Yaşam Büfesinde “END1,2,3”

“…Tırtılın “dünyanın sonu” dediğine usta “kelebek” dermiş…Aynı usta eğri kılıçı bir kıç darbesiyle düzelttikten sonra istediği yüz altını hak edebilmek için “ustalık yolculuklarında” neler yapmış ? Hangi eza ve cefalar onu ustalaştırmış ? Ustanın işi zormuş; usta bu zor işi yaparken mi yoksa yapma becerisini elde etme sürecinde mi, elmanın hangi yarısında daha çok keyif almış ? Usta, gerçekten de keyif almış mı ? Çekirge ustanın sözünü dinlemiş mi ? İki gözünü de hedefe mi kilitlemiş ? Çekirge ustalaşmak isterken 20 yıl bekleme sabrına kavuşmuş mu; süreci kısaltmaktan vaz geçmiş mi ? Çekirge ustalaşmaya çalışırken Yunt Dağının üstünden uçmuş mudur ?…”

Merhaba

Bu yazımı 22 Ağustos 2016 ruh halimle yazıyorum ve zamanlamayı kodlayıp iki gün sonra yayımlanmasını planlıyorum. Neden usta, kelebek ve yolculuklar takılı kaldı aklımın kıvrımlarına ?

Rahmetli Prof.Arman Kırım’la kayınbiraderim rahmetli Nezih zihnimin kendiliğinden oluşan hafta başı çerçevesinde bir araya geldiler. Bu beraberlik duygusuyla arşivimi taradım. On yıl önce CINOS‘un üçüncü evresinde CDM (Yetkinlik Geliştirme Müdürü ki memursuz müdür) olarak “etkisiz eleman” konumuna eriştiğimde (!) planladığım SSTC Ustalık Yolculuğuna “görsel materyal” hazırlamak için Çeşme’de Nezih abiye “Kızgın Bağcı Nezih” rolü biçmiştim (Mart 2006). Birkaç yerde (dışarısı rüzgarlıydı ve içeride yineledim. Provasız mükemmel kayıtlardı) video çekimleri yapmıştım. Bunlardan montajla daha sonra kullandığım bir kısa film hazırlamış ve SSTC nin beş günlük yolculuğunun her aşamasında adım adım kullanmıştım. İşte o filmin ham video kayıtlarını buldum ve Nezih abinin satır aralarını bir “anlam çerçevesi içinde” biraraya getirmeye çalıştım. Bakalım neler olacak ?

Arman hoca ile Nezih abi ikisinin ortak noktası kanserden vefat etmeleriydi (ya da ben öyle sanıyorum Koah, Kalp ve Karaktersizin yan etkilerinde). Arman hoca çok genç yaşta veda etti ve o da son güne kadar hayata tutunmak için gayret etti. Ölümünden birkaç (ya da sadece bir gün) önce yaptığı söyleşiye dayanan veda yazısını Ayşe Arman’ın kaleminden öykülendirilmiş şekliyle okumuştum. Defterlerimden birine kesip yapıştırmıştım. “Aç kal budala kal” diyen ve “geleceğe uzanan noktaları birleştirmek için geriye bakan” rahmetli Jobs ile aynı dönemde vefat etti Arman hocam. Ben ikisini de (Nezih’le üçünü de) çok sevdim. Jobs’la tanışmadım ve “çılgınlıklarından yoksun bırakılmış insanlar kanatları koparılmış arılara benzerler; uçamadıklarından bal yapamazlar” deyişine yürekten inanarak “Huysuz Jobs” ı “Huysuz Virjin”den daha çok sevdim. Arman hocamın tüm kitaplarını (!) almaya çalıştım. “Mor İnek” popülerken (keza Reha Muhtar da ankormenken) Arman hocaya odaklandım (DOD2 e geçişte kendi kulvarımızı yaratmak adına). “Mor İneğin Akıllısı” ve bağlantılı kitapları okurken keyif aldım. Sanırım 2004 yılındaydı; Nezuş’la İtalya/Fransa/İsviçre turuna giderken yanımda “Tazesi Makbuldür” isimli kitabı vardı Arman hocamın. İşte o kitaptan “ustalık ve keyif” le ilgili bir pasaj:

“…Michelin Yıldızı almak bir şef için yaşamın en önemli kariyerlerinden biridir. Pekçok şef bu uğurda bir ömür çalışır. Ama çoğu kez asıl kahır, bu hedefe ulaşılan gün yani yıldızın alındığı gün başlar. Bir şef söyle demiş: “aldığımız yıldızın tantanası sadece bir hafta sürdü. Ardından stres başladı…İkinci yıldızı hedefleyelim mi hedeflemeyelim mi ? Hedeflersek yeni yatırımlar ve çok emek gerek. Buna değer mi değmez mi ?…”

Hayatta neler, nelere değer ? Durmalı mı devam mı ? Doğru karar hangisidir ? Karar anı doğru mudur ? Karar verirken ruh hali sağlıklı mıdır ? Sorular, sorular ve sorular…Cevap, doğru soru sorulduğunda önemlidir ve cevap veren hesabı öder. Hesap ödemeden cevap hakkını kullanmak için bir danışmana gerek var mıdır ? Danışman kimdir ? “Kişi ya da kurumların yeni yollar denemelerine yardımcı olacak bilgi ve uzmanlığından gelen etkisine güvenen ama otoritesi olmayan kişidir” danışman. Peki danışman nasıl ikna edecektir ? Neden bu soruları sıralıyorum ?

Önceki yazıma Nezih abi ile geçen altmış yıla yakın (1958 orta okul ikinci sınıfta Nezuş’la tanıştığımda henüz sadece ismini biliyor idiysem de birkaç yıl sonra akşam üzeri Kemer Tren İstasyonunda Nezuş’la beraberken aniden karşılaştığımda korkudan elimdeki kesekağıdında bulunan üzümleri yere dökmüşmüşüm) beraberliğimde hangi evreler etkin oldu; neler o anlardan, dönemlerden anılarımda yer etti ? Neden yazımın başlığı “END” ? Acaba göründüğü gibi İngilizce anlamıyla “Son” mu demek yoksa üç ismin baş harfleriyle bir kısaltmanın ardında yatan sesler, sözler, duygular mı var ? “En güzel söz söylenmeyen sözmüş” ise de dur durabilirsen yüreğinin sesi yükselirken !

Nezuş’la beraberliğimin en hararetli (!) dönemi (arkadaşlık > flört >< sevgili) olan altmışlı yılların başında ben 15, Nezuş 14 ve Nezih abi de 19 yaşındaydı. Askerliğini (sanırım Siverek idi) uzakta yapması benim (bizim) için en büyük şanslardan biriydi. Nâzım abinin (18) hoş görüsü yüksekti (rahmetli Kâzım abinin de) ve kendisi de o günlerde İstanbul’da üniversite öğrencisiydi (ve o da aşıktı; halden anlıyordu).

Beraberliğimiz ailelerce resmen kabullenip de tescil edilince (04.04.1964 nişandan sonra) daha bir (geleneksel engellemeler) fazla kısıt durumu olsa da her zaman bir çözüm yolu bulunuyordu (> Kim korkar hain kurttan sendromu). Tepecik 1159 sokaktaki evimize ikinci kat çıkıyorduk (kendi emeklerimizle). Nezih abinin uzmanlık alanı elektrikti. Üst katın elektrik hatlarını beraber döşüyorduk. Onunla tanışmıştım lüstür klemensle, simit klemensle, peşel boru ve german boruyla; ondan öğrenmiştim yedi sortiye bir linye hattı çekilmesi gerektiğini ve prizlere 2,5 luk anahtarlara 1,5 luk kablo çekileceğini. Öğrenememiştim yıldız ya da üçgen bağlamanın farkını….Biz alt kattan uzatma kablosuyla aldığımız elektrikle aydınlatmayı sağlayıp geceleri bu işleri yaparken göçmen Yaşar da kum taşıyordu üst kata. Yaşar birden bire  bağırmaya başladı: “Yanay, yanay, yanay !”. Etrafı bir yanık kokusu sarmıştı. Koştuk ve gördük ki…Ben ucunda 150 W lık ampul olan elektrik kablosunu duvardaki çiviye asmıştım. Aynı çivide Nezih abinin ceketi vardı (varmış). Ben kabloyu, ampulu kaldırıncaya kadar ceketin kolu yanıp yere düştü. Ceket kullanılmaz hale gelmişti. Ben bir garip öğrenciydim. Cep delik cepken delik. Nezih abi garip bir ESHOT muayene memuru ve ortada bir kolu olmayan yanık bir ceket…Ne oldu sonra ?

Bakkal dükkanımızın yanında (Tepecik-Zeytinlik arası 1148 sokak) çok iyi bir terzi abimiz vardı: Ali (soyadı Aras olabilir veya “Aras Terzihanesi” idi). Ali abi birkaç ay önce Kemeraltı Havuzlubey Çarşısına taşınmıştı (damatlık takım elbisemi o dikmişti; daha sonra da Fransa’ya gitti ve çok ünlü oldu). Yerine kalfası Terzi Aziz kalmıştı. Ona yeni bir ceket siparişi verdim. Bedeli de 180 TL. Nasıl ödeyeceğim ki ? Rahmetli Lâtif (Prof.Dr.L.Çağlayan 1995 yılında ellisine basmadan kanserden vefat etti) le birlikte fakültede eski kitapları toplayıp üstüne kâr koyarak yeni gelen öğrencilere sattık. Payımıza ikiyüzer lira düştü ve bununla Nezih abinin ceket parasını Terzi Aziz’a ödemiştim. Yokluklar beraberlikleri perçinliyor ve ilişkileri daha güçlendiriyordu o zamanlar. Sonra (~1966) Nezih abinin Almanya yılları başladı. Bunu da daha sonra anlatayım. Neden “END” ?

Nezih abiyi (N) odağa aldığımda yana (E1) ve ileriye (E2, E3) doğru üçlü (üç ayrı) bir Dörtbudak (D) etkileşimi yapılandı zihnimde. Orta dönem olan, END2 döneminden çok etkilendim 1969 dan bu yana (Biraz daha geriye gittiğimde, END1 Emel ile evlilikle başlayan zor Almanya yıllarıydı. Ülke yeni, millet yeni, er yeni, hatun yeni, dil yeni, örf adet yeni, koşullar yeni ve bir sürü yeniliğin yarattığı bunaltıcı baskılarla şekillenen bir evliliğin ve ebeveynliğin ilk yılları). Neden 1969 ? Biz (MNC)de Eray, Nâzım abilerde Alper ve Nezih abilerde de Erdem’in, üç erkek kuzenin doğum tarihleri ortaktır ve 1969 yılıdır. Bu nedenle END2 beni 1969 dan bu yana çok ama çok etkilemiştir. Almanyasıyla, dönüşüyle, biten tombul tüpün taşınması ve çöplerin atılmasıyla, Hatay ve Esentepe’de babaanne ve hala yanında geçen zor yılların etkisiyle, Bozkurt’taki halı fabrikasının ahır gibi yatakhanesiyle ve Antalya günleriyle derin, acıtı izleri ve gözümü yaşartan mektupları var yüreğimi kanatan, defterime yapışık… Yaklaşık kırk yıl öncesinden başlayan END3 de ise tıpkı bizim Kerem’le yaşadığımız gibi “anne-baba olmanın” gerçek anlamının yaşandığı yıllar başladı ki bugün 2016 da ve hemen bugün bu sonu hazırlayan sürecin zorlu ön dönemlerindeki “4K” etkileşimli (son birkaç yıl) END1 & END3 ün ne denli güçlü olduğunu, sevgi dolu ve Allah korkulu ( Fatoş’un dediği gibi “insan evladı olmayı”) görme olanağım(ız) oldu. Buna şükrettim. Buna “glück und unglück” (şanssızlık içinde şans)” dedim. Böylece Allah’ın onlara sunduğu zor günlerindeki dört temel etkenden üçünü (ev>oğul>eş) en doğru şekilde kullandıklarını gördüm. Dördüncüyü de (END2) kullanabilirler miydi ? Yargılamak bana düşmez. Allah birkaç kez bu fırsatı öne çıkardıysa da “aklın kullanma kılavuzunda (fikir)” neler yazılıydı ben bilemem ? Hiçbir zaman geç değildir.

Bize düşen de her seferinde “evvel giden ahbapa selam olsun erenler” sözü ile selam gönderirken geride kalanlara verilen mesajları okuyabilmek, yapabilmek ve olabilmekti bize düşen görev ustalık yolculuklarında… Yapabildik mi ?

Elli iki yıl önce beraberliğimizin tescillenmesi karar verildiğinde kayınpederimin (Alaçatı’lı kel Salih) kanserden ölümü nişanımızı Ocaktan Nisan ayına kadar geciktirmişti. Kendisini bakkal dükkanımızın yanındaki Muzaffer Abinin kahvesinde, Parmaksız Saim Beyin evinin giriş kapısı yanında bir sandalyede elindeki bastona dayanmış sevimli, göbekli bir tombiş (yaşı benzemesin Kerem gibi) olarak hayal meyal anımsıyorum. Yaşanmış öykülerden (bir gözü kör at için “katip mi olacak ?” esprisi, Alaçatı pazarında hep şükranla yad eden Sabri Aganın takım elbise öyküsü vb) hep eli bol olmayı, cömertliği ve çocuklarını yetiştirirken hoşgörü ile özgür sevgiyi mesaj olarak bıraktığını anlıyorum. Biz bunları yeterince yapabildik mi ? Çoğumuz ve çoğu zaman başarılı olduksa da zaman zaman günün sıkıntılarında geçici ya da kalıcı hırçınlıklarımız da olmadı değil (END2 örneği gibi). Pişmanlıklar var mıdır öğretici olabilecek ? Kimbilir !

Aile (Dörtbudak) içine girince her koşulda neşeli olmak baskınlığını yaşadım. Alışmak (adapte olmak) için sessizliğim, sessizlikte izlemem uzun sürdü. Bu arada Hayriye ablanın bir trafik kazasına ölmesi aile içinde annenin bir çocuğunun kaybetmesinin acısını yaşamak ve özellikle de hayatı her şeyiyle sevip de dünyalar güzeli Hayriye ablanın çevresinebıraktığı “korkusuzca neşe saçabilmek” mesajını özellikle Nezuş sürdürmeye çalıştı. Aradan çok geçmeden Kazım abinin merdiven boşluğuna düşerek ölmesi aile içindeki stres faktörlerini etkinleştirdi ve ardından İkbal ablanın kanserden ölümü geldi. Üç kardeşin  peşisıra bu ölümleri hep kırklı yaşların başlarında olunca kalanların korkuları yüreklere sinsice yerleşti. Kazım abi yokluklar içinde hayatı coşkuyla yaşadı ve onunla “meyhana mukadsi görünür taşradan amma bir başka letafet var içinde” dizelerinin anlamını daha sonraları yaşamaya başladım (fazla uzun sürmedi). İkbal ablanın son günlerinde (tıpkı Nezih abi ile Temmuz 2016 da yaşadığımız İzmir-Torbalı-İzmir seferleri gibi) yolda tık nefes kalan 68 Anadolumla İstanbul’a giderken Bursa taraflarında dikiz aynasında gördüğüm arka koltukta acılarla kıvranma karesi kaldı aklımda (bu son yolculuk oldu)…Bununla çaresizliğin ne demek olduğunu anladım ve bu nedenle Nezih abinin son bir ayındaki felç durumunun aslında acıları yaşamamak, çaresizliği yaşatmamak adına çok büyük bir şans olduğuna inanıyorum. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Bazen (çoğu zaman) bakan göz görünenin ötesindeki mâna alemine erişmiyor ki…En büyük ablayı, Hanife ablayı kanser geç yaşında buldu ve o da binlerce şükür (ve teşekkür) ki sevgili Eray’ın geride bıraktığı itibarı ve sevgi yumağı ile hiçbir sosyal güvencesi olmadığı halde özel bir odada, acı çekmeden, doyasıya vedalaşma olanağı içinde, yavaş yavaş alıştırarak ahirete göçtü. Bize “yokluklar içinde neler yaratılabileceğini” ya da “enginar yemeğinin nasıl özel olabileceğini” ve her koşulda “bakımlı yaşama modeli”ni gösterdi; bizi eğitti. Bize sabrı öğretti. İşte iki kanser ve iki kaza ile yaşama veda eden dört Dörtbudak’lı kardeşin öyküsünde yazabildiklerim ve daha niceleri var yüreğimin kıvrımlarında.

“Sahildeki ayak izleri”ni anımsayın ve zor günlerimizde Allah’ın bizi kucağına alarak sıkıntıları aşmada yardımcı olmaya çalıştığını hiç unutmayın. Yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü