Yaşam Büfesinde “MAN3: Kermenyalısı”

“…Zorlukların karakteri değişse de…(Dr.Ş.S.) > Aslında zorlukların karakteri değişmedi. Karaktersizler karaktersiz zorluklar yarattılar kendi karaktersizliklerini örtebilmek için. Bakalım nereye kadar ? Akıl ve beden sağlığımızı korumamız gerekiyor. İşimiz zor. Yol dikenli. Gücümüz aile yapılarımız…”

 

Dünden bugüne MANla Kermenyalısı’ndaki güzelliklere erişme öyküsünde yer alan “Üç Ev” ve “Keşkelerle şükürler iç içe”

Merhaba

MAvi Anadol (MAN)” serisinin üçüncü yazısını yetmişli yılların sonlarına doğru denize doğru süreklilik (contiunity) ve düzenlilik (regularity) gösteren periyodik, aylık turların anılarıyla süsleyerek yazmaya başladığımda, 17 Ocak oldu ve araya “Ana ve Yuva” başlıklı bir yazı girdi (Singapur / Ocak 1993 seyahatim). Çünkü 17 Ocak, dün rahmetli annemin sözleriyle benim esas doğum günümdü ve 76 ı tamamlayıp da bugün 77 den bir gün kazanmanın şükür ve şükran dolu duygularıyla kısa bir yazı kaleme aldım yaşam büfesinde yerini alsın diye. Önce yukarıdaki iki kavramın belleğime nasıl girdiğinin kısa bir öyküsü ile iki bin yılının başlarına doğru Antalya seralarına gideyim.

CINOS‘un üçüncü evresine girdik ve uyum sıkıntıları özellikle üst yönetim kademelerinde çok fazlalaşmıştı. Öyle ki genel müdür dansözün önüne diz çökerek “paintball” sonrasında gruba empati yaparak moral ve motivasyonu yükseltmeye çalışsa da minimize edilmiş hedefler bile tutmuyorken adeta yalvarıyor gibi görünüyordu. Hiç bir itelemenin para etmediğini, taşın sert olup, ateşin yaktığını bir yıl geçmeden anlayacak ve La Masion çatısındaki bıyık altındaki gülücüğün esrarı çözülecekti.

Her neyse; biz İstanbul (Bizans) oyunlarını bırakıp işin pratiğinde, zorlukların öğrettiklerinde “sürdürülebilirlik” kavramının öyküsüne dönelim. CINOS’un ilk evresinde, Ciba günlerinde, büyük çiftçiler angaje olduklarından ve artık oyunun sırrına erdiklerinden “Küçük olsun bizim olsun; damlaya damlaya göl olur” benzeri düşüncelerle ve Dr.Vorley‘in liderliğinde “Küçük Çiftçi Projeleri (SFP)” kuvveden fiile dökülmeye başlıyordu (Marko Polo 1992 Sahnede astronot kılıklı, pijamalı Mustafa Abi). Bu projelerin uygulamadaki ismi de “FST (FarmerSupportTeam / Çiftçi Destek Ekibi)” idi. Bizden önce Kolombiya, Yeni Zelanda vb üçüncü dünya ülkeleri ile bir de İspanya bu tür projelerin merkezden desteklenen finans kaynağına sahip olmuştu. Çiftçi Destek Ekibi Projelerinin üç temel ayağı (biz onlara pillar diyorduk) vardı:

1.IPM (Integrated Pest Management / Bütünsel Tarımsal Savaşım): Tüm yöntemleri kullanmak, ilaçlı savaşımı son çare olarak devreye sokmak (!) ve “4D” ya da “4E” düşüncesiyle etkili çevre koşullarında (!) doğruları yapabilmek (> Mart 1993 de Alicante‘de ülkemdeki durumu sunup sonunda “Alicante Horozu” ile ana mesajımı verdiğimde IPM in makul ve mantıklı, uygulanabilir ve kabul edilebilir şeklinin “7 Adım Teorisi” ile yaşama aktarılabileceğini gördüm ve bunu SSTC kurallarıyla etkinleştirmeye çalıştım. Ne günlerdi ama…)

2.Safety (Emniyet): Er ya da geç ilaçlı savaşım kaçınılmaz olacak ki; ilaç kullanımında tarladaki üretimde ve ardıllarında sağlığı, çevreyi korumanın pratiğini öğrendik (Köye doktor götürdük de doktora laf anlatamadık).

3.Aplikasyon teknikleri: Sırasıyla, sorunu (zararlı ya da hastalık) doğru teşhis ettik > zararlının gelişmesini, populasyon dinamiğini saptadık > ekonomik zarar eşiğini dikkate aldık > faydalıları izleyip zamanlamayı optimize ettik > dayanıklılık oluşumunu engellemek ya da geciktirmek için ve > kalıntı açısından bekleme süresi uygun doğru ilacı seçtik > doğru uygulamak için uygun aleti kullandık… İşte tüm bunları kapsayan “Aplikasyon Teknikleri” CINOS‘un ilk evresinde kuruma her katılanın gönderildiği “Les Barges” uygulama çiftliğindeki iki haftalık öğrenme yolculuğunun ana temasıydı. Daha sonra sürdürülemedi. En son katılan grup içindeydim (Eylül 1986).

Çiftçi Destek Ekibi Projelerinden ülke olarak biz de nasibimizi aldık. Önce Bay X.Ledru‘nun Dr.T.Hoppe ile birlikte yaptığı fizibilite analizleri, daha sonra Doç.Dr.M.Hlucy (biz ona Hulusi derdik) nin biyolojik mücadele olanaklarını da katmaya çalıştığı destekleri; gelişmeleri yerinde görüp bağımsız değerlendirmeleri yapan Dr.Rüegg‘in basına da yansıyan raporları ile ilk projemiz “Sultana” kadir kıymet bilenler için gerçek bir şans oldu. Bunu yedi proje izledi. Bursa’dan Malatya’ya buğdaydan Kayısıya uzanan yelpazede yedi FST projesi olan tek ülke olduk. Hevesimiz ve heyecanımız çok yüksekti. İlk projemiz olan Sultana ile Alaşehir-Sarıgöl bağlarında “Problem Tree” kavramı altında sorunları sistematik olarak yapılandıran ve çözümleri önem ve önceliklerine göre sıralayan bay Ledru’nun ticari ve bilimsel bilgi ve becerisi bize yar oldu ki iki binli yılların başlarında amiri Max F.Beyle birlikte Antalya seralarında yeniden buluştuğumuzda çerçeve “Sustainability / Sürdürebilirlik” odağı etrafında yapılandırılmıştı. İşte o gün “Sürdürülebilirlik” için iki bileşenin önemini Ledru’nun desteklediği “EVE Project” ile anlamıştım:

Sustainability= Continuity + Regularity

Türkçe olarak “sürdürülebilirlik ancak sürekli ve düzenli eylemlerle sağlanabilir”. Neden “The EVE Project ?” ile bunu anladım. Bunun yanıtı daha uzun bir hikaye. Şimdi 2000 yılındaki “Sürdürülebilirlik” sözcüğünden geri sayalım ve yetmişli yılların sonlarında “MAN3: Kermenyalısı” çerçevesinde yazımın esası olan konunun öyküsüne gelelim.

Bu serinin ilki olan “MAN1: Önce araba sonra ehliyet” mesajım vardı. Akıllı Kaynak Kullanımı (!) mecburiyetinde araban yoksa ehliyet için dosya açtırma masrafına değmezdi (bence). Ne zaman ki bir çekişmenin zorlamasıyla sürpriz bir arabam, “Mavi Anadol“um” oldu; hemen ehliyet alalım artık düşüncesi kuvveden fiile geçti (düşünceden eyleme aktarıldı). Bu aradaki iki ayda pek uslu durduğum da söylenemez. İkinci yazım “MAN2:Motor yağı neden üstten aktı ?” nın yanıtı vardı ki Kamuran ustaya on lira vermemek için yaptığım hatadan sonra kendime verdiğim muhtıra “ustandan alıp ustana satma, bilmediğin motorun altına yatma” oldu ve şimdi geldik “MAN3” e ve “Sürdürebilirlik” sözcüğüne…

Yetmişli yıllarda Almancıların yurda izinli gelmelerini dört gözle beklerdik. Bunlardan biri de rahmetli kayın biraderim Nezih abi idi. İzinli geldiğinde hepimiz önce Çiğli’deki dikenli tellerin arkasında gece yarısından sabaha kadar, testere ile karpuz keserek yolcu bekler daha sonra da Esentepe’deki rahmetli İkbal ablanın evinde hepimiz gelenlerin başına toplanırdık (üşüşürdük). Hepimize birer hediye düşerdi. Ben ya bir radyo teyp ya da lokma anahtarı isterdim ve getirirdi Nezih abi. Allah razı olsun. İşte bu gelişlerin birinde Nezih abi özlem duyduğu şehri olan (o zamanlarda tütün, soğan ve anason yetiştiren bir kasaba) Alaçatı’ya eşi ve annesiyle gider. Bu seyahatin bir kısmında Kermenyalısı‘nda (Germiyan köyünün sahildeki birkaç evi) oturan hala kızı rahmetli Rabia ablayı ziyaret ederler. Enişteleri rahmetli Turgut enişteden yol kenarındaki bir tarlanın bir kısmını hisseli tapu olarak satın alır. İlk ödeme ya da kaporo olarak o günlerde revaçta olan büyük boy portatif radyo teyp verilir. Daha sonra dört bin Markla peşin ödeme yapılır (ki bu da MAN serisinde ayrı bir öyküdür). Geri kalan ödeme aylık üç bin liralık taksitlerle iki yıl kadar sürecektir. Nezih abi Almanya’ya döndükten sonra bunu düzenli ve sürekli olarak yapabilecek, ödemeleri sürdürülebilir bir ilişki ve iletişim içinde yapacak biri gereklidir. O da “Mavi Anadol“u olan ben olacaktım. Her ayın ilk hafta sonunda bazen yatılı olarak, bazen rahmetli annem ve babamı da alarak bu Çeşme turlarını yaptım. Bunun için önce Hisar Camii önündeki kebapçı Kadir’den, daha sonra Hatay Üçyol’daki tuhafiyeci rahmetli Fehmi’den para tahsil ederek her ay üç bin lirayı tamamlamaya çalıştım. Bu paraların her ikisi de, esnaftan alındığı için ve kasa mevcudu bu ödemeye hazır olmayabiliyor olduğundan üç bin lira her zaman pek kolay tahsil edilmiyordu. Bazen tekrar tekrar gitmek, bazen sesleri yükseltip tartışmak gerekiyordu. Her şeye rağmen iki yıla yakın süren bu görev (!) bir angarya olmadığı gibi gerek Turgut eniştenin boğazımızdan geçen ekmeği (balık ve kavunlar) ve gerekse daha sonra açtığı kapıdan girmekle elde ettiklerimiz MAN yoluyla dünden bugüne ve hatta yarınlara uzanan keyfimiz ve şükürlerimiz oldu.

Yetmişli yıllar bitmemişti ama Nezih abinin taşınmaz taksitlerinin sonu gelmişti. Rahmetli kayın validem “Turgut Nezahat’a da bir arsa versene !” dedi ve Turgut enişte kırmadı. Nezih abinin hisseli olduğu tarlanın bir kısmını da bana sattı. Kermenyalısı’nda içe dönük (çok çocuklu ve aile ilişkilerinde demokratik yaklaşımlı neşeli bir aile ile beraberliği dışa açan bir uyum yakaladığımız için) yaşama ayda bir de olsa renk katan bizlerle daha uzun süre görüşebilmek amacıyla uzun zamana yayılmış taksitlerle (elli bin lira peşin, doksan aya yakın üçer bin lira taksitle) biz (MNC) de taşınmaz sahibi olduk. Böylece 1985 yılına kadar MAN ile her ay Kermenyalısı’na geldik. Keyif aldık. Memnun kaldık.

Ben firmacı olduğumda (1985) Ankaralı bir arsa edindirme kooperatifi sahip olduğu taşınmazlara parselasyon yaptırırken yola erişim için bizim tarlayı da kapsamına almış ve bize de birer parsel düşmüş oldu. Önce iki sanarak asimetrik paylaşıma razı olduğumuz, tapuya gidince üç parsel ile “niyetin safiyeti“nin ödülünü yaşadığımız sahiplenme sonucu 1986 yılı Kasım ayında başladığım inşaatı 1987 Haziran ayında tamamlayıp bugün Yalı Mahallesi 6304 sokaktaki evimizde otuz beş yılı aşkın şükür ve şükranla C13 ün tüm aşamalarında huzur ve neşe içinde yaşadık; yaşıyoruz.

Sözün özü; MAN olmasaydı bugün pandemi koşullarında yaz, kış tüm yıl sağlık ve esenlik içinde, aklımız geride kalmadan “ana ve yuva” ikilisinin koruyucu kanatları altında ruh ve beden sağlığımızı koruyarak ve tüm bunları duyumsayarak yaşıyor olamazdık.

Teşekkürlerimle; sağlık ve esenlik dileklerimle, MAN‘dan Audi‘lere (3), KZ(2) ve KSK(2) serili güzelliklere, hekimlikle değer ve anlam taşıyan MV lere uzanan sürecin getirdiklerine şükür ve şükranla koronasız günlerde birbirimize dokunmak, sarılmak ve öpüşmek özlemiyle yolunuz, yolumuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü