Yaşam Büfesinde “Hırsızın Duası”

“…Çocukken her gece yatmazdan önce ve aklıma gelen her an Tanrı’ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı’nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim kendime bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı’ya günahlarımı affetmesi için dua ettim (AC 1)…”

7 Ölümcül Günahla Yolun Sonu Görünüyor; Bunca günahkârı ve haini bol başka ülke var mıdır ? Biz bunu nasıl becerdik ?

Merhaba

Merak ediyorum; yerli ve milli hırsızlarımız nasıl dua ediyorlar ? Dua ediyorlar mı ? Tanrı’ya inançları dua etmeye uygun mu ? Onlara göre Tanrı’nın çalışma tarzı neye uygun ? Dua ediyorlarsa sözcükler dilden kalbe gidiyor mu ? Gidebilir mi ? Gitse kalp o duaları kabul eder mi ? Hırsız duası dilden kalbe giderken yolda göz, kulak ve çalan el buna ne der ? Tek hırsız el mi ? Ve Halil Cibran‘ın sözlerini anımsıyorum:

Halil Cibran diyor ki;

“Bir gün göz dedi ki “Bu vadilerin ötesinde mavi sisle örtülü bir dağ görüyorum. Ne güzel değil mi ? Kulak, dinledi ve bir süre dinledikten sonra “Fakat dağ nerede ? Onu işitmiyorum” Sonra el konuşup dedi ki “Ona dokunup hissetmek için boş yere uğraşıp duruyorum ama dağı bulamıyorum” Sonra göz başka tarafa döndü ve diğerleri aralarında Göz’ün garip hayali hakkında konuşmaya başladılar ve dediler ki “Göz’ün bir sorunu olmalı”.

Göz’ün sorunu yoktu. Göz, gördüğünü kulak ve el’e anlatıncaya kadar bizim “XIX Kafalı Hırsızlar” dağı bile çalıp götürmüşler(miy)di (https://www.copcu.com/2023/05/05/yasam-bufesinde-kaybetme-korkusu/).

Hava güzel olunca…

Hava güzel olunca, biz bahçeye çıkarız“. Rahmetli ablamın ilk okul kitabındaki okuma konulardan biri bu sözlerle başlıyordu. Ablamla aramda “resmen(2)” sekiz yaş vardı: 1937 ve 1945. İlk okula başlama yıllarımızda da aynı yıl farkı sürdü kuşkusuz: 1944 ve 1952. Ama ablamın okuma kitabı benim kitaplarımdan çok daha güzeldi. Sanırım bu güzellik farkı Maarif Vekili rahmetli Hasan Ali Yücel’den geliyordu. Kendi kitabımdan, “Alfabe” den aklımda kalanlar “Ali top at” la başlayıp “Karga ile Tilki Hikayesi” ile “müjde alfabe bitti” sözleriydi.

Ablamın kitabından ise ne çok şey kalmış aklımda. Örneğin,

  • Hava güzel olunca biz bahçeye çıkarız...” diye başlayan okuma konusunda kümes hayvanları öykülendiriliyordu. Bu yaklaşım tarzı da bana “Köy Enstitüleri“ni anımsatıyor ve yıllar sonra Bunker Roy’un “Yalın Ayaklar Koleji” çalışması ve “Güneş Nineleri” ne benzer fayda odaklı yaklaşımlarla 28 Mayıstan sonrası için akılcı, güncel, katma değerli öğrenim ve eğitimler için kararlar bekliyorum (https://www.copcu.com/2017/11/21/yasam-bufesinde-okullar/).
  • Pinti Hamit (kavanozdaki peynir parçası, kavanoza dıştan sürülen ekmek ve bir gün çocukların kavanozun kapağını açıp da peyniri kokladıklarında babaları Pinti Hamit’in isyanları…) İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki bu konu ile verilen “tasarruflu olma” mesajını 28 Mayıstan sonra da vermeli, otorite verecek diye umut ediyorum ki deveyi hamuduyla yutup da aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yiyenler, yiyip de doymayanların önü alınsın…
  • Kayıklar ve kayıkçılar: Konuyu süsleyen resim de dün gibi gözümün önünde. Denizde üç kayık var, içinde de kayıkçılar. Sahile yakın iki kayıktan birisi eski ve kayıkçı genç; diğeri ise kayık yeni ama kayıkçı yaşlı. Uzakta duran üçüncü kayık hem yeni, hem kayıkçı genç ve hem de kayığın güneşten koruyan tentesi var. Yazının içeriğini anımsamıyorum ama sanırım mesaj “tercih ve karar verme” ile ilgiliydi. Bu okuma konusu da bana blogumda yazdığım bir yazıdaki temel yaşam becerilerinin önemini hatırlatır. (https://www.copcu.com/2009/02/16/yasam-bufesinde-profesorler-1/)
  • Tele çamaşır asmak: Yazının amacı her tele çamaşır asılmayacağıdır. Hatta çamaşır asmak bir yana dokunulmayacaktır bile. Çünkü öykülendirilen anlatımda anne çamaşırlarını elektrik teline asar ve çarpılır. Anneyi kurtarmak için elinden asılan kişi (kızı mıydı, komşusu muydu hatırlamıyorum) de çarpılır. (Yoldan geçen biri durumu görüp) bir odun (!) ile annenin ellerine vurup telden ayırır ve kurtarır. Elektrik çarpmasına karşı uyarıdır yazının amacı. Ellilerde bile prize çivi sokup çarpılan çocuklar; odun sobasına benzin dökerek yakmaya çalışırken kendini yakan büyükler ve daha düne kadar banyodaki şofbenden zehirlenip ölen gençler söz konusuydu.

Daha dün annemizin …

Hayır, hayır o kadar geriye gitmeyeceğim. Yaklaşık yirmi yıl önceye baksam yeter bu yazıya çerçeve çizmek için. Havalar ısınmaya başlayınca dün çatı turlarına başladım. Kitapları raflarından indirip rafları sildim. Kitapları yeniden sınıflandırıp raflara koyamadım. Kimilerinin sayfalarını rastgele çevirip okumaya; kimilerinin de fotoğraflarını çekip yazıma konu etmeye başladım. Bu da beni oyalarken 14 Mayıs kıskacında avutmadı. On yıl önceki bir yazımda alıntı yaptığım bir paragrafı düşünmeye başladım (https://www.copcu.com/2013/06/06/yasam-bufesinde-saligia/). Bu alıntıyı “Sonuna Kadar Delifişeklik” kitabından yapmışım. Kitabın yazarları Kjell ve Yonas, İsveçli iki akademisyen. İşte yazımdaki o paragraf:

“…Gerçek bir öykü anlatıyor Kjell ve Yonas “… Çok uzak olmayan bir geçmişte İsveç’in önde gelen büyük mağazalarından birine danışmanlık yapmıştık. Şirket mağazadan mal aşırma (hırsızlık) olaylarından son derece şikayetçiydi. Sonunda yönetim bir şeyler yapmaya karar verdi. Sorunla ilgilenmesi için bir güvenlik şefi atadılar. Sonuçta daha fazla mal kaybolmaya başladı. Neden mi ? Konu, küçük bir seçilmiş azınlığın büyük meselesi haline getirilince, diğer elemanlar sorunla ilgilenmeyi bırakmıştı…”

Bizim yerli ve milli hırsızlar için ülkem neden bu denli başı boş kaldı ? Ezelden beri, ister ata sözü de, ister özlü söz de, ne dersen de “devlet malı deniz, yemeyen domuz” derken gaipten bir ses, bu denli organize soygunlar düşünmemiş olmalı. Adamlar domuz etini günah sayıp yemezken, domuzu devletten üstün tutarken, domuz olmamak için devletin altını, üstünü, önünü, arkasını neresinden tutabilirlerse yediler; doymadılar. Ne yazık ki, bugün, bal tutan parmağını yalamakla kalmıyor kovanı alıp gidiyor. Gün oluyor hırsızlar iş üstündeyken trafoya kedi giriyor, gün geliyor hırsızı evin içinde aramak gerekiyor. On yıl önce “Gezi” ile dertlenirken bugün “Hırsızlar“la haşır neşir (!) oluyoruz. Üstelik o kadar çok yalanla yaşıyoruz ki doğruyu bulamıyor ve hatta bulsak da doğruyu eğriden ayırt edemiyoruz. “Yetti gari !” dese de içimdeki isyanlar eski tas eski hamam, yola devam. Umudumuzu gayretlerimizle güçlendirip 28 Mayısı bekliyoruz.

Normali Beklerken

Geçen sene de “normali beklerken” ana mesajıyla bir seri kitabın tanıtımları içinde ruhuma uyumlu öyküler arıyordum. Bunlardan biri de Bulgar yazar Georgi Gospodinov“un “Hüznün Fiziği” idi. İsmini sevmiştim. Tanıtımındaki şu cümlelerle sanırım blogumdaki “Storyteller” oluşum arasında bir benzeşim görüyordum; geçmişi deşiyor olmama bir kılıf arıyordum. İşte o kitabın tanıtımı:

“…Ben geçmiş satın alan bir kişiyim. Öykü tüccarı. Başkaları çay, kişniş, çek senet, altın saat, toprak ticareti yapar. Ben geziyorum ve toptan geçmiş satın alıyorum. Bana ne derseniz deyin, ne isim verirseniz verin. Elinde toprak olanlara ‘toprak sahibi’ derler, ben zaman sahibiyim, başkalarına ait zamanın sahibiyim, başkalarına ait öykülerin ve geçmişin sahibiyim. Dürüst bir alıcıyım, fiyatı asla düşürmeye çalışmam…”

Peki ya Johann Hari, “Kaybolan Bağlar“da ne demek istiyor ?

“…Ben kendi hayatımda depresyon hakkında iki hikâyeye inanmıştım. Hayatımın ilk on sekiz yılında bunun ‘tamamen kafamın içinde’ olduğunu düşünmüştüm – yani gerçek değildi, hayaldi, sahteydi, şımarıklıktı, utanç vericiydi, zayıflıktı. Sonraki on üç yılda ise yine ‘tamamen kafamın içinde’ olduğuna inanmıştım ama bu defa çok farklı bir şekilde: Beyindeki bir arızadan kaynaklanıyordu. Ama bu hikâyelerin ikisinin de doğru olmadığını öğrenecektim. Depresyon ve kaygının bu kadar yükselişte olmasının öncelikli sebebi kafamızın içinde değildi. Ben bu sebebin büyük ölçüde etrafımızdaki dünyada ve o dünyada nasıl yaşadığımızda yattığını keşfettim…”

Etrafımızdaki Dünya ve Yaşam Biçimimiz (Depresyon)

Bu gidişle yolun sonu görünüyor. Bugüne dek, by-pass’ın ağrılarında bile teskin edici herhangi bir ağrı kesici dahil depresyon ilacı almadım. Ancak bugün, şimdi, hırsızların orta yerinde, vatandan gayrı satılacak bir nesne kalmadığını gördükçe; çaresizliği yaşarken isyanları oynayan ruhumu sakinleştirmek için yol haritam pek iç açıcı görünmüyor. Sıkıntım görünüşümle iç dünyam arasındaki uyumsuzluk. İçimde fırtınalar esiyor; dışımda her şey yolunda, asayiş berkemal, ortalık süt liman. İçimdeki “ben” isyan ediyor ve derdini dile dökemediği için hırçınlaşıyor. Sağa sola yalpalıyorum_ düz çizgide yürüyemiyor, yürürken üç metredn öteye bakamıyorum. Daha uzağa baktığımda dengemi korumakta zorlanıyorum. Bir şeyler yolunda gitmiyor gibi. Ailemin doktorları uzman İlter’e görünmemde ısrarcı olsalar da ben orlaı değilim. Duymazdan gelip acı bir gülümseme ile geçiştiriyorum. “Hele şu 28 Mayıs tünelinden bir çıkalım da…” diye öteliyorum. Düne dönüp, geçen yıl anılarımdan medet umarken Metis’in 2022 yılı cep ajandasının 15 Mayıs pazar gününde kendine yer bulmuş gazeteci Hari için yazılmış olan şu sözcüklerde kendimi arıyorum:

“…Batı ülkelerinin su kaynaklarını test eden bilim insanları her seferinde suda antidepresan buluyor, çünkü bu ilaçları kullanıp boşaltan o kadar fazla insan var ki hergün içtiğimiz sudan süzülmeleri mümkün olmuyor. Bu ilaçların içinde yüzüyoruz, düpedüz. Bir zamanlar şaşırtıcı olan şimdi normalleşti…”

Bu sözler beni tarım ilaçlarındaki çok bilinen “gerçek öykü“ye götürüyor.

CH>OP>SP>…

Otuzlu yıllarda özellikle geri kalmış ülkelerde sıtma hastalığından yüzbinlerce insan ölürken gelişmekte olan tarım ilaçlarından “Klorlandırılmış Hidrokarbonlar (CH)” grubunun en popüler ismi olan “DDT” sıtmaya çare oluyor; can simidi oluyor (!) ve hatta Nobel Ödülü alıyor. Yıllar sonra gelişme süreci “Organik Fosforlular (OP)” grubuyla sürünce “CH Grubu” pazardan çıkıyor, yasaklanıyor ve bu kez “afaroz ediliyor“. Her olgu, kendi zaman diliminde değerlendirilmeli. Gün geliyor “OP Grubu” dan en çok kullanılan ve zamanında her derde deva olan (!) FLDL da intihar etmek isteyenlerin elinde ünlü oluyor. Buna rağmen uzun süre pazarda kullanılan “OP Grubu“nun ülkemde en popüler ürünü olan TMRN un aktif maddesinin kontrollu, sınırlı, reçeteli kullanımı da yetmiyor ve katıldığım Lizbon ECPA (Avrupa Bitki Koruma Kuruluşu) toplantısında açıkça dile getirildiği gibi tümüyle yasaklanması isteniyor. Çok geçmiyor, bu grup da tümüyle yasaklanıyor. Şimdilik benim dönemimdeki (1970-2009) üç ana gruptan “Sentetik Piretroidler (SP)” son demlerini yaşayarak varlıklarını sürdürüyorlarsa da fazla uzun sürmez aktif dönemleri…

Demem o ki; ister tarımda bitkilerin hastalıkları ile savaşımda pestisitler, ister insanların depresyonu ile antidepresanlar tıpkı ülkemin önü alınamayan hırsızları gibi gün oluyor ipin ucunu kaçırıyor ve korku filmlerindeki gibi aklın sınırlarını zorluyor. Ne var ki; öyle ya da böyle canlı ya da cansız her varlığın ömrü gün geliyor toprak oluyor, hava oluyor ya da bir b*k olmadan yok olup gidiyor. Ardından kimileri mezarlarında dua okuyor, kimilerinin mezarlarının başında da tükürmesinler diye tomalar nöbet tutuyor. Herkes hak ettiğini buluyor. Dünya dönüyor, ben ne dersem diyeyim ve günler geçiyor “yolun sonu görünüyor; hadi bana eyvallah !”

Yolcu yolunda gerek ! Kalın sağlıcakla.

Öykücü


(AC1): Al Capone

resmen2” : Rahmetli ablam genç yaşta aşık olup da taşrada ve ataerkil ailede “evlendirmek gerek” yargısı ile işlemler başladığında yıl 1952 ydi ve ablamın yaşı 15 di ve “baba rızası” ile de olsa yaşını 16 yapmak için yasal işlem yapmak gerekti; nüfusa doğum tarihi 1936 yazıldı ve ablamla aramdaki yaş farkı 9 a çıktı.