geleyim yazımın son konusuna. Yine bir TV kanalında SS’ın konuğu olan Azeri Kimya Mühendisi kına düşkünü ŞA’nın öykülendirerek verdiği kına mesajına. Onun sözleriyle (mealen de olabilir kimi yerleri) 150 yıl önce sıtma salgını olmuş ve bir köyde çok kişi ölmüş. Bir evde anası, babası, tüm ailesi ölen bir kız sağ kalmış. Bakmışlar ki avcunun içi kınalı. Anası ona hep kına yakarmış. Hemen kınanın sıtmaya iyi geldiğini görüp kınadan ilaç yapmışlar (hap yapıp içirmişler) ve sıtmayı ortadan kaldırmışlar. Güzellik uzmanı olan, profesyonel şovları çok ŞA nın kınaya dikkat çekmesi güzel ise de bizim bildiğimiz kınanın ilaç olup sıtmayı kontrol etmesine aklım yatmadı. Çocukluğumda (ellili yıllar) verem kadar sıtma hala yaygındı ve “Sıtma Savaş Dernekleri “vardı. Mücadelede sarı haplar verilirdi ve biz o haplara “Sulfata” derdik. Hatta kimi acı sebzelere (örneğin biber değil de o vakitler hıyarlar acı olurdu) “sulfata gibi acı” derdik. Daha sonraları sulfatanın “kinin” olduğunu ve “kınakına” dan elde edildiğini öğrendim yıllar içinde. Bana göre benim bildiğim sıtma ilacı olan kininin elde edildiği “duble kına: Kınakına” ile yaktığımız (sürdüğümüz) “kına” aynı değil. Kimimiz avucumuza, kimimiz saçımıza, bazen askere giderken alnımıza, ya da nişanlıya alınan kurbanlık koçun yünlerine yaktığımız kınayı hemen hepimiz şimdi evlerimizde hazır bulunduruyoruz olası bir haber üzerine bilmem neremize yakmak için. Ancak bu kına bence sıtmaya iyi gelen kına değil. Bu amaçla internette kısa bir araştırma yaptım (her ne kadar bilgilerine pek fazla güvenmesem de). Gördüm ki; iki kına da (ister solo kına ister kınakına) aynı Latince “cins (genus): Cinchona” ismine sahip: Kınanın tür ismi: Cinchona pubescens; Kınakınanın tür ismi: Cinchona officinalis (ki tür isminde tıbbi bitki anlamının olması bu farkı açıkca gösteriyor). Kınacı ve kimyacı ŞA nın böyle bir hata yapar mı ? Elimize sürdüğümüz kınayı yedirmeye kalkar mı ? Anlık bir hata değil; çünkü programda birden karşısına çıkan bir konu değil ki ! Bu nasıl iştir ? ZM68 grubumdan “Botanik” bilgisi zengin ve/veya bağ-bahçe uzmanı arkadaşlarımdan bu konuda yardım bekliyorum. Yoksa ben mi yanlış bakıyorum…(bakınız dipnot *)
  11. Kalemin tık sesi: Ve çok uzun oldu biliyorum;konuyu bağlamaya çalışayım. Ne diyor Lemi Atlı şarkısında “Bu zevk ü sefa sahn-ı çemenzareye de kalmaz / Güller dökülür bülbül ölür hare de kalmaz / Sabreyle gönül vuslat ı ağyare de kalmaz”. “Selçuk Tepeli adlı şahsın sözleriyle, küçümsemeleriyle takla at bakalımı ve ananı da al git sözlerini buluşturup aklımın günceline taşıyan izler yukarıdaki şarkının “diken bile olsan sana da kalmaz” algı kapısından belleğime taşındı (ki ben buradaki “har” sözcüğünü hep “Harname“yi anımsayıp “eşek” sanırdım; meğer dikenmiş). Bay Tepeli’in verdiği yanıttaki “Kalemin Tık Sesi” beni o çok bilinen fıkraya götürdü evdeki kınamı kontrol ederken: Dünya nimetlerine önem vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir… Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa: “Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem.” der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir: “Ben çekilirim!” der. Kim serseri ?

Çok şükür Pazartesi başlayan yazımı gelgitlerle uzatıp Cumartesi günü bitirdim. Ekine bir video hazırladım. Ancak videoyu transcode eden sistemde bir hata var ve video ekini ancak pazartesi günü ekleyebileceğim. Bir yanda belimdeki ağrılar, diğer yanda aklımı kirleten dibe vurmuşların dinmeyen öfkeleri, umut bağladığım “Z Kuşağı” açıklamaları ve buna karşı çıkan bakış açıları… Ve dijital hızın özümsemeyi zorlaştıran trafiğinde daha, daha ve dahalarla belleğimdeki “over loading” iyileşme sürecimi zorlaştırıyor. Bugünlük benden bu kadar. Hoşçakalın; sağlıkla kalın. Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü

(*): Her zaman olduğu gibi yazımı okuyan ve anında geribildirim veren sevgili Ersin’e teşekkür ediyorum. Böylece Şems hanımın bir yerlerimize yakmak için evde hazır bulundurduğumuz kınanın sıtma mücadelesi ile ilintili anlatmasının “saçmalık” olduğunu konfirme etmiş oldu. Üstelik kına ile kınakına arasındaki taksonomik farkın tür düzeyinden öte cins düzeyinde ve farkın daha fazla olduğunun kanıtlarını paylaştı. Kına bitkisinin Latince ismi: Lawsonia inermis imiş. Sıtma ile savaşta kullanılan kinin maddesinin elde edildiği bitkinin Türkçe adı Kınakına ve Latincesi de Rubiaceae familyasından Chinchona türleriymiş ( Eczaıcılık Fakültesi öğretim üyesi Dr.Hilal Bardakçı). Demek ki benim internette yüzeysel olarak bakıp da aynı cinsin farklı türleri olarak yazdığım gibi değilmiş. Kına ile Kınakına arasındaki fark çok daha derinmiş ve kına ile sıtma mücadelesini hele hele bugünün dijital ortamının sağladığı “cross-check” olanaklarının bolluğu ve kolaylığında bundan söz etmek saçmalıktan öte aptallıkmış. Ülkemize gelip Petrol Mühendisi ya da Kimya Mühendisi gibi mesleklerin içine girip ekranlarda boy gösterenlerin böylesi saçmalıklarla şarlatan durumuna düşmelerine akıl sır erdirmek çok zor. Sınırını bileceksin. Haddini bileceksin. Verdiğin hatalı (ya da bilgisiz) mesajın nerelere gideceğini tahmin edeceksin. Ne var ki; aynı deve örneğinde olduğu gibi… Deveye sormuşlar “Neden boynun eğri ?” Deve şöyle bir bakıp “Nerem doğru ki…” demiş. Demek ki deve “Doğrucu Davut”muş. Nerde o eski develer ? Develer bir yana; şimdilerde insanların bile doğru söyleyip de gidecekleri “Onuncu Köy”de yer kalmamış olmalı ki, ekranlar söyledikleri yalanlarla burnu uzamayan kravatlı Pinokyolarla dolu. Bunları yazmama olanak veren geribildirim için bir kez daha teşekkürler sevgili Ersin (19.09.2021 / 13.00)