Yaşam Büfesinde “Hayalin Dibi (*)”

“…Bir gün Allah peygamberleri çağırıp sormuş saadet nedir ? demiş. Herbiri kendilerine göre cevap vermişler. Musa: “Arzı Mev’uda(**) gitmektir“. İsa: “bir yanağına vurana diğer yanağını uzatmaktır“. Buda: “Hayatta hiç bir şeye sahip olmamaktır” yollu şeyler söylemiştir. Sıra bizim (peygamberimiz )Muhammed’e gelince “Saadet hayatı olduğu gibi kabul etmektir” demiş… Ne doğru söz. Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ne ona bir şey ilave etmeli ne de bir şey eksiltmeli… Bazı şeyler vardır canımızı sıkar; “Bu neden böyle ? Böyle şeyleri dünyadan kaldırmalı” deriz. Bazı şeyler de mevcut değildir. İçimizden bunların olmasını ister ve hatta bu uğurda çalışırız. İkisi de saçma ve faydasızdır. İnsan denilen mahluk hiç bir şeyi değiştiremez…”

Pusulanın faziletleri ve Kerem’in uykusuz gecelerindeki pusulasının öğretileri

Merhaba

Televizyon izleyemiyorum. Laptopumda film, dizi izlemek de zor; çünkü otururken acı (ağrı demek daha mı doğru) çekiyorum. En iyisi kitap okumak ve uzanırken de okumak için zar zor çatıya çıkıp bir kitap seçtim. Çatıdan inmek çıkmaktan daha zordu. Seçtiğim kitap Sebahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” idi. İki günde okudum. Kitaptan aklımda “Âmâk-ı Hayal” kaldı. Yazımın bir yerinde sözünü edeceğim.

Çeşme’de Eylülün ilk pazarı. Hava daha bir fazla serin ve bugün rüzgarlı. Birkaç gündür evimizde rutin sabah deniz sefası yok. Nedeni havadan çok benim geçmeyen ağrılarım. Buna “ağrı” mı yoksa “acı” mı demek daha doğru bilmiyorum. Hoş, ağrı ile acı arasındaki farkı, varsa aralarındaki ortak çizgiyi bilmiyorum. Internette Ekşi Sözlük çok güzel bir espri yapmış: Öpünce geçmeyene ağrı denir. Neredeyse bir ay oldu ve belimden başlayıp sol bacağımın dizine kadar yayılan ağrı gün geçtikçe azalacak yerde yerleşti; süreklilik kazandı ve moral bozucu olmaya başladı. Doktor çocuklarım Eray ve Özgen ve aile dostumuz Doktor Salim “gak guk” demeye kalmadan her an hekim elleriyle yanımda olmasına rağmen kimi zaman “daha önce de yaşadım; bu kadar sürmezdi… Acep !” demekten geri kalmıyor zihnimin derinliklerinde boy göstermeye çalışan bilinçaltım (ve dur demek kolay değil). Sözcüklerle ve sessiz kalışla “şükür ve şükran” duyuyorsam da kimi zaman “sessiz çığlıklarım” duyuluyor gözlerimden Nezuş’un yüreğine akan ve yeni arayışlar oluşuyor yazımın girişindeki insanoğlunun çaresizliğine rağmen (>predispozisyon)… Daha önce de yaşadım; bu da geçer !

  • 2006 Yaz sonu

İsviçre’de yeni bir öğrenme yolculuğu öncesinde çatıda çalışıyorum. Çeşme çatı benim “oyun odam” gibi; çoğu kez kendimi dinlediğim ve anılarımın somut görselleriyle başbaşa kaldığım bir yer. Bazen de sessizlik içinde, hafif bir müzik eşliğinde çalıştığım ya da yazarak bir şeyler üretmeye çalıştığım bir yer. Çatının ön ve arka kısmında iki ayrı bölme var. Ön taraf daha yüksek tavanlı ve rahatça ayağa kalkabiliyorum. Arka taraf ise daha çok depo, arşiv odası gibi ve tavan yüksekliği bir metre kadar. Ancak çömelerek girip birşeyler aradığım ve kısa süreli girdiğim bir bölme. Onbeş yıl önceydi. Birşey almak için arka bölmeye girdim çömelerek ve aradığımı bulunca alçak tavanı unutup normal hızımla ayağa kalktım. Kafamı şiddetle tavana vurup aynı hızla kıç üstü yere oturdum. İlk anda bir şey hissetmedim. Bir hafta sonra sevgili İrfan’la birlikte İsviçre’nin çok güzel bir banliyö kasabasında “SSTC Yenileme Eğitimi”ne katıldığımda boyun ve sağ kol ağrısından kıvranıyordum. Öylesine güzel bir ustalık yolculuğu adeta eziyete dönmüştü. Farklı ülkelerden seçilmiş sekiz kişiydik ve bu kez öğrenme yolculuğuna 1987 yılındaki “kurşun kalem satışı” ile değil Shakespeare’e Hamlet’i yazarken kuş tüyünden kalem yerine dolma kalem satmaya (daha doğrusu kullandırmaya) çalışıyorduk. Mesaj 1987 deki orijinal SSTC ile aynıydı. Shakespeare neden teklifi kabul etsindi ki ? Onun satın alma dürtüsü (kabul faktörü; motivasyon nedeni) ne olabilirdi ? Böylesine güzel, keyifli, göl kenarında mükemmel bir açık pencereli öğrenme odasında ve gölün karşı kıyısındaki nefis şaraplı geceye rağmen ağrılarım bazen öylesine şiddetleniyordu ki kolumu masanın altına sokup da kıvranırken eğitmen “bu yaşlı adam ne yapıyor ?” diye sorgulayan gözlerle bana bakıyordu. O yılın Prag’taki toplantısında “Yurttan Sesler” diye yurt turnesine çıkıp CINOS’lu tüm çalışanlarıyla yaptığım video kayıtlarından oluşturduğum filmi sunarken “iki kel ve iki kıl” dan mesajlar vermiştim. Kellerden biri bu SSTC öğrenme yolculuğunun eğitmeni (Dr.RD) diğeri de “Kendinizi Uyandırmak” isimli seminerine katıldığım Robin Sharma idi. Kılların kim olduğu şimdilik aramızda kalsın. İsviçre dönüşü ağrılarım artınca oğlum Eray’ın çok sevdiği ve bilgi ve deneyimine güvendiği rahmetli hocası Prof.Dr.Nurcan Özdamar’a gittik ailecek. Radyolojik verilere baktı; muayene etti ve ağrıdan şikayetlerimin derecesini görüp “sen şimdilik git; ağrılara dayanamıyom dediğin an gel seni ameliyat edeyim” diyerek beni geri gönderdi. Bir hafta sonra ağrılarım (yeşil reçeteli ağrı kesiciye rağmen) dayanılmaz olunca ameliyet için gün almaya karar verdim. Ve bir gün sonra “mucize“; ağrılarım birden sıfırlandı (bu sıfırlamak sözcüğünü daha sonraları hiç sevemedim). Yaklaşık bir aydır şimdi de bir mucize bekliyorum. İşte bu ağrılı 2006 yılından bir yıl önceydi. Mayıs ayının bir haftasını Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki bir şatonun gün ışığı gören salonunda “konuşma halkası” içinde “Johari Penceresi”ni öğrenmenin şaşırtıcı derecede yüksek hazzını yaşıyordum. “Çerçeve Çalışmaları / Deep Diving” denen “F2” ile başlayan yeni bir öğrenme yolculuğunun ülkeme uyumlu kılınmış türevleriyle Düzce’den Çorlu üzerinden Adana’ya uzanan ve Çeşme’de odaklanan uygulamalarında “İlaç&Tohum Bütünleşmesi“nin ilk adımlarının atılmasında rol alıyordum. Etkili olmak ve akılda kalmak adına üç sembol ağırlıktaydı: Pusula, Ayak izleri ve Saat. Yazıma görsel olarak “Pusula“yı aldım ve pusulanın dört yönüne dört emri ekleyip arşivimdeki fotoğraflarımdan görseller koydum. Bunlardan tek slaytlık ve çok animasyonlu bir set hazırlayıp bunu mp4 e çevirdim. Başına ve sonuna her zaman olduğu gibi oğlum Kerem’in “Fark Yaratan Şirketler Paneli“nin kapanış konuşmasından birkaç kare, mesaj ekledim.

  • 2010 Kış Sonu

CINOS süreci tamamlanmış ve emekli olmuştum (2009). “Akıllı Büyüyerek Gelişmek” isteyen bir şirketin danışmanı olarak ikinci yılım başlamıştı. Türkmenistan’da “road-show / gösteri” yapacaktık. Dört eyalette Türkmen Tarım Bakanlığı otoriteleriyle seminerler düzenleyecektik. Herşey tamamdı. Ben buğdaycı, sevgili EH de pamukçuydu sahnede. Patron (FE) Türkmenlere sevgili EH i “profesör” diye tanıtıyordu ki ben de o durumda “ordinaryus” oluyordum. Gerçi benim “4E” gibi kavramsal yaklaşımlarımı sevmiyordu patron; ama ben yine de bildiği okuyordum. Şubat aynın başıydı. Uçak biletleri alındı. Yola çıkmazdan bir hafta önce oturma odasındaki ağır divanın yerini değiştirmek için “tut şunun ucunu” sözleriyle yüklenince “çat ! (ya da “çıt”)” sesi ile bükülüp kaldım. Geçen sefer “boyun” derken bu kez “bel”e vurdu ve “bel altı ağrılar” sadece sabaha kadar TRT Nağme dinleyerek yürümekle geçirdi uykusuz gecelerimi… Oturmak, yatmak ne mümkün. Sağ ayak baştan uca ağrılar içinde kaldı. Öyle ki oğlum Eray’ın hastanesine gitmek için Bursa’dan gelip beni arabasının arka koltuğuna yatırarak Aydın’a götüren oğlum Ümit’in yardımı bile beni güvenlik kulübesindeki masanın üstüne atmaktan öteye götüremedi acının şiddeti. Ve acılar dayanılmaz olunca yine rahmetli Prof.Dr.Nurcan Özdamar hoca ve yine ameliyat kararı aşamasına gelip de bir gün sonra sıfırlanan ağrılar. Türkmenistan’daki ilk seminere katılamadım. Diğer üçüne gittiğimde ağrılarım henüz sıfırlanmamıştı ve benim için oradaki etkinlikler de ayrı birer güzellikti. Bu şirketteki beraberlik için bir yıllık süre çizmeme rağmen 28 ay sürmüştü. Ta ki Temmuz 2011 de Kırıkhan’daki bir pamuk tarlasında 47 derecelik sıcaktan bir ağacın altına sığındığımda kendime sorduğum “Ne işin var senin burada ?” sorusundan sonra pusulada “gerçek kuzey ilkesi“ni bulup Çeşmeli olmuştum. Asıl önemlisi “NKM (Netsgilli Koordinatör Mustafa)” olarak “bilginin zekatını verme hazzı“nı yakalamıştım. Aslında iki yıl önce (2009) yılında başlayan bu Netgilli beraberliği 2011 den bu yana “L4 (Leave A Legacy / Bir miras bırakmak)” adına “dört temel ihtiyaç“tan biri olan ve özellikle yetmişinden sonra “yaşam gölünün karşı kıyısı” görünürken insana daha bir fazla keyif veriyor bel ya da boyun ağrıları olsa bile.

  • 2021 Kış ve Yaz Ortası

Tekrar Nizami’den aynı söz “canı can vererek satın almamışsın ki kıymetini bilesin“. Yıl başında komşu Hüseyin’in yuvarlak, beyaz masası gözüme plastik gibi göründü ve “Ya Allah !” diyerek omzuma almaya çalışırken arızalı bel hafifçe çıtırdadı. Tanıdık ağrılarla bir hafta cebelleştim ve hafif geçirdim. Ağustos ayının başında; hiç bir şey olmamış ise de bir şeyler oldu mutlaka ki (kabuğuna çekilen Ali İhsan ne yapıyor acaba ?) bir sabah deniz kenarından dost Kamuran’ın omuz desteği ile arabaya dönebildim. Bu kez sol ayaktan vurdu bel fıtığı ve MR gösterdi ki sadece fıtık değil esas dert “dar kanal”mış (https://www.erkankaptanoglu.com/omurga-cerrahisi-hastaliklari/belde-dar-kanal.html). Henüz güç kaybı ve karıncalaşma gibi ek belirtilerim yok ağrılarım dışında ancak bir aya yakın zamandır değişmeyince ağrılarım hekim tavsiyesi ile tedavimin içine giren kortizonlu iğnelerle de tanıştım; hem de belimden (Nedense aklıma rahmetli Fahrettin Kerim Gökay geldi ki rahmetlinin kendisi İstanbul’da valiyken asayişi sağlamak için “bel kemiğinden su almak“la ünlenmişti). “Aman kötürüm kalır mıyım ?” diye ara sıra yürüme alıştırmaları yapıp da aile hekimlerimi kızdırıyor isem de belki de 76 yılın getirdiği dayanma gücü azalması nedeniyle “acaba başka bir illet olabilir mi ?” sorusunu bile soruyor aklım kendi kendine. Yine de şükür ve şükranla yola devam derken laf aramızda; yürümüyorum, yürüyemiyorum ve yeme içmem, iştahım yerinde… Düzenli ve kayda değer yemek yiyorum. Bir vakit önce 64/62 kilo ağırlığında yola devam ederken bugün 60 a çakılıyım. Demek ki neymiş…! Her neyse !

Pusulanın Faziletleri (ve Vehbi’nin Kerrakesi)

Gelelim “Vehbi’nin Kerrakesi (***)“ne… Hoppala ! Nereden çıktı şimdi bu deyim ? Yazımın içeriği (güncel ağrılarımın geçmişi) ile ekindeki “Pusulanın Faziletleri” arasında herhangi bir bağ var mı ? Ben bile kendime bu soruyu soruyorsam demek ki yok ! O halde şu benim 1994 de “Rücû Şiirleri” ile tanıdığım Sümbülzade Vehbi Efendi‘nin kerrakesinden de biraz söz etsem iyi olacak.

“…Vehbî’nin Kerrâkesi” konusunda çeşitli rivayetler ve farklı anlatımlar vardır. En yüzeyseli, kadınlara düşkünlüğüyle bilinen Vehbi Efendi’nin, Zağra kadısı iken, bir kadının evine gittiği, ahalinin durumdan haberdar olunca evi basmaya kalktığı hikayesidir. Buna göre, evin basıldığını anlayan Vehbi Efendi, kadının feracesini giyerek kaçar. Onu kadın feracesiyle koşarken görüp, bir anlam veremeyen esnaf, daha sonra işin aslını öğrenince “Anlaşıldı Vehbi’nin kerrakesi” der…

Gerçek olduğuna daha çok inanılan bir diğer söylence ise şöyledir: Bir gün padişah III. Selim, çok acele Sünbülzâde’yi saraya ister. Kendisini almaya gelenlerden, saraya ne için çağrıldığını öğrenemeyen ve yazdıkları nedeniyle sürekli şikâyet edilen bir kişi olduğundan, paniğe kapılan Vehbî Efendi, Padişahı bekletip, hiddetlendirmemek için aceleyle giyinir. Huzura çıkıp, etek öperken, padişah gülmeye başlar ve kendisi de iyi bir şair olduğundan şu dizeyi irticalen söyleyiverir. “Ne anlaşılmaz bir muamma Vehbi’nin kerrâkesi.” Üzerine göz atınca, aceleden hanımının feracesini giymiş olduğunu fark eden Vehbî Efendi ise şu kafiyeli cevabı verir: “Aceleyle cübbe olmuş hanımın feracesi” Bu deyimi kimileri “Anlaşıldı Vehbi’nin kerrâkesi, züğürtlükten cübbe oldu hanımın feracesi” diye de kullanır. Her ne halde söylenmiş olursa olsun günümüzde görüntüsü ile varılan noktası, yani amacı birbirini tutmayan işler için kullanılan bir deyim haline gelmiştir bu özdeyiş (***)…”

Şimdi Vehbi’yi unutup “Pusulanın Faziletleri“nden söz edeyim. Bunu da 2005 yılında “Omurgalı Liderlik Modeli“ni öğrenip öğretmek için yola çıkıp da SSTC gibi fazlaca özümseyerek, özdeş kılarak yolda kendimi kaybetmemek için elimden eksik etmediğim ve sevgili oğlum Kerem’in panelde kendisi için elinden düşürmediği “Uykusuz Gecelerdeki Pusula” olarak açıklamaya çalışayım.

İşin esasını sevgili İzgören bir dakikalık video kaydında ne güzel söylemiş (https://www.facebook.com/watch/?v=1628561340490288). “Alis Harikalar Diyarında” iki yol ağzına gelen Alis’in sorusuna tavşanın verdiği yanıt bana pusulanın önemi ve anlamını çok net anlatıyor: “Nereye gideceğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin hiç bir önemi yok”. Bu nedenle özellikle 2005 yılından sonra pusulanın dört yönünde bana yapılan dört uyarıya, dört emre uymak için çaba gösterdim elimden geldiğince. Neydi bunlar ?

  1. Kuzey: Yönü belirle (Set Direction: SD);
  2. Güney: Sonuçlarla yönet (Drive Results: DR);
  3. Doğu: Üst sınırı oluştur (Creating Edge: CE) ve
  4. Batı: Potansiyeli açığa çıkar (Liberate Potential: LP)

Ve bunların üstüne 1960 lardan, 2000 lere; İzmir Atatürk Liseli aşık öğrenci MC den Nevşehir’de traktör üstünde Kırmızı Tulumlu MC e; Enstitülü yılların siyah beyaz görüntülerinden CINOS’un renkli dünyasındaki Kuzey-Güney hattındaki “Hayatta kalmak / Ayakta kalmak; Rekabet edebilmek / Oyunu kuralına göre oynamak ve Büyüyüp / Gelişmek” adına etkin network içinde kalabilmek olan “DOD1 (Do Or Die)” den; Doğu-Batı istikametinde “sınamazsan gücünün sınırını bilemezsin; güç sende” diyerek kendini gazlayıp üst sınırını bulmak için kendini sorgulamak ve buna içindeki potansiyel gücü açığa çıkarıp da “neden yapayım abicim ?” sorusuna vereceğin doğru yanıtla etkinleştirilmiş oto-motivasyonla yola revan olmayı ekleyince “Vehbi’nin Kerrakesi“ni görmenin yaşam büfesi önündeki yarışta veya bugün seksene yaklaşırken karşı kıyıya attığın kulaçların seni nerelere, nasıl götürdüğünü anlamadan ne demek olduğunu anlarsın (Woow ! Ne cümleydi ama ! Daha sonra kısaltmalıyım. DOD2: Farkındalığını geliştirip, değişip dönüşerek kendi kulvarını yaratmak) … Ne var ki; yine de yapmayı, bir şeyleri değiştirme çabanı sürdürürsün, “hayalin dibi”nde “insan oğlu hiçbir şeyi değiştiremez” dese de yıllar önce Filibeli Ahmed Efendi. Yaşlandıkça hızlandığını ve azalan manevra kabiliyeti ile hangi duvarlara tosladığını ancak çarptıktan sonra görebilirsin; tıpkı şimdi yaşadığım dar kanallı, bol fıtıklı ve siyatikli ağrılar gibi. Avunduğun ise pusulanın dört yanına eşleştirip yerleştirdiğin fotoğrafların seni sürüklediği anıların hazları olur ki buna da şükür. Kaldı ki; büyük oğul hemen her sabah kahvaltımıza gelip hem emekle hem de içindeki çocuğun renkleriyle bize neşe katıyorsa; ve üstelik akşam üzeri de gelip elindeki LA Chardonnay ile bir de keyfimizi duble kılıyorsa; ortanca oğul onca yorgun günlerinin hemen her fırsatında hem oğul hem de hekim olarak yanımızda oluyorsa; küçük oğul şu an Karadağ (Ohrid) da başkanı olduğu KSK in başarısını yapılandırmak için uğraşırken tee oralardan sesindeki sevgiyle bize yetişiyorsa daha ne ister insan… Binlerce şükür.

Belimden yayılan ağrı izin verseydi, pusulanın dört yönüne yerleştirdiğim anılarımın mesajlarını da seslendirecektim. Olmadı. Dayanamadım. Yatmalıyım. Bir başka sefere inşallah. Sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü


(*): Âmâk-ı Hayal (Şehbenderzade Filibeli Ahmed Efendi): Hayalin derinlikleri (https://www.youtube.com/watch?v=L0LxnjQnCDE)

(**): Arzı Mev’ud (Kutsal topraklar; Vaadedilmiş Topraklar)

(***): Vehbi’nin Kerrakesi: Kerrâke sof ve yün karışımı ile yapılmış bir resmî giysidir Devlet-i Aliyye’de. Kadılar gibi uzun süre oturarak görev yapanlar, bu giysiyi rahatlığı açısından tercih ederler (https://www.akdenizgercek.com.tr/ziya-nur-sezen-yazilari/nedir-bu-vehbinin-kerrakesi-diyenler-icin)