Yaşam Büfesinde “Kendi Gelen”

“…Mercimeğin başetme gücü düşüktür. Yerleştirildiği toprağın besleme gücü düşüktür. Su yetmez, yağmur az düşer ve büyüme gücü düşüktür. Bünyesi zayıftır; dayanma gücü düşüktür. Sahibinin zor çevre koşullarında mercimeğe ilgisi düşüktür. Mercimeğin işi zordur. Bu da yetmezmiş gibi geçen yıldan kalan Buğdayla başı derttedir. Ekildiği yıl beklersin buğday gelişsin; seni dinlemez bir yıl sonra mercimeğin içinde başıboş gelişmeyi yeğler. Mercimekcinin bu kez de başı buğdayla derttedir…”

Merhaba

Yazımın girişindeki mercimeğin, fırına verilenle türüyle ya da öyküsüyle bu yazımın bir ilgisi yoktur. O masumdur. Zor koşullarda gelişmeye çalışmaktadır. O her zaman yaptığını yapmaya çalışmaktadır. Toprağa ekilmiştir. Bulduğu nemle yetinir. Çimlenir yeryüzüne çıkar. Güneşle buluşur. Yeşilinin gücüyle özümleme yapar. Büyümeye çabalar. Çevre koşullarına karşı korkaktır. Birden yanında buğdayı görür. Mercimekci de buğdayı görür. Daha düne kadar kültür bitkisi olan buğday artık bu koşullarda “yabancı ot“tur. Onu ne mercimek ister ne de mercimekçi.

Bu açıklamadan amacım yazımın başlığındaki “kendi gelen“e varabilmek. İngilizcesini ilk gördüğümde (1970 lerin Enstitü yılları) “volunteer/kendi gelen“i pek fazla dikkate almamıştım. Bir çeviri yapıp bir kenarda bırakmıştım. Daha sonra baktım ki iş ve özel yaşamda öylesine kendi gelenler var ki ev sahibini ( ve sakinlerini) bastırıyorlar. Bunu yadırgamayan üreticiler bile “yabancı ot tarlanın has evladıdır; onu yok etmeden ürün yetiştiremezsin” diyorlar. Aynı zamanda biz bitki korumacılar onlara “yabani ot” demiyoruz; dikkat ederseniz “yabancı ot” diyoruz. Çünkü onu biz o an orada istemiyoruz. Onu orada görmek istemiyoruz. Onu “yabancı” kılan bizim amacımız, hedefimiz. Örneğin bizim mercimeğimiz arasında buğdayı görmek istemiyoruz. Buğdayı yok etmeye çalışıyoruz. Çünkü mercimeğimizin buğdayla baş etme gücü düşük.

Bu kez hem son iki yazımın arası daraldı hem de alışılmışın dışında kısa bir öyküyle başlamadım yazıma. Neden böyle ? diye kendime sorduğumda tanık olduğum telefon konuşmalarından etkilendiğimi anlıyorum. Bugün serinden öteye soğuk sayılacak bir sabah yürüyüşünde Çeşme adada bu konu aklımı kurcalayıp durdu. Aileyi oluştururken zorunlu olan kendi gelenlere baktım. Sevgili Nezuş’un benden çok ilerlerde olan insancıl duygularına takıldım. Salt duygulanmada kalmayıp eyleme geçişlerindeki özverilere çoğu zaman imrendim. Bazen de kızdım. Ellili yıllarda henüz ben çocukken, hatta ablam bile çocukken ailemize giren OSÖ di konuştuklarımıza konu olan. Öyle ki konuşmadığımız zamanları bile işgal ediyor bugünlerde sessizlik sürecinde. Ne zaman ki uzunca süren bir sessizlik ardından konuşma başlasa yine OSÖ in son durumu ve yeğeninin yaptıkları dile düşüyordu. Şimdi Güzelbahçe’de bakım altına alınmış olan OSÖ in ailemdeki altmış yıllık öyküsünün bu hüzün veren son anları Nezuş’u benden çok üzüyordu. Sadece insan olarak birşeyler yapmak ya da yapmamak kıskacında.

Hüznü dağıtmak için yukarıdaki Eskişehir gondol sefasına bakıyorum. Yetmezse yıl başında yükselen umutların baskısında ve yetersizliklerin kıskacında mucize yaratmaya çalışan genç meslektaşımı aşağıdaki görsellerle anımsayıp yaşamıma kendiliğinden gelenlere daha genel bakmaya çalışıyorum.

Ne olacak bu üçlünün durumu ?

Hangi üçlü ? derseniz “mercimek/buğday/mercimekçi” ya da daha genel anlamıyla “istenen/istenmeyen/isteyen” üçlüsü. Ne zaman hangisiyiz ? Ne zaman roller değişiyor ? Hızlı değişimlere hazır mıyız ? Sorular, sorular, sorular. Ay sonunda Aydın’da yeni bir sektörün satışçılarıyla çıkacağımız (MUNC) SSTC Ustalık Yolculuğunun başlangıcı da sorular üzerine kurulacak. Soru sormada ustalaştığımızda sonraki öğrenme yolculuklarımız daha etkili olacak.

Elimde birkaç kitap var. değişimli okuyorum. Bunlardan biri de Patrick Lencioni‘nin “Berbat Bir işin Üç Göstergesi” (http://www.linkageinc.com/thinking/linkageleader/Documents /Patrick_Lencioni_The_Three_Signs_of_a_Miserable_ Job_0807.pdf) kitabıdır. Öykülendirilmiş bir anlatımdır. Konu geçişleri güzeldir. Dili ve çevirisi bize uygundur. Biraz da kendimle özdeşleştirdiğim için daha fazla hoşuma gidiyor olabilir. Bugün Çeşme’ye gidersem aynı kitaptan birkaç tane alıp hediye edeceğim. Patrick bey kitabının sonlarına doğru “mutsuz iş” le “kötü iş” ayrımına özellikle dikkat çekiyor. Mutsuz işi tanımlarken, yoğun olmadığınızda bile enerjinizi tüketen iştir diyor.

Şöyle bir bakıyorum da,

  • Yetersizliklerle mücadele içinde evli üniversiteli baba rolümde 1968 başlarında YSEde gece bekçiliğini zaman zaman devraldığımda sayfası bir liradan mezuniyet tezi yazarken uykusuz geçen geceler zordu ama mutsuz değildim; rahmetli Kemal ve sevgili Erol’un tezlerinden kazandığım yüz lirayla İstanbul’a gitmiştik.
  • Tam mezun olacakken boykota gittiğimiz 1968 yazında el arabasında domates satarken çok zor bir iş yapıyordum. Ama mutsuz değildim; sadece bir hafta sürdüğü için; yoksa işte mutsuzluk ya da mutsuz iş sinyalleri kendini kolayca gösterirdi.
  • Onaltı yıllık Enstitü yıllarımda araştırıcı rolüm, doktora çalışması ve bir de üstüne TÜBİTAK ödülüyle zor yıllarımda her zaman söylediğim “her sevdiğim işi yaptım hem de üstüne para verdiler” sözünde samimiydim; zor günlerim oldu ama mutsuz değildim. Ta ki bir gün TÜBİTAK ödülüne rağmen, Tohum Patolojisi gibi ayrıcalıklı bir laboratuvara şef atanmama rağmen bir şeyler üretemediğimi anladığımda ilk “mutsuz iş” sinyalleri gördüm. Yirmi yedi yıl önce Mayısın başındaki işçi bayramında istifa edip Ciba’ya geçiverdim.
  •  Ciba’lı günlerde de uyum sıkıntıları çektim. AK la iyi EK la gergin olan yedi yıla rağmen, Dr.D.K. le gelgitli İsviçre ilişkilerime rağmen, 1989 da Üniversite dışından doçentliğe erişmenin de heyecanlarıyla zor günleri hep mutlu aştım. On altı yıl önce ilk global birleşmeyi yaşadığımızda başımıza göktaşı düşmüş gibi olmuştuk. Başarının zirvesindeydik. Ezeli (düşman olmasa da düşmen gibi davranan) rakiple birleşmenin apayrı bir anlamı vardı. Kişisel çekişmeler kurumsal beklentileri aşıyordu. Küçük ortak yapılanmasını hep büyükten kaptıklarıyla oluşturmuştu. Küçüğün genel müdürü bir zamanlar büyüğün lojistik müdürüydü. Küçüğün bölge müdürü büyüğün bölge müdürüydü. Küçüğün bölge müdürü büyüğün satış elemanıydı. Kişisel hınçlar çok fazlaydı. Sancılı bir birleşme olmuştu. Üç yıl geçmeden kurumun kimyasının oluşmadığı ve bu birleşmenin hiçde beklendiği gibi 1+1=3 etmediği açıkca görülüyordu. “Mutsuz iş” sinyallerini herkes görüyordu. Yeni milenyumda yeni bir birleşme oluverdi.
  • İngliz-İsviçre işbirliği bu kez global sancılarla başladı. Projeli yaşamın sağladığı avantajları gören otorite bu kez Pazarlama bölümüne çoğu subay onaltı kişi koyuverdi. Aslında bu bir tuzaktı. Sadece geçiş sürecinde birleşmenin beş yıl sürecek ilk evresindeki elemelerde daha fazla seçenek bulundurmak istenmişti. Ancak bu “mış gibi” bile yapılamayan “kuvvetler ayrılığı” prensibinde sadece altı ay dayanabildik. Onaltının dokuzu gitti ve yedi kişi kaldık. İstanbul’dan İzmir’e geldik. Küçüldük. Çalışan sayısı azalırken ciromuz artışını sürdürdü. Bu süreçte Pazarlama Müdürlüğü serüvenim de oldu. Ne günlerdi ! İşte CINOS’un bu son evresinde, biraz daha kalayım diye uydurulan görev (CDM)de ek dört yıl ve salonda görülmeyen rolünde geçen iki ekstra yılda artan kalp ağrılarımla zor olan kimi günlerde bile “mutsuzlaşan işte” mutsuz olmayan algılarımla hep “Mendel neyin babasıdır ?” sözümle “mutluluk nedir ?“sorusuna yanıt ve tanım getirmeye çalıştım. Şimdi bu tanıma iki tane daha ekliyorum.
  • Üç yıl önce Hostcini çatısı altında kendime MASlaşan (Mustafa Artık Serbest) bir rol çizerek yola devam ediyordum. Birikimlerimi SSTC çerçevesine omurgalı bir yapı katarak sürdürüyordu. Önce PLN le modüler bir SSTC ustalık yolculuğu gündeme geldi. Ardından ABG beraberliğinder yine SSTC bazında oluşan birliktelik danışmanlık rolünde 28 ay sürdü. Bu beklentilerimin çok üstüne çıkan uzun bir süreçti. Ne zaman ki Temmuz 2011 de Kırıkhan’da 47 dereceye çıkan pamuk tarlasına ardıma baktığımda birşey kafama dank etti. Öğretilenlerin alışkanlık haline gelmesi için pratikte, müşterinin gerçek koşullarında koçluk uygulamaları yaparken, çukurdan çıkma tekniklerini öğretirken arkama baktığımda gördüğüm manzara ilginçti: İzleyicim yok olmuştu. Çukura onlar adına girip çıkmaya çalıştığımı gördüm. Üst yönetimin üç asına “otorite kimdir ?” diye sordum ve “mutsuz iş” ortamında daha fazla kalmanın yararsızlığı ile ertesi gün de ayrıldım.
  • O süreçte Hostcini’den Netdirekt’e evrimleşiyordu C5 ve arkadaşları. Hızlı yükselişlere tanık olmak, başarıları duyumsamak bana yetiyordu, özellikle Çeşme’nin mükemmel ortamında. Bir de baktım ki eski dostlar beni gelip orada da buldular. Bu kez PLN li ustalık yolculuğumda SSTC öğretileriyle önce moderatör daha sonra da danışmanlık eylemleri uzunca bir süre gündemde kaldı. Ta ki 2012 yılının tohum sektörü için farklı (iyi veya kötü; durumunuza göre) bir görünüm sergilediği koşullarda “günü kurtarmak” öne çıkınca “ustalık yolculuğu” şimdilik ertelenmiş oldu ve PLN beraberliğimde hiçbir “mutsuz iş “sinyali yakalamadan AS gillere odaklandım.
  • Son bir yılda PLN & AS dengesi içinde daha çok ASlaşan çabalarımda eski SSTC ci dostumun kariyer yolculuğuna da katkı sağlayabilmek umuduyla büyüme ve gelişme gayretleri içinde oldum. Ocak 2012 de SSTC Ustalık Yolculuğu ile şekillenen beraberlik danışmanlıkla gelişirken baskı yaratan yurtdışı yönlendirmelerinde ve “yere sağlam basıp” SMART’ik hedeflerle varlığını kanıtlama sürecinde biraz daha “low-profile” da kaldı. Böylesi daha iyi oldu. Böylece son dört yıla sığdırılan dört ayrı beraberliğin hiç birinde “mutsuz iş” sinyali içinde iş yaşamım olmadı. Bu da bana yetti. İnsan yetmişe yaklaşırken de öğrenmelerini etkili olarak sürdürebiliyormuş; hem de gereksiz hiç bir “mutsuz iş” sendromu yaşamadan. Allah herkese böylesini nasip etsin.

Bu öğrendiklerimi de 2006 da İsviçre’de sevgili irfan’la birlikte güncelleyip geliştirdiğimiz  SSTC Ustalık Yolculuğu çerçevesine kattım. “Mutluluk nedir ?” sorusuna istatistikteki khi-kare yönteminin prensibiyle yanıt bulmalarına yardımcı olurken içeriğe iki soru daha ekledim: “Olgunluk nedir ?” ve “Mükemmellik nasıl oluşur ?” Her üç sorunun yanıtını da SSTC Ustalık Yolculuklarına çıkanların kendi kendilerine bulmalarına yardımcı olmaya çalışıyorum. Bu nedenle SSTC Ustalık Yolculuğunun ilk adımını tıpkı Bay Sharma’nın İstanbul’daki seminerinde dediği gibi “awaking yourself/kendinizi uyandırmak” ya da “sahip olduğunuz değerlerin farkına varmak (awareness)” olarak da tanımlıyorum.

Şimdi tekrar bugün beni koşullandırılan kişisel ya da tüm COPCUları ilgilendiren olayların ellili yıllardaki oluşumuna bakayım. Aslında mercimek içindeki buğday benzeri  “kendi gelen“le akıl almaz, mantık dışı gerginlikler yaşadık. Rahmetli babamı sağlığında üzen “ben senden üstünüm” tavırları daha sonra da hep sürdü. Şimdi güçten düşmüş, elden ayaktan kesilmiş birisi için eski hesapları açacak değilim. Sadece bir yerlerde kayda geçsin diye annemin kırkında elimizde kalan lokma kazanı; izin vermedi dökülmesine. Bunu yapacak hangi gücü vardı ? Sadece ablamı üzecek sıkıntımızdan kaçınmak da kazan elimizde geri dönerken. Yetmedi. Üç yıl sonra babamın  ölümünde de yasal yerlere uzanan korku salma gayretine cesaretle karşı koyan ablamı yine üzmekten çekinmemişti kendi gelen. Tıpkı mercimek tarlasındaki buğday gibi. Şimdi insan olarak biz C1 ve C2 ona üzülürken bir de bakıyoruz ki özellikle C4 den tepkiler alıyoruz. Ona da hak vermiyor değiliz. Çünkü Ziraat Bankası müdürünün oğlu sınıf arkadaşı Dr.BT ile OSÖ e gittiğimizde, savurduğu tehditleri anımsayan C4; Hatay’da önümüzde gitmekte olan bej Murat 124 için “şunu geç babacığım çünkü…. hatırlatıyor ” diyen daha o zamanlar yedi yaşında olan C5 için zor günlerdi. Bu nedenle bugünlerde özellikle  C4 den yardım bile istemiyoruz.

Nereden nereye geldi yazım ?

Tanık olduğum telefonlardan yoğunlaştım. Güncel zorunlu görüşmelerden etkilendim. Patrick beyin kitabına tam giremedim. Aklımın gelgitlerinde yazmayı istedim. Yaz bitiyor. Sonbaharı nasıl yaşayıp kışta neleri aşacağımızı kimse bilmiyor.

Mercimek mi buğday mı olacak bize biçilen roller kim bilebilir ki !

Üstlendiğimiz ya da kendi gelen rollerimizin hep hayırlar için aydınlık yollarda geçmesini diliyorum.

Öykücü

NOT: Biraz önce (240920121445) telefonla arayan Prof.Copcu birkaç mesaj veriyor. Bunlar,

  1. Yazılarını dikkatle okuyorum; lütfen “C” leri karıştırmayalım ve ben C4 üm diyor” ki her zaman olduğu gibi haklı ve düzeltiyorum.
  2. Herşeye rağmen yardım istenirse yardımcı olabilirim” der ki “C”lere de bu yakışır (Allah razı olsun).
  3. Bu arada inboxıma düşen aşağıdaki linkle erişebileceğiniz mesaja bakınca gurur duyuyorum; onur duyuyorum ve hep söylediğimi yineliyorum: “Daha ne ister insan !”. Binlerce şükür. Allah onları, hepimizi korusun. http://www.medimagazin.com.tr/academics/tr-prof-dr-h-eray-copcu-75-0-260.html
  4. ve dün Çeşme’ye gittim ve hediye etmek için sekiz kitap daha aldım.