Yaşam Büfesinde “Sabah Notları”

ve “… Biraz sonra Gölmarmara’ya doğru yola çıkacağım. Bu hafta size bir dostumdan, arkadaşımdan, can yoldaşımdan bahsetmek istiyorum: Prof.Dr.Lâtif Çağlayan. Çocukluğumuz, okulumuz, Erzurum’da 24 ay askerliğimiz hep birlikte ve sadece sevgilerle geçti… O, benden çok daha dürüsttür. Ancak o şimdi çok hasta ve ben çok üzgünüm. İşe sığınıyorum. Eray gelsin de bana yaklaşımda yardımcı olsun diye bekliyorum…”

Merhaba

Geçen gün sevgili arkadaşım Hayrettin Selçuk bir dvd gönderdi Onaltı yıl önce Kuşadası-Pine Bay Otel’de kutladığımız 25 nci yılın video kayıtlarını paylaştı. Biz 68 liler pek vefakar çıkmadık. Ancak 25nci yılda o da rahmetli Lâtif’in çabalarıyla gerçekleşti. Allah razı olsun. O kayıtlarda Cihan’ı gördüm. Cici Başkan’la aynı masayı paylaştığımızı gördüm. Fatoş’la uzun uzun dans ettiğimi gördüm. İçimi hüzün kapladı. Çeşme çatıdaki çeyizlerime döndüm. Sabah notlarımı, duvar yazılarımı aradım. Yukarıdaki satırlar ekteki pdf sayfasında devamını göreceğiniz gibi sevgili Lâtif’in çok hasta olduğu son günlerinde yazdığım duvar yazısının giriş kısmı. Onbeş yıl önce çiçeği burnunda bölge müdürüydüm. Kriz (1994) tüm ağırlığıyla bastırmıştı. Bir toplantı salonunu bölüp farmaya sığınmıştık. Gün ışığı görmüyorduk.

beklemek-sanati-22041994-pine-bay

Önce yazımın başlığı olan “sabah notları”na değinmek istiyorum. O yıllarda yaptıklarımın anlamını yıllar sonra İstanbul’da Robin Sharma‘nın sohbetinde anlayacaktım. Yukarıdaki satırları 22 Şubat 1994 günü sabah 05.30 da yazmışım ve sevgili İbrahim’e destek olabilmek için Gölmarmara’dak sorunlu müşterimize doğru yola çıkacaktım. Gelelim sabah notlarına:

Robert Cooper ve Ayman Sawaf “Liderlikte Duygusal Zeka” isimlki kitaplarında “sabah notları” başlığı altında şöyle yazmışlar: “…Duygusal olarak kendinize ne kadar dürüst olabilirsiniz ? Bu yönünüzü ortaya çıkarmanın en iyi yollarından biri, aklınızdaki kötü düşüncelerden ve kalbinizdeki şüpheden uzak bir biçimde her sabah kendinize birkaç dakika ayırmaktır. Bu nasıl olabilir ? “Sabah notları” için normalden beş dakika önce kalkın. Her zaman oturduğunuz yere oturun. Kendinizi dinleyin. Kalbinize dönün ve rastgele birkaç sayfa birşeyler yazın. Böylece duygusal dürüstlükle yazmış ve Stanford İşletme Okulu’ndan M.Ray’ın “yargının sesi” olarak tanımladığı içsel eleştiri ve zeka eleştirisi yöntemini uygulamış olursunuz. Burada önemli olan yazmaktır. Ne hissederseniz hissedin yazın. Sıkıcı ve yorucu bir toplantı veya iş günü, yaptığınız şeyle duyduğunuz heyecan veya yeni bir proje hakkındaki umut… Elinize bir kalem almak, duygu ve düşüncelerinizi anlamanızı kolaylaştırır. Bu eğlenceli bir şeydir: El yazınız kalbinize bağlanmış gibidir…”

Ekteki duvar yazımın başlığı “beklemek sanatı“. Yazımdaki büyük olasılılkla Nüvit Osma‘nın “İnsan Mühendisliği” kitabından esinlenmişim ve satırların devamı şöyle:

“… Alman şairi Schiller der ki “Dünya ihtiyarlar, sonra gene gençleşir; insan daima daha iyiyi ümit eder ve bekler”. Ben de bekliyorum. Hepimiz bekliyoruz. İnsan hayatı sürekli bir beklemedir. Çocukken genç olmayı bekleriz. Akşam olur, ertesi günü bekleriz. Hasta oluruz, iyi olmayı bekleriz. Canımız sıkılır, mutsuzluk içindeyizdir ve gelecek mutlu günleri bekleriz. Kış soğuk geçer, ilkbaharı bekleriz. Yaz kurak olur, yağmuru, sonbaharı bekleriz. Sevdiğimiz birinin gelmesini bekleriz. Aynı zamanda sevmediğimiz birinin de gitmesini… Genellikle istasyona kanter içinde koşan ve saatlerce trenin gelmesini bekleyen insanlara benzeriz. Boş yere yorulur, acele ve telaş gösteririz. Bütün heyecanımız yollarda geçer. Kervansaraya vardığımızda  dinlenemeyecek kadar yorgun, düşünemeyecek kadar bitkin ve etrafımızdan zevk alamayacak kadar bıkkın oluruz. Neden ? Çünkü “beklemek” denen o güç sanatı bilmiyoruz. Beklemek bir ümidin ifadesidir. Biz insanların yaşamak için, yaşamaktan zevk alabilmek için bekleyecek bir şeye ihtiyacımız vardır. Beklemek bir doğa yasasıdır. Herşey zamana bağlıdır. Toprağa ekilen bir tohumun bir gelişme süreci vardır. Beklediklerinize kavuşmanız dileğimle sevgiler sunuyorum…” diye yazmışım.

Nedendir bilinmez Çeşme-Çatı’da bu anılara dalıp gittiğimde Nasrettin Hoca‘ya takıldı aklım. Ustaların bilgi dolu testileri varmış da bizim fincanlarımıza biraz dökeceklerini umarak onların dizleri dibine oturmamız gibi görünürdü öğrenme çabalarımız bir zamanlar. Nasrettin hoca öğrenmenin bu şekliyle hep dalga geçmiş; hazmedilmiş deneyimlere hep önem vermiştir.  Peter Hawkins‘in gözüyle ve liderlik arayışındaki Nasrettin Hoca’ya. “Öğrenmenin Doğası” başlığında iki yıl önce kurumsal akıl arşivi için bireylerin tekelindeki bilgilere sahip olma çabalarımızı anımsadım. Bir piramid çizmiştik. Tabanında “veri”ler vardı. Tepesinde ise “bilgelik”. Ne kadar ilginçtir ki P.Hawkins’in “The wise Fool’s Guide the Leadership” isimli kitabında da benzer piramidi gördüm. Orada da öğrenme hiyerarşisinin farklı unsurları arasındaki farkı anlamanın önemine değiniliyordu ve sıralama şöyleydi:

  • Bilgelik
  • Kavrama
  • Bilgi
  • Haber
  • Veri

ve “bilgesizlik bilgi, yakılmamış bir muma benzer” diyerek gerçek öğrenmenin eninde sonunda fitili yakmayı ve bildiğimizi sandığımız şeyleri ateşe vermeyi gerektirdiğine dikkat çekiliyordu. Bunun en dürüst yolu da sabah notlarında kendinizle hesaplaşmak. Yapabilene ne mutlu !

Öğrenme yolculuklarınızda gününüz hep aydınlık olsun.

Öykücü (mustafa@copcu.com)