Yaşam Büfesinde “Ismarlama Yalanlar”

“…Portakalı soydum, baş ucuma koydum; ben bir yalan uydurdum. Duma duma dum, kırmızı mum…;…Yalancının mumu yatsıdan sonra da yanıyor. Bu yalancı, sizin/bizim bildiğimiz yalancılardan değil; bunlar sistematik, karizmatik, algoritmik, ısmarlama, taktik yalanlar ve utanmaz yalancılar…;…Sen unut geçmişini, ben aklımda tutarım / Yalanımı sevsinler yalansız dönmüyor dünya…; …İnanma, her şey yalan / Hani masallarda anlatır ya / İnanma, kandırmaca, yalan / Ama bana dokunma / Yaklaşma, gelme / İnanmam, kanarım…”

 

It is about everything; it is about who is ? The Good Fight (S2/B7) ve Ezgi’nin Günlüğü’ndeki “Yalansız olmuyor dünya” ile Aleyna Tilki’nin sözleriyle “Yalan” > Quid Pro Quo / Bir iyiliğe bir iyilik (veya rüşvetin legal hali; ismin beş hali gibi); Baykal’ın bahçeli kasetleri…

Merhaba

Önce bir itiraf gerek gibi geliyor bana; tıpkı “aldanmışız, biz safmışız“” deyişlerine benzer. Meğer laz uşağı profesör eski Zamancı ve şimdi Almancı imiş ve çıktığı MoonStar isimli televizyon da sanki Samanyolunun devamıymış ki ait olduğu cemaatten sakınmak ve bu İbrahim’den de uzak durmak şart. Onca provakatif sözlerin temelinde yatan gerekçe “Hırsıza kızmak” değil; hırsızlığın nimetlerinden eskiden olduğu gibi birlikte paylaşamamış olmak ve bunların hezeyanı. İşte tam bu noktada aklımın kıvrımlarında bir arayış öne çıkıyor: Bu durum “win-win / karşılıklı kazanma” nın illegal bir durumu mu ? Yoksa “rüşvet”in kabullenilmiş ve yasal kılınmış bir adım gerisindeki “Quid Pro Quo (QPQ)” durumu mu ? …Ve ister ne istediyse veren el, ister gözü kararmış hain alan el olsun temelinde yatan ortak güç: Yalan ve Yalan Söyleme Becerisi

The Good Fight

Korona korkusuyla hayatı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde Çeşmeli olmak, kışı Çeşme’de geçirebiliyor olmak gerçekten ayrıcalıklı bir şansmış bizim için. Dijital ortamın kolaylıklarında pek fazla gurbet duygusu yaşamamak da bugün bu şansımızı daha etkin kılan. Bu nedenle binlerce şükür ve bu şükran içinde bize düşen görev sağlığımızı koruyup çocuklarımıza ekstra yük olmamak. Bunu gereğince yapmaya çalışıyoruz. Berbere bile gitmiyorum. Rutinlerimizde günün akışı hiçbir fiziksel ve duygusal sıkıntı yaratmadan geçiyor ve bir kere daha binlerce şükür ki “carpe diem” i gerçekten ama gerçekten hissederek yaşıyoruz. Bunu sağlayan en önemli güç ise C13 ün tümü ve hatta “Plus” ı için aklımızın geride kalmaması; bizi yoracak, üzecek hiç bir somut takıntımızın bulunmayışı. Sahip olduğumuz bu duruma gereken özeni hep ve sürekli göstermeye çalışıyoruz ki nazar değmesin. Yaşamı üç kattan tek kata indirip; 4+1 den “Camekanlı 1+1″ e sığdırıp yaşamı kolaylaştırınca, yüklerimizi azaltıp da gücümüzü daha ekonomik (akıllıca) kullanınca, yeme, içme ve temizlikten arta kalan sürede “Günlerin Keyfini” hissederek sürdürmeye olanak buluyoruz. Anahtar sözcük: Hissetmek. Yaşadığımız ana odaklı küçük, günlük eylemlerimizde bir de burada “Mahalle Kültürü”nü yeniden yaşıyor olmak da ayrı bir şansımız. Şu ana kadar yazımın akışında kendiliğinden üç kez “Şans” sözcüğü ile “Sahip olduğumuz değerlerin farkına vardığımızı” ifade ederken “Şans, hazırlıklı beyinden yanadır” sözünü de unutmuyorum. Evden çıkıp sola yöneldiğimizde Bülolar; denize doğru indiğimizde Göksu’lar, sağa yöneldiğimizde Perihan abla, iki Nazlı ve biraz oflasak da yokuşa çıkmaya başladığımızda Gür abi ile Ali Rıza ve oğlu Mürsel ile hemen her sabah yürüyüşünde selamlaşma güne başlarken bize daha bir fazla ferahlık katıyor; özellikle Nezuş’un dışa dönük özelliğinin yansıması olan selamdan öteye uzanan “Sosyal Mesafeli Uzun Muhabbet” günü zenginleştiriyor… Ben her zaman iyi bir dinleyicim ve ara sıra “Kapı aralayıcılarla” sohbete kısa katılımcıyım. Böyle olması belki de altmış yıla erişmek üzere olan beraberliğin temel taşı; yapı harcı. Buna da ayrı bir şükür yazmak iyi olur.

Bir paragraf yazdım ve henüz “The Good Fight” a değinemedim. Bu nedenle Karşıyaka-Mavişehir’in tüm olanaklarından öte Çeşme’deki “Mahalle Kültürü” zenginliğimizi bir kenara bırakıp şimdi şu “The Good Fight” a değineyim. Korona korkusu kısıtlarında hayatı eve sığdırırken sabah kahvaltısından akşam yemeğine uzanan gün ışığındaki yaşam, camekanlı bölmede kitap (Pardayyanlar gibi ki ona da bu yazımda “Yalan” konusu bağlamında yer vereceğim) ve gazete okumak, blog yazmak için karalamalarla geçiyor, “Gelinim Mutfakta” ile “Esra Erol’da” kavgalarını fon müziği gibi kabullenip (beğenmesem de kimi zaman “mış gibi” yapmak iyi oluyor ve hatta zaman zaman gerekli oluyor ki yetmiş altıya iki hafta kala hiç bir şeyin seçenek tartışmasına değmez)duymazdan gelerek içe dönmek… Gecelere gelince…Türkçe dublajlı olursa ve içinde kavga gürültü yoksa birlikte seyrettiğimiz Netflix veya Amazon / Prime kanalları haftanın bir iki gününde ortak izleme programımızda yer alıyor. Kimi günler “Sadakatsız” veya “Menejerimi ara” ile son haftalarda “Akrep” salonda tek ses olarak baskın olurken ben laptopumdan “The Good Fight” ı izliyorum. Tam bana göre bir avukatlar dizisi. İşte bu dizinin ikinci sezonunun yedinci bölümünden bir kesiti videoya alıp yazıma ek olarak paylaşacağım. Neden bu alıntı diye düşünürseniz; yazımın başlığındaki gibi “Ismarlama Yalanlar” ki Michel Zevaco‘nun geçen yüzyılın başlarında yazdığı Pardayyanlar‘da da, bugün ülkemde ve ABD’de de aynı sistematik, algoritmik yalan rüzgarı aynen çalışıyormuş bunu gördüğüm için bu alıntıyı yaptım. Alt yazılarından rahatlıkla anlayacağınız gibi Başkan Trump’ı vatan hainliği ile suçlayıp iktidardan düşürebilmek için avukat Liz’in önerdiğinin aynısını iktidarda kalmak için ülkemde de yaptılar. Ne dediler ? Baş örtülü bacımın üstüne işediler dediler. Camide içki içtiler dediler. Adam sandığımız biri çıktı “Ben kaseti gördüm” dedi. Utanmadı. Diziden aldığım bölümde dikkat ederseniz bu konuda bir tek sözcük var : Shameness / Utanmazlık. Daha fazlasını kolajda ve alt yazılarda göreceksiniz. Şimdi gelelim Pardayyanlar‘a

Pardayyanlar (K1/S176)

Daha önce de yazdım; sahaflardan on ciltlik Pardayyanlar serisinin çocukluğumdaki baskılarından üç kitabını bulup satın aldım ve yeniden okumaya başladım. Tümüne sahipken büyüme çağımda koruyamayıp yitirdiğim kitaplara hayıflanırken Pardayyanlar‘ın ilk kitabını bugün satır atlamadan okumada kendimde aradığım tek bir şey vardı: Çocukluğumda hissettiğim hazzı bulabilecek miydim ?  Gerçekten de buldum. Ellili yılların sonlarında Pardayyanlar‘ı okurken Paris’ten atına atlayan Pardayyan‘ın ertesi sabah Floransa’da olduğu izlenimi var sanıyordum zihnimde… Serinin sonraki kitaplarında Medici Ailesi ile çatışmalarını Paris’te yaşarlarken ben Roma/Floransa gezimizde rehberin anlatılarında kitaptan gerçeğe yerleri, Paris / Floransa’ya çevirivermişim yıllar sonra. Her neyse. Şimdi gelelim “Yalan“ın 1550 yılları için Bay Zevaco tarafından anlatılan yapısına. Kitapların yazarı M. Zevaco kimmiş diye intertten bakarsanız boş bir adam olmadığını görürsünüz. Belki de biraz sonra alıntı yapacağım “Ismarlama Yalan” konulu bölümü için bilimsel dayanaklar bularak yazdı Zevaco bey.

…İnsanlar ekseriya hakikatten ziyade yalana kıymet verirler. Yalnız yalan söylemeyi bilmek lazımdır. Çekinerek yalan söylemenin hiçbir faydası yoktur. Yalan doğruymuş gibi katiyetle söylenmelidir. Mesela “Madam Etamp Kral Birinci Fransuva’yı zehirledi” diye bir yalan söylediğimi düşün. Evvela bir sürü ahmaklar “ateş olmayan yerde duman çıkmaz” diye fikirlerini ileri sürerek şüpheleneceklerdir. Bunlara “Ben bile inanmam. Fakat pek çok kimseler Kral Birinci Fransuva’nın Madam Etamp tarafından zehirlendiğini söylüyorlar” sözlerini durmadan tekrarlayan Madam Etamp’ın düşmanlarını ekleyiniz. Sonra gerek kendi menfaatleri gerek rezalete karşı duydukları sempati yüzünden böyle bir dedikoduyu arzu eden birçok kıskanç ve dedikoducu insanları düşününüz. İşte Madam Etamp böylece müthiş bir dedikodunun kahramanı olarak kalır.

Madam Etamp bu durum karşısında iki şey yapabilir: Ya bu dedikodu karşısında kendisini müdafaa etmeye tenezzül etmez; yahut da müdafaa etmeye karar verir. Eğer cevap vermez, kendini müdafaa etmeye tenezzül etmezse, yalan gitgide çevresini daha ziyade genişletir. Bir çok kimseler; “Madem ki susuyor, o halde bu cinayeti mutlaka işlemiş olması lazımdır” diye bağırmaya başlarlar. Kendini müdafaa etmeye kalkışırsa ikinci bir yalan uydururum. Mesela “Zehir yeşil bir tozdu” şeklinde bir yalan uydururum. Madam Etamp bunun yalan olduğunu ispat etmek için kendisinde asla yeşil bir toz olmadığını söyler. İşte bu andan itibaren mahvoldu demektir. Saray halkı, asılzadeler ve halk artık ikinci yalanla meşgul olmaya başlarlar. Birinci yalan bir hakikat olarak kabul edilmiştir. Şimdi münakaşa mevzuu kralın yeşil yahut mavi bir tozla Madam Etamp tarafından zehirlenmiş olmasıdır. Madam Etamp’ın kralı zehirlediğinde artık hiç kimsenin şüphesi bile kalmaz…”

Sözün özü; “Ismarlama Yalanlar“ın dünyasında gerçeklere sesli ya da sessiz bağlı kalmak zordur. Ismarlama yalanların dili ve algoraitmasının dünü, bugünü ve yarını pek farklı değildir. Yalanın yayılma hızı hala çok yüksektir. Daha modern teknikler, daha basit ama karmaşık görünen yollar yalanı sürekli ön planda tutacaktır. Peki sadece yalancılar mı bu denli beceriklidir ? Yalana kanmamak için daha güçlü ve bireyselden öte bir yapı, sistem ve insan algısı oluşamaz mı ? Portakalı soyup baş ucuna koyan aslında bir yalan değil bir masal uydurmuş olsa da bir diğer çocuk şarkısında olduğu gibi “Baltalar elimizde uzun ip belimizde bir gideriz ormana hey ormana” derken zihnimize kazınan ağaç kesmekse neden şimdi şimdi ormanı, ağaçları korumaya çalışırken “Çocukluk Masumiyeti”ni tekrar aramaya çalışıyoruz ?

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü