Yaşam Büfesinde “Yükselen Çıta”

“…Bir zamanlar bir atı ve bir köpeği ile birlikte yaşayan bir adam vardı. Aralarında öyle güzel bir dostluk vardı ki, kıskanmamak elde değildi. Bir gün adam, atı ve köpeği ile birlikte kışlık odunu hazırlamak için ormana gitti. Bir süre sonra hava değişti, karardı ve gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başladı. Derken, bir yıldırım onların üzerine düştü. Adam öbür dünyaya göçtü; ancak öldüğünün farkında değildi…”

Merhaba

Son iki gündür bu üçüncü kez yazma girişimim. İlk ikisinde yazımın sonlarına eriştim. Save’leyip çimlere, çimlerin yeşilinde göz dinlendirmeye gittim. Geri geldiğimde sayfam yine boştu. Bir yerde hata yapmış olmalıyım ki save’leyememişim. Bunda da bir hayır vardır diye hayıflanmadan yeniden yazmaya koyuldum. Bu gün de bir seferde bitmeyecek. Biraz sonra hepimize bir çağrı olacak ve haftalık da olsa inancımızı grupça yansıtmak ve şükürlerimizi sunmak için toplanacağız. Bugün kutsal mekana girdiğimde seçtiğim gözlere bakacağım ve kimin gözlerini benden kaçırdığına dikkat edip 2 Temmuz gecesi evimize ekstra konuk gönderinin kim olduğunu anlamaya çalışacağım. Beden aklı yansıtacak ve kuşku duyduğum kişinin tavrı ispiyoncuyu gösterecek. Peki sonra ne olacak ? Hiç. Değmez !

Temmuz ayına girdik. Çeşme’nin gerçek sıcaklarında bile Germiyanyalımız bir başka serin. Çok şükür. Bugüne dek ayda iki kez uzandığım Adana seyahatim için haber beklerken, yılbaşından bu yana yükselen çıtaya bakıyorum. Gelişmelerden mutlu oluyorum. Gurur duyuyorum. Gelecekten umutlarım sürekli artıyor. Yılın ilk yarısında dört güzel etkinlikte kendini gösteren ve adına “COPCUsPlus” dediğim paylaşılan neşe dolu birlikteliklerimizden kıvanç duyuyorum. Herbirinin görsellerinden montaj dvd ler yapıyorum. Arşivimi zenginleştiriyorum. Birazcık bunlardan söz edeceğim. Odağımda “dostluk” teması olacak. Bu nedenle yazımın girişine yukarıda ilk satırlarını verdiğim kısa bir öykü seçtim. Öykünün tamamını vereceğim. Yazımda esas olarak “konuşma” ya değineceğim. Son Çeşme toplantımızda mutluluğu özümserken sahneye çıkan üçüncü konuşmacının söylediklerinden hissettiklerimi anlatmaya çalışacağım. Bunu yaparken maksat ve uslup uyumumu korumaya çalışacağım.

Yıl nasıl başlarsa öyle gelişiyormuş. Yıl başından hemen sonra (22 Ocak) Kerem’in organizasyonu ile bir düzine COPCU Bursa’daydık. PÜ in düzenledikleri Şelale toplantısında sekseni aşkın dostla COPCUsPlus1 olarak eğlendik. Torunumuz Barış büyümüş; Apaçi dansını ondan öğrendik. İrem’in “damat” oyun havasına ilgisi de o sırada gelişti. Şelale’ye giderken minibüste ve Şelale’de açılışta yaptığım konuşmadaki sözcüklere ve vermeye çalıştığım mesajlara baktım. Toplantı arifesinde evdeki sohbette Sevgili Y.Özdil’den esinlenen “anlayana sivrisinek saz; anlamayana sazı soksan az” deyişiyle; Musto Dede & İrem karelerine “kopan herşey bağlanır; arada bir düğüm kalır” öğretisini de montaj filmime ekledim. Bu da beni yine 2 Temmuz gecesindeki konuşmacı Bay XY nin sözlerine götürdü. Rahibeyi sırtımdan indirebilmek için bu yazıyı yazmayı gerekli gördüm.

Mayıs ayına geldiğimizde (19 Mayıs) bu kez ÖE bizi Güzelbahçe’de topladılar. Çekirdek kadroyla COPCUPlus2 olarak toplandık. Eray Amerika’dan yeni dönmüştü. The COPCUs meme küçültme tekniğini sunmuştu. Yaşadığı serüveni ve kongredeki edinimleriyle ne kadar keyif aldığını kaydettiğim karelerde çok güzel mesajlar gördüm. Yoğun ve yorgun bir haftanın sonunda Dr.Ö nin ev sahipliği nice övgülere değerdi. Bravo. Eğlencenin doruk yaptığı gecenin ilerleyen saatlerindeki sahne performansına bu kez Ümit & İrem damgasını vuruyordu.

Aradan çok geçmeden (24 Haziran) bir sürpriz partiye çağrıldık. Kerem’in doğum gününü Urla’nın Çınaraltı’nda fasıl heyetiyle süsleyerek kutlamaya açan sevgili Z’in organizasyon becerileri her türlü övgünün üzerindeydi. Aferin. Bu kez COPCUsPlus3 ün zenginliğinde Altınköy ve Netdirekt’lilerle elliyi aşkın kişinin eğlencelerine kulaklara üflenen klarnet hakimdi. Tıpkı yetmişli yıllarda Balıkesir’de Hazırolan Hüseyin’in liderliğinde, kendin pişir kendin ye izgara partisinde (hem de devlet memuru olarak) Konya’lı Mehmet’in  kulağına üflenen zurna geldi aklıma. Ortaya konan pasta masasının bir ucunda Kerem ve kucağında komşu kızı; karşı ucunda ise sevgili İrem kırmızı elbisesiyle modern el kol hareketi yapıyor ve muzipçe gülüyordu. Mukemmel kareler.

Bu üç oluşumu gören Nezuş boş durur mu ? Kol ağrıları sürse de becerileriyle mutlu etmeye çalışmaktan geri kalır mı ? Eray profesör olunca, Ümit’in 45 lik olmasına üçgün kalınca, Kerem birkaç gün önce yolun yarısını aşınca Çeşme’de toplanan (2 Temmuz) COPCUsPlus4 grubu da otuzu aşkın dosttu. Müzik sistemi gelişmişti. Etraf çınlıyordu. Ekstra sürpriz konuklarımız da bir minibüs dolusu gelmiş ve fakat oturmamışlardı. Onların gelişiyle gecenin bir saatinden sonra “İzmir’in dağlarında çiçekler açtı“, “Açık alınla çıktık” ve “Mustafa Kemal Paşaya hoşgelişler” söylerken eller havaya, yumruklar sıkılıydı. KÜ nin bileklerindeki “Atatürk” döğmesi bir başka güzeldi. Helal olsun. Moderatörümüz Ü’ di. Gözüm arkada değil. Benden birkaç adım ilerdeler; bir kaç gömlek üstünler. Yakışır abicim. Binlerce şükür.

Güzel bir Temmuz akşam üzerinin kızıllığında başlayan eğlencenin açılışında baba, “COPCU” akrostiş yaparak konuşmasını kalıcı kılmaya çalışıyordu. İlk “C” i Creativity/Yaratıcılık ile ilintiliyordu. Her koşulda sevgili Nezuş’un inancının gücüyle yarattıklarını, tutkularını “dağı delen karınca” öyküsü ile seslendiriyordu. Ardından da iki yıl önce İtalya-Fransa-İsviçre güzellikleri içinde MNC olarak görselleştirilmiş Roberta müziği ile dansı açmıştı. O herşeyi hak ediyor. Benim başarı formülümdeki “3D” nin hepsi (kararlılık/adanmışlık/disiplin) var onda ve bunları “4H” ile yani “Kalp-Duygu/Kafa-bilgi / Kol-beceri / Kuvvet-ruh” ile gerçekten etkinleştirerek “2P” nin (İnat ve Sabır) hakkını veriyor. Bu da benim işimi kolaylaştırıyor. Daha ne ister insan. Dolayısıyla kısa açılış konuşmamda gelenleri de onore ederek (siz gelince kol ağrıları da kalmıyor) teşekkürlerimi açıkca sunma cesaretim bugünlerde biraz daha fazla. Ne mutlu bana !

Benden sonra sahneye çıkan genç, çiçeği burnunda profesörümüz, “iyi ki varsınız; iyi ki benim ailemsiniz” sözleriyle mutluluk ve gururunu ifade edip teşekkür ediyordu. O daha lisedeyken, hem de İzmir Atatürk Lisesi’ndeyken Rotary Klübün düzenlediği güzel konuşma yarışmasına ödül almış bir COPCU. Onunla olabilmek, onun ebeveynleri, eşi, oğlu, kardeşi ve yeğenleri olabilmek ne gurur verici bir kan bağı. Daha da ötesi Ümit’in kutlama mesajında dediği gibi o bizim her zaman “sığınılacak güvenli liman” larımızdan biri. Allah hepsini korusun.

Tüm bu güzelliklerle gaza gelen üçüncü konuşmacı sahne aldığında… Rubigon’u aştığının bilincinde değildi. Tıpkı ISO başkanı Dr.M.Yalçıntaş’ın geçen pazar günü basında yer alan anlatımlarında dediği gibi “niyeti beni yordu”. Aldı başını gitti. Nerelere gittiğini, giderken hangi fincanları kırdığını düşünmeden, zihniyetini yansıtan konuşma yaptı. Grup hoşlandı. Çünkü grup yanındakine dokunan sözcüklerden keyif alıyordu. Aslında laf aramızda keyifliydi de. Ancak açık alanda yapılan ve üçüncü kulaklara ulaşan bir konuşma olduğunu ve sonuçlarını düşünen yoktu. Yakışıksız sözler vardı. Herşey unutulup gidecek ancak akıllarda mürekkep balığının kız kardeşi sübyenin adı kalacaktı. Uyardım. Anlamadı. Alkışlar sürünce daha duyarlı ve tümüyle anlamsız mecralara saptı. Çevremizde bizden farklı kültürlerde vatandaşlar da var ve gereksizliğin olası etkileri çirkindi. Şimdi video karelerine bakıyorum da konuşmada bir tek saygı göremiyorum; bir tek teşekkürün izini bulamıyorum. Grubun ilgisini çekti; aslında tam bir siyasetçi gibi konuşmasını sırf kendine oluşacak ilgiye odakladı. Başarılıydı. Ancak faydadan yoksundu. Yazık oldu.

Böylece 22 Ocak’ta Barış için Bursa’da başlayan COPCUsPlus beraberlikleri 2 Temmuzda Çeşme’de Nezuş’un “(3Dx2P)+4H” eylemleriyle “10S” e erişmişti. Ones (10S) ‘in ilk iki esi, “Self Sytle/Nezuş/COPCUs un Özgün Tarzını yansıtıyordu. Bizi biz yapan nitelikleri sergiliyordu. Bunu da sonraki üçes’i simgeleyen “by Strong Sound & Steps /Güçlü Ses ve Eylem” lerle yapıyordu. Sadece laf yoktu; laf-ü güzaf (boş laf) hiç yoktu. Halep’teki başarılarımızla öğünmüyorduk. Sesimizin gücü kadar da eylemlerimiz vardı. Bunları COPCUsPlus çerçevesinde paylaşıyorduk. Yarıyılda yaşadıklarımız, 22 Ocak-Bursa/PÜ; 19 Mayıs-Güzelbahçe/EÖ; 24 Haziran-Urla/KZ ve 2 Temmuz-Çeşme/MN-All COPCUs olarak ortaya konuyordu. Halep’de ne kadar atladığımızla değil; paylaşılan değerlerimizle rol model olmaya çalışıyorduk. Ne yaparsak yapalım yaşamda tüm gayretlerin ya doğrudan satış veya bir satış destek çalışması olduğunu biliyorduk. Buradaki satışı günlük yaşamda bir kişiye bile olsa faydalı bir şeyi kabullenmesine yardımcı olmak; yaşamı iyileştirmek ve hatta Platon‘un dediği gibi “hayatı oyun gibi yaşamak” olarak algılamanızı istiyorum. Böyle düşünebilirseniz eğer başarı fomülümün sağ tarafındaki ones’in ilk beşini yukarıda açıklamaya çalıştığım anlamını daha iyi kavrayabilir ve sonraki beş es’i de merakla bekliyor olursunuz ki onu da meraklısına sonraki yazımda aktarayım.

Blogumdaki yazılarıma bu kadar ara verince bu yazıda odak kayması olabilir. Hoşgörüle. Bu nedenle elimin altında, gözümün ucunda üç kitap var bu yazıyı karalarken. İlkinin sayfalarına el yazımla yukarıda girişte verdiğim öyküyü yazmışım ve tamamını yazmak için yanımda tutuyorum. Bay Kotler ve arkadaşlarının 2010 yılında kaleme aldıkları ve pazarlama bilimi adına yılların deneyimlerinden damıttıkları öylesine değerli bir kitap ki defalarca okuyup her yerine kargacık burgacık notlar düşmüşüm. Bir yerine “misyonu yaymanın en etkili yolu hikaye anlatmaktır” diye yazmışım. Bu ifadeyi kendime yakın bulmam doğal çünkü blogumun tepesinde “storyteller/öykü anlatıcı = Öykücü” yazıyor. CINOS‘un üçüncü düzeyi olan “S” sürecinin son dört yılında da öykü anlattım ve bana para verdiler. Bu kitapta beni etkileyen anahtar sözcük “algı” ve hemen aklıma bizim iki ustamız girmiş. İkisinin de kitapları çatıda rafımda. Birisi benim yaşımda İsviçre’de kimya okumuş sonra da kendini “algılama yönetimi”ne adamış; diğerini de 2005 de MAS’ta tanımıştım ve sunumundaki “itibar yönetimi” görsellerini de çok beğenmiştim. İkisinin isimlerini birleştirip ASK diye yazıp yanına da şu notları düşmüşüm: “… O algı ustasıydı. İtibar uzmanı ile buluştu. Yaş kemale erince, para ve şöhret gelince hatalarından söz etmek kolay. Zaman aşımı ve kalmayan yiv-set ile artık çatalı sol, bıçağı sağ eline almaktan, fincanı tutarken zerafet gösterisi olarak serçe parmağını hafifçe kaldırmaktan vaz geçti; yemeğini eliyle yemeğe başladı. Onu görenler artık ona hanzo demezler...”

Belki de üçüncü konuşmacı da böyle düşünmüştü. Kimbilir ? Masamdaki ikinci kitap da ünlü J.Gitomer‘in “Evet ! Tarzı” isimli kitabı. Eylül 2008 de CINOS‘un “S” lerine “Tohum” ağrılıklı katılımıyla Afyonkarahisar ve Çanakkale’de iki SSTC öğrenme yolculuğu düzenlemiştim. Dört günlük beraberliğin kapanışında yere oturup herbirine bu kitaptan hediye etmiştim. Herbirine kitaptan birer mesaj alıntısı yapıp sorular sormuştum. örneğin “tekerlek neden gıcırdar ?” gibi. Video karelerinde öylesine güzel anılar var ki…Öylesine bir sayfasını açtım ve 57 nci sayfada karşıma ” tutumunuz bilgeliğiniz yansıtır” yazıyor ve devamında da “önce kendinizi anlayın ki daha sonra diğerlerini anlayıp tepki verebilesiniz. Bu bilinç sizi öyle bir yola sokar ki, o yolda vereceğiniz tepkiler gücünü, düşüncelerinizden alır.” Bu sözcükler de beni aldı yine üçüncü konuşmacının “niyet ve zihniyet“ine götürdü. İlgiyi çekmek adına ne düşünüyor ve ne yapmak istiyordu ? Asıl önemlisi de o anda sahnedeyken ne yaptığını sanıyordu ?

Geçen hafta yeni aldığım ve ilk anda hızla göz geçirip taradığım ve yeri geldiğinde yararlanmak için rafa kaldırdığım bir diğer kitabı da çatıdan alıp getirdiğimi gördüm. Jeanette ve Roy Henderson‘ ın 2008 yılında kaleme aldıkları kitabın adı “konuşma dediğin nedir ki ?”. Beyin ne ararsa onu buluyor. Kitabın 26ncı sayfasında “… Tanık olduğumuz ya da katıldığımız bir konuşmayı, farkında bile olmadan bilgi bankamızdaki doğru olduğunu bildiğimiz bilgilerle karşılaştırır, değerlendirmelerimizi buna göre yaparız. Herhangi biri davranış normlarımıza uymadığı, bilgi bankamızdaki bilgilerle uyuşmayan şeyler söylediği an, içsel tehlike çanları çalmaya başlar. Bu çanlar çalmaya başladığı andan itibaren, ise karşımızdaki insanın ne söylediğini dinlemez oluruz. Çünkü o sırada neyin yanlış olduğunu belirleme çabası içindeyizdir…” Ben de aynen böyle oldum. Ne diyelim ? Yaşamak varmış. Önemli olan ders alabilmek. Çünkü

1.İnsan en büyük hatasını en iyi bildiği konuda yaparmış. Aman dikkat !

2.Brütüs’ün hançeri indirdikten sonra Sezar’ın hayretle açılan gözlerine bakarak “Hiç bir dost göründüğü kadar gerçek dost değildir Sezar” deyişini hatırlatıp yazımın girişindeki öykünün tamamını “dost” odağında verip bitireyim.

“…Bir zamanlar bir atı ve bir köpeği ile birlikte yaşayan bir adam vardı. Aralarında öyle güzel bir dostluk vardı ki, kıskanmamak elde değildi. Bir gün adam, atı ve köpeği ile birlikte kışlık odunu hazırlamak için ormana gitti. Bir süre sonra hava değişti, karardı ve gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başladı. Derken, bir yıldırım onların üzerine düştü.

Adam öbür dünyaya göçtü; ancak öldüğünün farkında değildi. Atı ve köpeği ile birlikte kıraç bir alanı geçtikten sonra inanılmaz derecede susuzluk çekmeye başladılar. Bir süre sonra etrafı duvarlarla çevrili bir bahçenin kapısına geldiler. Kapıdaki bekçiye selam verdikten sonra oranın neresi olduğunu sordular. Bekçi oranın cennet olduğunu söyleyince de adam çok susadıklarını ve eğer cennette su varsa içmek istediklerini söyledi. Cennetin bekçisi, kendisinin cennete girerek istediği kadar su içebileceğini, ancak cennete hayvanların giremiyeceğini, onların kapıda beklemeleri gerektiğini söyledi.

Ancak adam bu öneriye yanaşmadı. Onlar susuz ölürken, ağzından bir yudum bile suyun geçemeyeceğini söyleyerek vakit kaybetmeden başka bir yerde su bulmak üzere oradan ayrıldı. Uzun bir süre yol aldılar. Köpeğinin dili sarkmış, atı sendelemeye, kendisi de düşe kalka yürümeye başlamıştı. Sonunda etrafı duvarlarla çevrili bir bahçe kapısına daha geldiler. Adam oradaki bekçiye oranın neresi olduğunu sorunca “burası cennettir” cevabını aldı. Biraz sıkılarak içerde su içip içemeyeceklerini sordu. “Elbette burası cennet; burada su boldur. Sen ve arkadaşların doyasıya su içebilirsin. Buyurun içeri girin” dedi bekçi.

Şaşıran adam “nasıl olur ? Az önce tıpkı bu bahçeye benzer bir bahçenin yanına vardığımızda oranın bekçisi cennet olduğunu ancak hayvanların giremeyeceğini söyleyerek at ve köpeğimi içeri almamıştı.” deyince bekçi gülümseyerek “Orası cennet değil cehennemdi. Yanıltmak için öyle yapıldı. Oraya ancak dostlarını satarak, yarı yolda bırakanlar girebilir” diye cevap verdi…”

Gerçek dostlarla birlikte, yaşarken gerçek cennetlerde, tıpkı biz COPCUsPlus mutlulukları içinde yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü