Yaşam Büfesinde “Otorite Figürleri”

“…Hayatında önemli başarılara imza atmış, kariyerinin zirvesinde olan bir iş adamına gazeteci “Başarının sırrı nedir ? diye sordu. Adamın cevabı çok kısaydı: “İki kelime”. Gazeteci Peki nedir o iki kelime ? diye sorusunu sürdürdü. İş adamı “Doğru kararlar” dedi. Gazeteci “Peki doğru kararlar nasıl alınır ?” diye sorusuna devam edince “Bir kelimeyle” dedi iş adamı. “O nedir peki ?” İş adamı “Tecrübe” dediğinde “Peki bu tecrübe nasıl elde edilir ?İki kelime ile “dedi iş adamı. Gazeteci O iki kelime nedir ?” diye son sorusunu sordu ve aldığı yanıt “Yanlış kararlar” oldu…”

 

Fırtına Hayali: Beyin Fırtınası (2008) dan seçmelerle, Biyoteknoloji Günleri (2009)’ndeki mesajların karmasında hayalleri TOMBUL’laştırabilmek

Merhaba

Bir hafta önce iki mail attım hiç tanımadığım birine, tanımak / tanışmak için. Nasıl tanıyacaktım ? İletişim tarzını görmek istedim. Neyi vesile ettim ? Kurumsal yapıda yine yeniden değişiklik, eskiye dönüş sinyallerini görmüş olmamı. Yeniden kuvvetler ayrılığına dönüş yapmaları beni neden ilgilendiriyordu ki ? Bugünkü yapının oluşturulmasının öncüllerini yaşadığım için merak ettim. Merak kediyi öldürürse de kedi değildim ve askerliğimi yapalı da çok olmuştu. Bu nedenle merak duyuyor olmaktan endişe hissetmedim. Böylesi kritik kararların alındığı andaki “Otorite Figürleri”ni düşündüm. Önceki iki değişimin arifesinde birer “Beyin Fırtınası” yapılmıştı. Bu kez de yaptılar mı acaba diye bir diğer merak sorusu oluştu zihnimde. Bu soruya bir yanıt aramıyorum. Senelerce senelere evveldi; bir deniz ülkesinde tatlı bir kız yaşardı…

Yirmi iki yıl önceydi; 1999 yılı başlarında Antalya’da toplanmıştık. Yıl sonunda başımıza ne geleceğini tahmin bile etmiyorduk. Üç yıl önce iki İsviçreli kimya şirketi birleşmiş ve Cİ’ler ve SA’lar NO’laşmıştı. Kardeş gibiydiler ama gerçek anlamda sanki “Düşman Kardeşler”di. Düşmanlık, oluşumlarında vardı ve DNA’larına işlemişti. Kırıcı bir rekabet bile onlara zarar veremezdi kendilerinin kendilerine verdiği zarar kadar. Bu nedenle olsa gerek üç yıl sonra bile yeni şirketin kimyası oluşmamıştı. Çünkü oluşumlarında fauller vardı. Sular durulmuyordu. Buna çözüm arayan iki otorite (Üsküdarlı Tilki) Antalya’da birlikte sahneye çıkmıştı. İkisi de İstanbul’da Boğazın serin sularına bakarak Malabadi Köprüsünü geçmeye çalışan saha elemanlarına destek oluyorlardı. Onların tuzu kuruydu (!). Ancak taşın sert olduğunu ve ateşin yaktığını konfor alanlarından çıkarak anlamaları gerekiyordu. Bu konuda birazcık sesimiz yükseldiğinde “Bizi yönetici yaptıklarına göre biz doğrusunu biliriz” diyorlardı (en azından benim tanıdığım birisi). Verimlilik artışı için onların dertleri birleşmek değildi. Birleşmekten çok sahradaki çalışmalarda, özellikle satış kanallarında “Bütünleşmek (Integration)” istiyorlardı. Saha elemanları ise bunun olanaksızlığını söylüyorlardı. Çünkü iki bölümün hem çalışma prensipleri farklıydı hem de dağıtım kanallarındaki hedef müşterileri seçmedeki ölçütleri. Örneğin mısır üretiminin önemli merkezlerinden olan Çine’de tohumun ana bayisi ile ilacın ana bayisi birbirinden dünyalar kadar farklıydı. Tohumun ana bayisi Zahireci Hasan, ilacın ana bayisi “İlaççı Hasan” idi. Seçimler işin doğasına göre çok doğruydu. İlacı Zahireci Hasan’a sattıramazdın. Tohumu İlaççı Hasan’a verirsen satılanın yarısını bile satamazdı. Otoritelerin sahneye çıkması güzeldi ama sonuç sıfırdı. Ben de fırladım sahneye; yine alt otorite figürlerini kızdırarak. Amacım zorlamaktı ve öyküm de “Kurbağa Fredy” idi. Bir ay geçti geçmedi ilk “Beyin Fırtınası”nı yaptık. Şu görüşler öne çıktı:

*Çok maaş alıyor; genel müdürün işine son verelim.

*İstanbul çok masraflı; şirket merkezini İzmir’e taşıyalım.

*Kapatılmış olan Mersin bölge müdürlüğünü tekrar açalım.

Yapalım mı, yapmayalım mı diye düşündüler mi bilmiyorum. Yıl sonuna geldiğimizde NO’giller, ZE’gillerle birleşip “SYN’giller” oldu. Mevcut “Otorite Figürü” yanlış kararlardan doğru kararlara ulaştıracak deneyime sahip olmasına rağmen İstanbul’un konforundan vaz geçemedi. Az gittik, uz gittik ve sonunda İzmir’in Bornova’sında kendimizi bulduk. Genel müdürü işten atmadık ama yenisi ile değiştirdik. Bir süre işler iyi gitti. Yeni “Otorite Figürü” hızla çıktı basamakları. Yerine yabancı biri geldi. İçecek sektöründen olduğu için reklam ve totem meraklısıydı. Çantasındaki bir tutam barutu çok çabuk harcadı (gibi geldi bana). Oradaki son sonbaharımda ikinci bir “Beyin Fırtınası” içinde bulundum. Bunu videoya kaydettim. Yedi grup vardı. Her biri üçer dakikalık sunum yaptılar ve hemen hepsinde baskın olan görüş:

*İç iletişimin geliştirilmesi ve

*İki bölümün birleşmesi idi.

İç iletişimleri nasıl gelişti bilmiyorum ama en azından dış iletişim konusunda bir fikrim olur diye yeni otoriteye iki mail attım birer gün arayla ve beklemeye başladım. Beklerken aklımdan “Aybarsvari hızlı bir yanıt” mı yoksa “Özbeksvari Sessizlik” mi oluşacak sorusu geçiyordu. Bunun açıklamadan önce iki bölümün yeniden ayrılmasının gündemde olduğunu gördüm. Hangisi doğru, hangisi yanlış karardı ? Ayrılmak mı yoksa birleşmek mi ? Yoksa ikisi de değil ve bu gelgitler aslında sadece bir “Hawthorne Etkisi” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Hawthorne_etkisi) için yapılanlar mı ?

İznini dolaylı olarak alarak mail gönderdiğim Bay MM beni tanımaz; ben de onu. Ancak içinde 24 yıl yaşadığım ve anılarımı “Öykülerle Öğrenmek” adına “Storyteller (Öykücü)” adını verdiğim blogumda dillendirdiğim için bu değişime merak duymakta kendimi haklı gördüğüm için yine burnumu soktum. İnsan oğlu başını derde sokma eğilimindedir. Şimdi gelelim iletişim açısından ilk izlenimime. Arif olanın anlayacağı biçimde bir örnekle konuya gireyim.

Ben İbrahim beyi İzmir Ticaret Odası’nın bir seminerinde tanıdım. Yaptığı sunuma ilgi duydum. Ertesi gün kendisine bir mail atıp sunumunun tümünü benimle paylaşmasını istedim. İletimi gönderdiğimin akşamında beklediğim yanıtı ve eklerini aldım. Kendisi Oyak-Renault’un genel müdürü idi. Ben bu hızlı yanıta İbrahim beyin soyadını düşünerek “Aybarsvari” dedim. Beni önemsedi; bana değer verdi. Hem yanıt verdi hem de materyali paylaştı. Sunumunda da öyle demişti: “Benim inbox’ımda (maillerin gelen kutusu) hiçbir ileti ertesi güne yanıtlanmamış olarak kalmaz” demişti. Demek ki sözünün eriymiş; ya da söylem ve eylem bütünlüğü tammış. Şimdi diğer örnek; en kritik, en zor zamanları birlikte paylaştık. On beş yıla yakın birlikte çalıştık. Günlerin telaşında aynı mekanda çalıştığımız halde birbirimize bakıp da görmediğimiz anlar oldu. Bu nedenle benim odamdan on metre ötedeki bir diğer odada oturmasına rağmen yazılı iletişimle mail attığım anlar oldu. Kimi zaman kapalı uçlu bir soruydu ve beklentim “Evet” ya da “Hayır” idi. Bazen de seçmeli bir soru idi. Bazen aradan on gün geçti ve ses çıkmadı. Ben de sabırla ve inatla bekledim. Kafeteryadaki sabah keyfinde bir gün dayanamayıp sorduğumda cevabı aynen şöyle oldu: “Benim inbox’ımda yanıt bekleyen üç yüz ileti var. Okuyup cevap verecek zamanım yok”. Böylece kendinin ne kadar önemli olduğunu anlattı. Ve bu hafta gördüm ki Bay MM de sessizlik responsu ile önemli bir kişi. Yolu açık ve aydınlık olsun.

Sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü