“…Hepiniz inancınız kadar genç, şüpheniz kadar ihtiyar, kendinize güveniniz kadar genç, korkunuz kadar ihtiyar; ümidiniz kadar genç, ümitsizliğiniz kadar ihtiyarsınız (Sidney J. Parnes “koronasız günlerde söylemiş);…Daha az risk alsaydım, normal bir işte çalışsaydım, geceleri daha rahat uyurdum. Bazen rüyamda kendimi Çin’de beş parasız, trenleri kaçırmış, karanlıkta kalmış, depolarda ezilmiş gördüğüm oldu. Korkular yaşadım. Tehlikeler atlattım. Çok uzun seyahatler yaptım. Bazen çok zor geldi her şey. Enerjim tükenir gibi oldu. Ama sanırım hayatınızı “başınıza neler geldiği değil, onlarla nasıl baş ettiğiniz belirliyor” (Ayşen Zamanpur)…”
Kazım beyi bir kez daha rahmetle anarken enstitülü olmanın deneyimleri ve öğretileriyle oluşturduğum başarı formülümü paylaşıyorum
Merhaba
Bay Parnes’in adını ilk defa duydum bir kitabın satır aralarında. Internetten baktım “Yaratıcılık” konusunda uzman bir hocaymış. Burada adının geçmesi sadece “Genç/İhtiyar” kıyaslaması yaparken kullandığı sözcükler: İnanç vs Şüphe; Güven vs Korku” ve “Ümit vs Ümitsizlik” ve bunların şu koronalı günlerde ekranlardaki otoritelerin yalanları karşısında bende yarattığı ikilemler. Ayşen Hanıma gelince; O’nu 2005 yılında İzmir’deki MAS‘ta tanıdım: Mükemmeli Arayış Sempozyumu (MAS)‘ndaki “Fark Yaratan Şirketler Paneli“nde. Şirketi Silk & Cashmere‘i nasıl, hangi uykusuz gecelerle yarattığını; Çin’deki adeta kaçak Kaşmir arayışındaki uzun tren yolculuklarını ve daha nicelerini öykülendirmesine hayran kaldım. O paneli videoya kaydetmiştim. Daha sonra kaydımı kendisine gönderdim. Aradan 15 yıl geçmiş ve CINOS sonrası “Mustafa Artık Serbest (MAS)” kalınca bu süreçte Netgillerle olağanüstü keyifli beraberliklerim oldu. Bu süreç bana “Bilginin zekatını ödeme” fırsatı verdi. Minnettarım; şükür doluyum.
“Seçenekler” ne demek ? Kim “Yalancı”, kim “Adi” ?
Son iki yazım taslak olarak kaldı. Çünkü anılarımdaki olumlu izleri anlatmak ve yakın çevremde bunlara eklenen güzelliklerle yazmak için başlıyorum ve daha ikinci paragrafta yoldan çıktığımı, rotadan saptığımı görüyorum. İçimdeki ikilemden sıyrılamıyorum. Bir yanımda cehennemin öncüllerinde kıvranan çaresizler, diğer yanımda dünyadan haberi yokmuşçasına gözümün içine baka baka utanmadan yalan söyleyen, yokluğun acısını yaşamayan, ülkenin taşını toprağını satmaktan çekinmeyen ve “bu zevk u sefa” nın kendilerine kalmayacağını bile bile bildiğini (daha doğrusu bilmediğini) okuyan otoriteler. Enstitü yıllarımda başlayan ve sonrasında CINOS‘ta devam eden meslek yaşamımın aktif kırk yılında iki bitki hastalığına Türkçe isim verirken haksızlık ettiğimizi şimdi bir kere daha anlıyorum. Bugün ekranlarda boy gösterip de koltuğa tutunmak için, hesap vermemek için çırpınan, battıkça batan ve da yaşını başını almış, heybesini doldurmuş adamların (!) nefret dolu sözlerine baktıkça hem buğdayın sürmesine hem de hıyarın mildiyösüne gerçekten haksızlık etmişiz diye düşünüyorum. Ne sürme adiymiş ne de mildiyö yalancıymış. Meğer “adi yalancı” gözümün önündeymiş. Buğdayın en önemli hastalığı olan ve ilaçla mücadelesi de bir o kadar kolay olan “Adi Sürme (Tilletia foetida)” nın “Adiliği” meğer İngilizce ismindeki “Common Bunt” ın “common”lığından geliyormuş. Buradaki “common“ı Türkçe’ye “adi” olarak çevirip de isimlendiren kişi bugünün adiliklerini görseydi sürmeden bin kere özür dilerdi. Peki, ya hıyarın mildiyösünün “yalancılığı“na ne demeli ? Kim gördü onun yalancılığını ? Meğer o da söz konusu hastalığın Latince adındaki “Cins (Genus)” isminden geliyormuş; Pseudoperonospora cubensis. Onu tür kılan tam ismindeki “cubensis” ile sadece hıyar değil “kabakgiller” demek istenmişse de cins ismi olan Pseudoperospora‘daki “Pseudo” ön takısı mildiyöyü yalancı yapmıyordu ki…Taksonomist aslında doğru ismi vermiş. Mildiyö etmenlerinin taksonomik ayrımında sporophorların (spor taşıyıcı misel uçlarının) yapısına bakarak isimlendirme yapılıyormuş. Taksonomist bakmış ve demiş ki “Bu aslında biraz Peronospora’ya benziyor ama çıkıntıları farklı ve ben buna Pseudo ön takısını yapayım da farklılık anlaşılsın”. Böylece bizim hıyarın mildiyösünün Latince adı, Tütündeki Maviküf etmeni olan Peronospora tabacina‘dan farklı bir cins (genus) içinde yer almış. Biz de alıp Türkçe’ye çevirirken seni gidi seni “Yalancı Mildiyö” demişiz. Bunu derken hıyarın bir de yalancı olmayan, hakiki, gerçek mildiyösü var mı yok mu (ki yok) düşünmemişiz. Belki de vakt-i zamanında bu konuda haklıydık. Korona nedir bilmiyorduk ? Koronalı koşullarda cep delik cepken delik olacağımızı, geçmediğimiz tünel ve köprüden Deli Dumrul’u aratan har(a)çlar vereceğimizi, yatmadığımız ve istesek de yatamadığımız hastanelerin aboneli hastaları gibi dolaylı ödemelerin içinde olacağımızı aklımıza bile getirmiyorduk. Bunlar olup dururken adam gibi ekranlara çıkanların beni değil ama makarnacı ve kömürcü çaresiz vatandaşları bu denli kandırabileceğini düşünmüyorduk. Bu nedenle bu günleri, bu günlerdeki orta oyunlarını görünce Sürmenin adiliğini ve Mildiyönün yalancılığını elinden alıp bunu hak eden güncel bunaklara ve vatan hainlerine vermeliydik. Tarımsal savaşım konusunda çalışan uzman meslektaşlarıma sorarsanız artık sürmenin adiliği ve mildiyönün yalancılığı elinden alınmıştır. Bu ikisi “adi yalancı” olmaktan aklanmıştır. Bakalım şimdinin adi yalancıları ölmeden aklanacaklar mıdır ? Yine yoldan çıktım. Geri dönüyorum ve yazımın girişindeki konulara geliyorum.
Bütün yukarıdaki laflar, güncelimin ilgi alanında beni olumsuz etkileyenlere bir kulp takabilmek için enstitü yıllarıma (1970/85) giriş yapabilmek içindi. Yazıma bu açıdan “Enstitülü Olmak” ve enstitülü olmayı bir başarı olarak görüp “Başarıyı Formüle Etmek” mesajlı bir kolaj eklemeye çalışacağım. Bunu da WhatsApp Gruplarımdan biri olan “Bornova ZMAEMDerneği“nin başkanı Bilge hanımın paylaştığı birkaç fotoğrafla görselleştirmek istiyorum. Bunu yaparken de iki hafta önce vefat eden emekli enstitü müdürümüz Dr.Kâzım Türkoğlu‘na bir kez daha yad etmek ve ondan önceki rahmetli iki müdürümden birer anekdot paylaşmak istiyorum. Her üç rahmetli müdürümün ortak bir özelliği vardı. Onlar için “yapmak söylemekten kolaydı” ya da daha iyi anlaşılır olsun diye “Onlar için söylemek yapmaktan daha zordu”. Buna rağmen hem sosyalliklerinden hem de söylemek istediklerini söylemekten hiç bir zaman geri kalmadılar. Kendileri için zor olan söylem kısmını (strong sound) hiç bir zaman bir başkasına delege etmediler. Bu nedenle onlar her zaman disiplinli otoritelerinden ödün vermediler; ama hoşgörülerini de hep yüksek tuttular. İşte tam bu noktada bir başka anımı paylaşmak istiyorum.
Uludağ’daki Keyifli Yemekte Neler oldu ?
Yetmişlerin sonları veya seksenlerin başları Bursa’da bir meslek grup toplantısı. Bursa bölgesinde de “Zirai Mücadele ve Karantina Başkanlığı” yeni yapılandırılmış ve ilk yıllık toplantılarında çalışmalarını araştırıcılarla paylaşıyorlar. Rahmetli Dr.Türkoğlu‘nun adı ile birlikte anılan “Beyaz Kitap“ın 6968 sayılı yasanın gereklerine göre hazırlanmış “Proje Disiplini” çerçeveli çalışmalarında mükemmel bir “Top>Down” ve “Down>Top” bilgi, beceri, deneyim, sonuç ve yorum aktarma sistemi vardı. Bursa Başkanlığının bu ilk yıllık toplantısına hem Bornova (İzmir) hem de Erenköy (İstanbul) Bölge Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü araştırıcıları katılıyordu. Ben toplantı boyunca durmadan not tutuyordum. Toplantının ikinci gecesinde Formülatörler Derneği (daha sonra TİSİT adını alacak ve bir zaman sonra da TİSİT ve ZİMİD olmak üzere ikiye ayrılacaklardı) katılanlara Uludağ’da bir gala yemeği verdi. Erenköy BZMAE İstanbul‘un merkezinde, Bağdat Caddesinde ve müdürünün otorite düşüklüğü nedeniyle yönetiminin yeni değiştiği için uyum sancıları yaşayan bir dönem içindeydi. Yeni müdür de tam bir otoriter yapıyla göz açtırmıyor(muş)du. Yemeğin ilerleyen saatlerinde, alkolun artırdığı samimiyetle Erenköy BZMAE nün yeni müdürü rahmetli Dr.Kemal Kunter yanıma geldi ve bana “Toplantı boyunca not tuttun ve görüyorum ki herkesle samimisin. Bizim enstitü çalışanları benim hakkımda ne düşünüyorlar ?” diye sordu. Söylesem mi söylemesem mi tereddüt yaşıyorum. Kendisine “Söyleyeceğim ama küsmece yok” dedim. “Tamam” dedi. Ben de “Sizin hakkınızda despot diyorlar” dedim. Az sonra bana küsüp masadan ayrıldı ve barışamak için, helalleşmek için bir başka fırsat çıkıp görüşemediğimiz için bana küs olarak vefat etti. Şimdi olsa söyler miydim ? Küseceğini bilseydim o zaman da söylemezdim. Hoşgörü her yerde aynı değil; yeterli değil. Benim enstitümde hoşgörü her zaman çok yüksekti. Bornova ZMAE varlığını sürdürmek, kapanmak, birleşmek, katılmak, özerk olmak gibi kimi zaman yaşanan trendlerin etkisi altında gelgitler içinde kalmış olsa da varlığını etkin olarak sürdürüyor. Erenköy ZMAE nü ise rahmetli Prof.Dr.Niyazi Lodos hocamın tüm çabaları bile kurtaramadı. Kimin kabahati ? Sadece Bağdat Caddesinde olmak gibi bir lokasyon etkisi mi ? Çalışanlar kurumun varlığını sürdürmesi için yapabileceklerini (bilimsel araştırma ağırlığı ile katkılarını ortaya koyup kurumun varlığını sürdürmesi yolunda etkin olabildiler mi ?) yaptılar mı ?
Peki Bonova ZMAEnstitüsünde müdür olmak daha doğrusu müdürlüğü etkin olarak sürdürmek kolay mıydı ?
Rahmetli Necati Kaşkaloğu, benim ilk müdürümdü “Almayacaksan alma,…”
Belki de diğer ZMAEnstitülerinin hepsinden zordu. Bir kaç anımı paylaşayım ve siz karar verin. Sancılarımızın, şikayetlerimizin ve bunların işe yansıyan sonuçlarının çok fazla olduğu yıllardı yetmişli yılların başları. Örneğin enstitümüzü ziyaret eden genel müdüre sevgili Savaş “Mikroskopa baktıkça para görüyorum” diyerek sıkıntılarımıza sözcülük ediyordu. Üstüne üstlük hakkaniyetsiz (adil olmayan) durumlar da vardı. Örneğin aynı işi yapan üç kişi üç ayrı maaş kategorisinde yer alabiliyordu ve dipte olan için yaşamı sürdürmek tıpkı bugünlerde olduğu gibi geçinmek gerçekten zordu. Yıl 1970; Hububat hastalıkları laboratuvarında üç kişiydik. Bunlardan biri benim ve diğer ikisinden farklı olarak dört yıl yerine beş yıl okuyarak mühendisliğine “yüksek” ekini de alanım. Benim maaşım 35 asli maaş karşılığı 525 TL (ki yedek subaylıkta 1.250TL maaş aldıktan sonra bu maaşla geçinmeye çalışan iki çocuklu bir aileyim). Oda arkadaşım Mustafa Ö. nasıl bir torpil bulduysa üç üst dereceden 850TL maaş alıyor. Rahmetli Coşkun S. ise 10195 e göre yevmiye alıyor ve maaşı 1600TL. He şeye rağmen keyfimiz yerinde. İsyanlarımız var ama hem lafta hem de çalışmalarımızda dikkat çekip “iyi at yemini artırır” diye düşünerek daha da fazla çalışıyoruz; daha fazla yayın aypıp, daha fazla projeli çalışma içinde oluyoruz.
İşte bu yetersizlikler altında hemen herkes bir yol bulmuş ekstra kazanç sağlamaya çalışıyor. Foto atölyemizdeki uzman ressam Tuncel de Doğu Beyazıt’ tan kaçak kumaşlar getirmiş onları satmaya çalışıyor. Enstitümüzde saat 15.00-15.30 arasında çay saati molası var ve herkes toplantı salonuna gelip çay içiyor, sohbet ediyor. Bence bu usul “informal feedback” ya da “kahve makinesi başı sohbette bilgi ve görüş paylaşımı” denilen türden ekstra faydaları da olan bir seans. Bu saatlerde Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinden de hocalar geliyordu. En çok da rahmetli Prof.Dr.Niyazi Lodos gelirdi ve herkesle en ileri derecede samimi olurken Nematod Laboratuvarı çalışanları o geldiğinde hazır ola geçer ve “her mevsimde domates suyu bulma telaşıyla stres” yaşarlardı. İşte o çay saatlerinden birinde Tuncel getirdiği kaçak kumaşları toplantı salonundaki masanın üstüne sermiş ve arkadaşlar da kumaşların başına toplanmış ve ellerine alıp inceliyorlardı. Çay saati serbest saat ise de yine de belirli bir disiplinli yapısı olurdu. Şakalar yapılır; atışmalar yaşanırdı. Ancak sesler yükselmez ve Alaçatı pazarı gibi bir görüntü olmazdı. O sırada salona enstitü müdürü rahmetli Necati Kaşkaloğlu girdi. Görüntüye baktı. Sinirlendi. Kumaşları yere atıp üstünde tepinmeye başladı. Tuncel gayet sakin bir şekilde “Almayacaksan alma müdür bey, neden kızıyorsun ?” dedi. Üç müdürün ortak özelliği olan “söylemek zor yapmak kolay” özelliği Necati bey için de geçerli olduğundan bağırmak çağırmak yerine tepinmek kolaydı ama Tuncel’e cevap vermek onun için, fiziksel olarak gerçekten zordu. İşte böyle bir ortam içinde Necati bey, uzman ressam bulmak zor olduğu için mi yoksa Tuncel, Kürt Süleyman’ın oğlu olduğu için mi yoksa sadece Necati bey olduğu için mi sadece tepinmekle kalarak hoşgörü düzeyini yüksek tutabilmişti … Tuncel enstitüde daha uzun yıllar çalıştı. Necati beyi bir kez daha rahmetle anıyorum; mekanı cennet olsun.
Mahmut Karman > Mahmut Abi “Bahçenin demir parmaklıklı kapısı”:
Necati beyden sonra aramızdan biri, Pamuk Zararlıları Lab.Şefi rahmetli Mahmut (Karman) abi müdür oldu. Mahmut bey dünyalar iyisi, sosyal yönü güçlü, dostluk bağları kuvvetli aramızdan biriydi. Ancak hiç bir zaman “Mahmut Abi” olmaktan kurtulamadı. Gerçi hiç kimsenin müdürlük işlerinde saygısızlık ettiğini görmedim. O zamanlar kaloriferler kömürlüydü ve bazen odalar çok sıcak oluyordu. Bu durumda kalorifer peteğinin yanındaki musluğu kapatarak sıcaklığı düşürmek yerine camları açıyorduk. Çünkü musluğu kapattıktan sonra ertesi gün açtığımızda petek hava yapıyor ve sevgili Yasin gelip peteğin havasını alıncaya kadar ısıtmıyordu. Camları açmak doğal olarak enerji kaybına neden oluyordu. Müdürümüz Mahmut abi bu konuda sözlü bir uyarı yapmayı gerekli gördü. Bunu da çay saatinde yaptı. Hepimize “Odanızın sıcaklığı fazla geldiğinde lütfen camları açmayın peteklerin musluğunu kapatın” dedi. Tuncel parmak kaldırıp söz istedi ve: “Müdür bey söyleyin bahçe kapısını da kapatsınlar; ceryan yapıyor” dedi. Sözünü ettiği bahçenin yola açılan demir parmaklı kapısı ki Tuncel’in amacı sadece dalga geçmekti. Herkes güldü. Rahmetli Mahmut bey ıkındı, sıkıldı, gaz pedalına biraz daha hızlı bastı ve gülüşmeler arasında onun için “söylemek yapmaktan daha zor olduğu” ndan ağzından ses çıkmadı. Mekanı cennet olsun; gerçekten dost bir müdürdü. Nurlar içinde yatsın.
Bir diğer küçük anı. Yetmişli yıllarda enstitüde işçi kadrosunda çalışanların sözü daha bir fazla geçiyordu (ilginç olanı sözleşmeyle alınan ücretler bizim maaşları geçtiği için belki de “paran kadar konuş” sözü etkendi) . Bizim kata hizmet veren Yaşar hanım laboratuvar çalışmalarında kullandığımız petri kaplarını yıkamaktan şikayetçiydi. Mahmut beye şikayet etmiş. Mahmut bey de “petri kaplarını araştırıcı kendisi yıkar” diye uyarı da bulunmuştu. Yıkamadık; çünkü bu Yaşar hanımın işiydi. Ancak Yaşar hanım her müdürün süt annesi gibi olduğundan ve müdürün kapısı yanında koridorda oturup da oyasını örmekte bir beis görmediğinden bu işten sıyrılmak istemiş ve şikayetini yinelemişti. Mahmut bey laboratuvara geldi ve petri kaplarını yıkamamız için bize önce nasihat verdi ve daha sonra “Ben Yunanistan’da araştırma yaparken kullandığım petri kaplarını kendim yıkardım” dedi. Uzmanlık alanı entomoloji (böcek bilimi) olan Mahmut bey belki üç beş petri kabı yıkamıştı. Ama biz fitopatoloji (bitki hastalıkları) alanında çalışan üç laboratuvar haftada beş yüze varan petri kabı kullandığımız oluyordu. Bu nedenle biz yıkamamakta kararlıydık; ve haklıydık. Direndik ve “Yaşar hanım varken ve o salonda oturup oyasını örerken biz petri kabı yıkamayız. Devlet mühendis maaşıyla petri kabı yıkatacak kadar zengin değil” dedik. Mahmut abi rest çekti ve “siz yıkamazsanız ben yıkarım” dedi. Ve yıkamaya başlayınca biz de laboratuvarı terk ettik. Daha sonra Yaşar hanım petri kaplarını yıkamayı oflaya puflaya sürdürdü. Rahmetli Mahmut beyin ortaya koyduğu “seçenek” doğru muydu ? Mahmut abinin hoşgörüsü mü bu denli yüksekti yoksa bu bir otorite yetersizliği miydi ? Onu hep rahmetle anıp özlüyorum.
Dr.Kazım Türkoğlu ve En Kahraman Rıdvan ile Kültür Mantarı
Genel müdürlükteki şube müdürlüğü görevini bırakıp da enstitü müdürümüz olan Kâzım beyle olan bir anıma gelince. Çay saatine giderken baktım Meyve Hastalıkları laboratuvarında sevgili Tarık’ın odasında bir kalabalık var. İçeri girdim. DSİ lerinde çalışan birisi bir çanta kaçak saat getirmiş yine Doğu Beyazıt’tan ( o günlerde kaçak malların yurda giriş yeriydi) ve arkadaşlarımız da seçip satın almaya çalışıyorlar. Satın alma heveslisi çoktu. Satın alma sürecine arkadaşlarım adına bir kolaylık getirmek, bir pazarlık oluşturmak ve konuyu toptana bağlamak istedim. Sürecin bu kısmını pas geçeyim ki “merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin beyan eder” durumu oluşmasın. Her neyse çanta dolusu saatlerden birini müdür yardımcısı rahmetli Coşkun abi aldı. Bir başka saati de diğer müdür yardımcısı rahmetli Metin abi aldı. Aradan birkaç gün geçti. Müdür Kazım bey beni odasına çağırdı ve müdür yardımcısının kaçak saat satışı konusunda şikayetçi olduğunu söyledi ve beni uyardı. İyi güzel de her iki yardımcı da kaçak saatlerden almıştı. Kim, neyi, neden ve nasıl şikayet ediyordu ki ? O zaman Kazım beye dedim ki “Siz en kahraman Rıdvan kim “ biliyor musunuz ? O zamanlar ünlü mizah dergisindeki bir çizgi roman kahramanı olan en kahraman Rıdvan’a benzetmiştim kendimi. Bir de unutamadığım acı bir gerçek vardır.
On iki Eylül olmuş ve etkileri yakınlarımıza, sevdiklerimize kadar uzanmıştı. Derneğimiz başkanı ve çok sevdiğimiz meslektaşımız, hocamız Prof.Dr.Tayyar Bora ile Gıda Teknolojisinden dostumuz Prof.Dr.Nihat Aktan hocamız ve Tıp Fakültesinden sevgili Prof.Dr.Veli Lök (hekim) 1402 lik olup üniversiteden tazminatsız atılmıştı. Bu konuda yaptığımız sohbette sınıf arkadaşım Prof.Dr.E.Ersin Onoğur, Tayyar hocanın atılmasında kürsü başkanı rahmetli Prof.Dr.İbrahim Karaca‘nın “Valla ben atılmasında rol oynamadım” dediğini aktarsa da biz hep İbrahim hoca, Tayyar hocanın atılmasında rol oynadı diye suçladık açıkça. Her neyse. Bunun hesabı öbür dünyada görülmüştür mutlaka. İşte o günlerde Tayyar bey bir iş yapıp geçimini sürdürmek zorundadır. Bornova’ya yakın Kavaklıdere Köyünde bir köy odası tutmuş ve kültür mantarı yetiştirmektedir. Ürettiği mantarları evine getiriyor ve ben sevgili Tarık’la o mantarları evinden alıp satılmasına yardımcı oluyorduk. Ancak yönetimde korku dağları bekliyordu. Müdür Kazım bey beni yine odasına çağırdı ve “Yasaklı birine yardım etmenin yaratacağı sonuçları (seni takip ederler ve enstitüye kadar gelirler) anlatıp bu yardımı kesmemi istedi”. Bunu da bir defa da kolaylıkla söyleyemedi. Zaman doğruları gösterdi; Tayyar hoca ve arkadaşları aklandı, yeniden kürsülerine döndüler ve bu sürecin bir öyküsü anılarda yerini alıp iz bıraktı. Düşenin dostu olmak kolay değilmiş. Her şeye rağmen “Enstitülü olmak başarılı olmak demek” ve ben kariyerimde enstitülü olmanın oluşturduğu alt yapının üstüne CINOS öğretilerini de ekleyip “Başarının Formülü” kendimce şekillendirdim. Peki siz başarınızı neye borçlusunuz ?
Enstitülü olmak ve Başarının Formülü
Demem o ki; yazımın ekinde bir kolaj var. Amacı rahmetli Kazım beye ait Bilge hanımın paylaştığı fotoğrafların yanına birer mesaj ekleyip kalıcı ve öğretici olmasına katkı sağlamak. Her şey bir yana; enstitülü olmak bence başlı başına bir başarı ve ben “Başarınızı neye borçlusunuz ?” sorusuna kendi yanıtımı görselleştirerek “Başarı Formülü” nü bir kez daha paylaşmak istedim.
Başarılı olmak her şeyden önce bir “Tutku ve Sabır Bütünlüğü” gerektiriyor. Koşulların yetersizliğinden şikayet etmek yerine “Kararlılıkla, Disiplin içinde Adanmışlığı (3D)” gerek kılıyor. Başarının bu üç bileşenini “Sabır ve Sebat” la “İnat ve Israrla” ve tüm bunların bileşeni olan “Tutku“yla güçlendirmeyi emrediyor. Böylece hem yüz metre koşusundaki hızı hem de bir maratondaki direnci istiyor. Tıpkı bir tarım ilacında aradığımız iki temel özellik gibi: İdeal bir tarım ilacının hem “Vurucu Etkisi / Ani Etkisi” yüksek olmalı ve hem de “Kalıcı Etkisi / Süreli Etkisi” güçlü olmalı. İşte bunun gibi başarılı olma yolunda çaba sarf eden kişinin hem “İnadı” hem de “Sabrı” yüksek olmalı. Başarı formülümün ilk iki girdisi olan formüldeki (3Dx2P) bu demek ve bunları mutlaka akılla, yürekle, emekle ve sağlıkla yapmanın dört yolunda, dört koldan (4H) eylem gerektiriyor. Bunları yapabilirseniz başarınızın ikişerli beş grup içinde (10S) ile kendini ortaya koyacağını garanti ediyor.
Başarı için dışarıda bir şeyler aramak gerekmiyor. Cevher sizin içinizde, siz cevhersiniz ve kendinizi sorgularsanız sahip olduğunuz değerleri etkinleştirip kendi tarzınızla başarıyı ortaya koyarsınız (Self Style). Kendinizi sorgulayıp da farkındalığınızı geliştirip özgüveninizi yükseltirseniz sesinizin çok daha güçlü çıktığını görürsünüz (Strong Sound). Kendinizi sorgulayıp da farkındalığınız artınca daha fazla seçenek olduğunu ve daha iyi seçimler yaparak sürdürülebilir eylemlerle yola devam edersiniz (Sustainable Steps). Kendi tarzınızı, sizi siz yapan yetkinliklerinizi beceriye çevirip güçlü bir ses ve kuvvetli adımlarla yapmak istediğiniz tek bir şeydir aslında: Satış. Nereden çıktı bu satış; neyin satışı; satışla ne ilgisi var ? ve benzeri sorularınız olabilir ve bunu hep yinelediğim şu sözümle yanıtlayayım: “Her birimizin hayatta yaptığımız her şey ya doğrudan satıştır veya dolaylı olarak satışa destektir”. Buradaki “satış”ın ise bir tek sözcükle karşılığı vardır: İkna. Projemizin kabul edilmesini sağlamak bir satıştır. Maaşımıza zam istemek için otoriteye başvurmak bir satış girişimidir. Burada satışa konu olan değerimiz, katkılarımız ve ikna becerimizdir. İyi bir satış elemanı olmak başarı formülünün temelidir. Böylece “10S”in dördüncü ikilisi olan “Sales & Support” başarının en önemli semptomlarından birisidir. Ve geldik kişisel tarzdan başarıyı öykülendiren son beşinci ikiliye: Success Stories / Başarı Öyküleri. Her birimizin anlatacak ne kadar çok başarı öyküsü vardır kariyer yolculuklarımızda. Bugün her şey öyküsüyle kendini ortaya koyuyor. Reklamlara bakın. Her reklam öyküsüyle kendini tanıtıyor.
Sözün özü; benim penceremden, yaşadığım deneyimlerden üç rahmetli müdürümden bohçamda olanlardan birkaç anıyı paylaşmak istedim. Anılarımla kalıcı olan deneyimlerin etkisiyle oluşturduğum başarı formülümün olumlu sonuçlarını enstitüden sonra gerek CINOS sürecinde (1985/2009) ve gerekse bilginin zekatını ödediğim Mustafa Artık Serbest günlerinde hep gördüm. Şükrettim; şükran duydum. Değerli müdürlerimi bir kez daha rahmetli anıyorum. Koronasız günlerde sağlık ve esenlik içinde görüşmek üzere yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü