Yaşam Büfesinde “Kariyer Şıçraması”

“…Harvard Üniversitesi’nden Dr.E.Banfield elli yıllık bir araştırmadan sonra, yukarı yönlü sosyal ve ekonomik hareketliliğin en kesin ve tek belirleyicisinin “uzun vadeli perspektif” olduğu sonucuna ulaştı. Buna göre, uzun vadeli perspektifin, hayattaki ve işteki başarıyı belirlemede aile, eğitim, ırk, zeka, ilişkiler veya tek başına herhangi bir faktörden çok daha önemli olduğu ortaya çıktı… Motivasyon konusunda seminerler veren D.Waitley şöyle der “kaybedenler gerilim azaltıcı, kazananlarsa hedefe ulaştırıcı işler yaparlar“. Kendinizi belirli konulara odaklı tutun ve kendi geleceğiniz açısından önemli bir fark yaratacak işlere başlamaya ve onları bitirmeye yönelik sürekli bir gayret içinde olun…”

 

Merhaba

Bugün, Ekimin son gününde yine Çeşme’den yazıyorum. Bugün, düşen sıcaklıkla sonbaharın gerçek yüzü görünmeye başladı. Rüzgarlı deniz kenarında ve adada iki saatlik yürüyüş bir başka hazla doluydu. Kuşkusuz Nezuş’la olunca. Soğuğun zamanı gelmişti. Böyle olmalıydı. Hava bunu hakediyordu. İyi de oldu. Bu tarihe yakıştı.  Bugün bu dört yargım beni özel bir konuya götürdü. Bugün, yazımın özel ve bence önemli bir anlamı var. Bugün, bir sıçramayı içimde kutlarken, öykümü önerilerle süsleyeceğim.

Yazdıklarım bir işe yarayacak mı ? 

Kendime sorduğum sorunun yanıtını düşünürken bir fıkrayı anımsadım. Gümrükte dikkati çeken şişkin valizin içinde ne olduğunu soran görevliye verilen yanıt  “kuş yemi” dir. Görevli inanmaz ve valizi açtırır. İçinden kol saatleri çıkar. Görevli şaşkındır “bunları kuşlar yer mi ?” sorusunu sormaktan kendini alamaz ve yanıt daha bir pişkindir: “ben kuşların önüne atıcam; yerler mi yemezler mi; bu onların bileceği şey”. Yukarıdaki girişi “uzun vadeli perspektif” ten “vizyon“u algılayarak Brian Tracy ‘nin “Eat That frog ! /Ye O Kurbağayı” isimli kitabından ödünç aldım.

Şimdi öyküme geçmek istiyorum. Peşinen açıklayayım bugün, yazım biraz uzunca olacak. Uzunluğunun nedeni hem özel amacım, hem de haftaya yıllık toplantıya katılacağım için yazamayacak olduğum bir süre için. Hoşgörüle.

Hayal ediyorum. Hayalimi TOMBULlaştırıyorum ve bakın neler görüyorum:

“…. Kendimi yirmi yaş genç görüyorum. Kırkların ortalarındayım. En iyi bildiğim iş kolunun (sektör) lideri olan kurumlardan birine genel müdür oluyorum. Sağlığım yerinde. Hırslıyım. Heyecanlarım yüksek. Sektörün içinde on beş yıl deneyim kazandım. Hemen her aşamasında görev aldım. Tosundum Kerim oldum. Krizler yaşadım. Başarıların hazzını duyumsadım. Eğitimler geçirdim. Sınırları zorladım. Karşı çıkışlarım oldu. Hatalar yaptım. Geliştim. Farklı Kerimlerle çalıştım. Alıştığım ortamda baş Kerimliği beklerken sıçradım ve kurum değiştirip yeni bir atmosferde baş Kerim oldum…”

Şimdiki aklım olsaydı neler yapardım ?

Aklıma gelenleri sıralı yazacağım diye “top of mind” ları yitirmek istemiyorum. Bu nedenle aşağıda yazdıklarım içerik olarak biraz karmaşık olacak. Hoşgörüle.

  1. Ayna olmazsa yüzümü, dostlar olmazsa özümü göremem” sözüne yürekten inanır ve her fırsatta geribildirim isterdim. Geri bildirim verirdim. Bunu içten ve dürüst olarak yapardım. Böylece yerimi, yönümü sürekli olarak görmeye çalışır ve Milton Erikson‘ın beygiri gibi zaman zaman yoldan saparsam, dost uyarılara kulak verirdim değer verirdim; gereğini yapardım. hem de eleştirilere yürekten teşekkürlerimle.
  2. Bunun için her sabah aynaya uzun uzun bakar ve gözlerimden, yüzümden öteye yüreğimi ve ruhumu görmeye çalışır ve iç sesime önem verirdim. Bunu gerçekten yapardım ve ne zaman başım sıkışsa “sezgi yürüyüşü“ne çıkardım. Kendime sorular sorardım; ve yanıtını bilinçli olarak aramak yerine kendiliğinden gelen iç sinyalleri görmeye çalışırdım.
  3. Aynaya bakarken gülerdim. Daha çok gülerdim. Yüzümden gülümsemeyi eksik etmezdim. Böylece “gülmesini bilmeyen dükkan açmasın” özdeyişine yürekten inanırdım. Kurumumda gülmeyi geliştirirdim.
  4. Bugüne, bu başarılara çok çalışmakla eriştiğimi kuşkusuz unutmazdım. Ancak bundan böyle çok çalışmakla hem sağlığımı riske atacağımı hem de yeterince yararlı olamayacağımı hiç unutmazdım. Bunun yerine her sabah bir saat erken kalkıp kendim için bir “kutsal saat” ayırırdım. Bu saatte ya meditasyon yapardım; ya müzik dinlerdim, yaz yazı yazardım. Açıkçası potansiyeli açığa çıkarmada çalışmanın ötesinde yetkinlikleri geliştirirdim. Bu saatin önemi için Bay Sharma’nın “kendini uyandırmak” isimli seminerine ait üç saatlik dvd kaydını defalarca izlerdim. Tercihim müzik olduğu zamanlar rahmetli O.Welles’in “I know what it is to be young but you, you don’t know what it is to be old...” sözlerini yaşlanmadan söylemenin yollarını arar bulurdum.
  5. Sabah erken kalkabilmek için iş arkadaşlarımla gece kahvelerindeki yorgun saatlere son verirdim. Televizyon izlemezdim. Olumsuzluk dolu haberlerden uzak kalmaya çalışırdım. Aileme daha çok zaman ayırırdım. Çocuklarımın baş Kerimliğimden mutlu olmalarını sağlardım. “Keşke”lere yer verdirmezdim.
  6. Sabah iş yerine geldiğimde hemen odama girmez “tanerleşerek” benden önce gelmiş olanların masalarına, odalarına tek tek uğrar, özel kılarak zenginleştirdiğim “günaydın”larımı paylaşırdım. Böylece sosyalliğe örnek olurdum. Günün devamında ve gereğinde ertanlaşarak, işin takibinde yerine göre kırbaç, yerine göre havuç kullanırdım. Açık olurdum, Esnek olurdum. Bunun için…
  7. Önce kendimi tanımaya gayret ederdim. Güçlü ve zayıf yönlerimi dürüstlükle öğrenirdim. Eriştiğim sonuç ve yargıları özellikle istediğim geribildirimlerle konfirme ederdim. Bunlarla yüzleşmekten korkmazdım. Bunun için herkese geribildirim alma ve vermede, bunu sürekli yapmada örnek olurdum. Şu söze yürekten inanarak bunu yapardım: “eleştirilmek acıdır ancak; eleştirilmemek çok tehlikelidir“.
  8. Kendimi tanırken, karşımdakine, ekibime ve kurumuma liderlik etmeye çalışırken Dr.K.Blanchard’ın yirmi yıllık”situational leadership” ini ve iki sene önce yayımladığı “liderlikte çıtayı yükseltmek” isimli kitabındaki yıllanmış ve kabul görmüş prensipleri öğrenir ve uygulardım. Bu liderlik kurallarını daha iyi öğrenebilmek için Dr.Blanchard’ın yirmiyıl önce Dr.S.Johnson‘la birlikte kaleme aldıkları üç ciltlik kitabını, “Bir dakika yöneticisi” kitaplarını alır iyice okurdum. Bu okuma seanslarında yıllar sonra Dr.S.Johnson‘un yazdığı “peynirimi kim çaldı ?” ne demek olduğunu daha iyi anlar ve ardından da “Buzdağımız Eriyor” cep kitapçığıyla öykülendirilmiş liderlik ve değişim önderliği becerilerimi keskinleştirirdim.
  9. Gençliğimin heyecanlarıyla etkinliğim yüksekken sevgili A.Ş.İzgören‘in öğretilerine hevesle bakar ve “gözlerde bir ışık yaratabilmek” adına her gece yatağa girmeden önce “bugün kendim için, kurumum için, ülkem için, insanlık için neler yaptım acep ?” diye kendimi sorgulardım. Tıpkı üç temel sorunun özgün yanıtlarını aramak gibi: İyi, Zor ve Farklı.
  10. Bu kitapların öğretilerini, Jim Amcanın “Good to Great“ındaki dört metaforla bütünleştirir ve “SynGreenBook” taki 32 küçük beceriyle etkinleştirirdim. Güven Kargo’daki Mustafa’nın öğretilerine de kulak verir ve insanların görsel, işitsel ve kinestetik ağırlıklı iletişimlerine uymada katılığı bırakır; esnek ve uyumlu olurdum.
  11. Tüm bunları yaparken egomu kapıda bırakırdım. “Ben herşeyi bilirim; ustayım” dan daha çok; 1963 yılında İzmir Atatürk Lisesi bitirme sınavlarındaki baraj olan kompozisyon dersinin sorusu olan “ben bir şey bilirim; o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözüne dönüp bakar ve Bay Sokrates‘e teşekkür ederdim. Hem de yürekten inanarak…
  12. Yazıma “teşekkür” sözü takılmışken; görevi gereği bile olsa her başarıya ve hatta başarısızlığa teşekkür etmeyi alışkanlık edinirdim. Hatta on sözcükle kurduğum dört sihirli tümceyi her gün en az on kere kullanacağıma dair kendime söz verirdim. Böylece etrafıma pozitif enerji yayar ve işin getirdiği güncel zorlukları, olumlu tutumla aşmayı aşılardım.
  13. Hata yaptığımda teşekkür ederdim. Hatta kimi zaman özellikle hata yapardım. Adobe Pro3 le montaj yaparken yaşadığım bilgisizlik sıkıntılarımı anımsıyorum da Kerem’in niye bana çok fazla yardımcı olmadığına şimdi hak veriyorum. Hatalarımdan daha çok öğrendim. Öğrendiklerim içsel öykülere döndü. Unutmadım. Her gün adım adım gelişmeyi sürdürdüm.
  14. Dokuzuncu maddede yazdığım “ustalık yürüyüşü” konusunu Bayan Aker‘in öğretileriyle daha fazla önemserdim. Kendimi sürekli çırak görür ve acemiliğin avantajlarını kullanırdım. Her gün adım adım gelişmede Dr.Deming‘in “Kaizen“ini yaşam biçimim kılmak için çırpınırdım.
  15. Bugün baş Kerim olduğuma bakarken rahmetli Churcill‘in “ne kadar geriye bakarsanız o kadar ileriyi görürsünüz” sözüne bakıp Tosunluğumun öğretilerini ekibimle paylaşırdım. Öğretirken öğrenirdim. Öykülerle öğrenirdim. Geçmiş-gelecek uzantısında şimdinin gücü için Apple’ın CEO’su Bay Jobs’ın “aç kal budala kal” görselindeki üç önemli dersten biri olan “geçmişe bakmadan geleceğe uzanan noktaları birleştiremezsiniz sözünün “altını çizerdim.
  16. Mutlaka sosyal bir zincir içinde yer alırdım. MORAL topluluklarından birinde aktif olarak yer alır ve “networking” im kadar etki alanımı, ilişki gücümü artırırdım. Bu gelişmenin işaretlerinden olarak teklif edilen, ısrar edilen akşam üzeri moral anlarını paylaşır; on dakika ayırır ve “selection” la duygularımı paylaşırdım. Böylece Dr.D.Goleman’ınduygusal zeka” sına yaklaşır ve Sevilen‘in Centum‘unu Bay Enis Güner‘le değerli kıldığım birliktelikte özel konuklarımla paylaşacak kadar şarabın uzmanı olmaya çalışırdım. Hatta bunu vesile bilip Akhisar dolaylarına yolum düşerse “Selendi“yi de tadar ve sahibi Akın Öngör’ün genel müdürlük deneyimlerinden de kadehteki kırmızının çarpıcılığı kadar pay kapardım.
  17. Kurumsal kültürü oluşturmada, kurumsal akıl arşivini kurmada öykülerle öğrenmeyi yaygınlaştırırdım. Geçmişte “hadi canım sen de” diye küçümsediğim “bana öykünü anlat” ya da “gel bu ay komiteye katıl” yaklaşımlarını “nasıl etkili kılabilirim ?” diye düşünüp bir kez daha gözden geçirirdim.
  18. Hata yaptığımda iki kere şükrederdim. Birincisi bana öğrenme fırsatı yarattığı için diğeri de “özür dileme” olanağı sağladığı için. Özür dilemekten korkmaz; bilakis bunun için büyük bir heves sergilerdim. Ancak özrümü rahmetli Prof. Randy Pausch’ınSon Ders“indeki “gerçek özrün üç aşaması” ile dilerdim.
  19. Hatalar, öyküler, özürler, geribildirimler,.. ile kurum kültürünü oluştururken, iş yaşamının acımasız koşullarını, beklentilerini gözardı etmez ve bölümlerarası çekişmeleri en aza indirgeyebilmek için kurumdaki her eylemin ya “satış” ya da doğrudan veya dolaylı “satış destek” olduğunu her gün, her eylemde defalarca vurgulardım. Böylece “ben senden daha önemliyim” yargısının ve çatışmasının kökleşmesine izin vermezdim.
  20. Kişilerin amaçlarıyla kurumun amaçlarını bütünleştirirdim. “Çerçeve Çalışmaları“ndaki “shield/kalkan” ları etkinleştirirdim. Bunun için kurumumun liderlik modelini oluştururdum. Tüm bu çabalarda bugün INSEAD’lı olan Prof.C.Kim’in “Mavi Okyanus Stratejisi” ni ya da ondan on sene önce Harvard’lı iken kaleme aldığı “Fair Process/Adil Süreç” kavramını odağımda tutardım. Böylece eylemlerin sahiplenilmesini sağlardım.
  21. Kazanılmış her deneyimden en fazla faydayı sağlamak için yazardım. Yazmayı teşvik ederdim. Sabah notlarına önem verirdim. Bu amaçla rahmetli P.Drucker‘ın tüm kitaplarından derlenmiş 365 günlük mesajı içeren “Gün Gün Drucker” kitabının öğretilerine mutlaka kulak verirdim.
  22. Kitaplarım bu kadarla kalmazdı. Özellikle Prof.M.Watkins‘in “İlk Doksan Gün” isimli kitabındaki öğretilerle yeni kurumumdaki kerimliğimin etkilerini ilk üç ay içinde gösterirdim. Bunun için ayak izlerime bakardım. Bu bakışta Bay Covey‘in son kitabındaki “4L” öğretisini tıpkı mesleğimdeki tırtılın dört yaşam döneminde gömlek değiştirmeye benzetirdim. Bu benzetmede bir yanda “kelebek etkisi”ni unutmaz; diğer taraftan Elginkan Vakfı’ndaki öğrenme yolculuklarımda edindiğim “Kelebeğin Dersi” ni e dikkate alırdım. Bay Covey’in bu kitabını elime almışken ekindeki 10 filmlik vcd den mutlaka “Çalkantılı Sular” filminden “İlke Merkezli Liderlik” konusuna da yoğunlaşırdım.
  23. Kulak vermek” sözünü çok kullandım. Demek istediğim “gerçek dinleyici” olurdum. Dinliyor gibi görünürken, dün gecenin yorgunluğundan kapanıp giden gözlerimin, düşen göz kapaklarımın utancından sıyrılmak için “iş/aile dengesi” ne dikkat ederdim. Aktif dinleme, etkin dinleme, empatik dinleme, sinerjik dinleme öğrenme yolculuklarına çıkmaktan çekinmez ve özellikle “ben biliyom abicim” den sakınırdım. Kendime derdim ki” biliyosan yap da görelim“. Kendimi izlerdim. Hatta video kayıtlarından…
  24. Yine rahmetli Dr.Drucker‘ın 95 yıla sığdırdığı öykülerinden kurumumun başarıları için “Yapı/Sistem/İnsan” üçlüsüne uzun uzun bakardım. Ortak akılla aldığım kararları uygularken “Bilgi/Beceri/Tutum“ları düşünürdüm ve kendime o üç temel soruyu sorardım; herkesin de kendisine sormasını sağlardım. Çalışanların kendilerini ne kadar “RAW/Cevher” görebildiklerine bakardım ve algıların değerlendirirken Sayın Ali Saydam‘ın “Algılama Yönetimi” kitabını okurdum.
  25. Forbes, Capital ve Executive Excellence dergilerine abone olur; en azından Capital’de Bay Welch‘in “kazanmak” başlıklı köşe yazılarından, Harvard İş Okulu‘nden seçilmiş yazılardan ve ek olarak verilen “iş kitapları özetleri“nden ay ay zenginleşirdim. Executive Excellence’in tanıtımı için Ekim 1997 sayısından yapılan alıntı ile Bayan G.Ö.Ocakoğlu‘nun “yarış atları” isimli makalesini bir sonraki yazımda ele alacağım. İşte tam bu noktada bir Hasidi deyişini buraya almak istiyorum: “Herkes, kalbinin kendisini nereye çektiğini titizlikle gözlemlemeli ve ondan sonra da var gücüyle o yöne atılmalıdır”. Bu bağlantılarla sözün özü, kritik kararlar verirken kalbimin sesini daha bir iyi dinlerdim.
  26. İnsan“a odaklandığımda, “Yüksek Performanslı Ekip“ler kurmayı temel amacım edinirdim. Bunun için acımasız olurdum. Bay J.Welch’in 90/10 kuralını açıkça uygulayacağımı deklare ederken “havuz” larla kıvırmazdım ve açıkcası dipteki %10 larla kurumsal tökezlenmeleri önlemek için cesur olurdum. Bunun için de Prof.İ.Barutçugil’in “Performans Yönetimi; Bilgi Yönetimi ve Yöneticinin Yönetimi” isimli üç kitabını bilimsel temellere dayalı pratik olarak okurdum.
  27. Hedefimi çizerken, hedefe giden yoldaki ustalıklarımı ölçümlerken, hedefe ulaştığımı sandığım andaki başarılarımı değerlendirirken önce şu an “neredeyim ?” sorusuna yanıt arardım. Bugüne eriştiren düne ait görünümü de ele alırdım. Düne, bugüne ve benimle yarına, katkılarımla yarına ait üç temel değeri sürekli irdelerdim; hele bir de borsa nedeniyle tüm gözler üzerimde ise… Bu üç temel değer: Kârlılık, Rekabet gücü ve İtibar olurdu. İtibar için de gerekirse sayın Kadıbeşegil‘den yardım alırdım.
  28. Yapısal sıkıntıların ve özellikle satışın dağıtım kanallarında gelişim ve değişime uyum sağlamayan yapıları elimine etme çabamda “strateji tuvali” mi “VIP-ERIC” kriterleriyle netleştirdim. Ulaştığım yargıları test ederdim.
  29. Hemen bunların başında yapacağım ilk iş; “inbox’ımda yanıt bekleyen 250 mesaj var” diye önemli olduğumu megafonla ilan etmek yerine, hiçbir iletiyi bir gün yaşlı kılmadan tıpkı Oyak Gn.Md.İbrahim Aybar’ın “Mükemmeli Arayış Sempozyumu“nda ortaya koyduğu gibi, beni hiç tanımadan bir isteğimi yerine getirirken kanıtladığı gibi “inbox”ımı sürekli boş tutacak şekilde kişiye, ilişkiye ve iletişime değer verirdim.
  30. Haksızlık etmekten korkardım. Bunun için önce herkesin 7/24 açık olan yaşam büfesinde sıraya geçerek self servis olan başarılar erişme olanağını eşit kılardım. Bunun yolunun da SSTC öğrenme yolculuğu olduğunu kabullenirdim. Bu yoldaki deneyimlerimi “izleme çalıştayları” ile günlük yaşamın parçası kılardım. Böylece çalışanların öğrenmek için gösterdikleri gayreti uygulamak için göstermelerini de işlerinin, rollerinin, sorumluluklarının bir parçası kılmalarını zorlardım.
  31. Bunun için Sanovel’in 2002 yılında (!) tüm çalışanlarına dağıttığı Brian Tracy’nin “Be A Sales Superstar” cep kitapçığındaki 21 kuralla ve hatta buna yine aynı yazarın “Eat That Frog !” isimli kitapçığını da ekleyerek herkesin başarı öykülerini kurumları adına şekillendirmelerine katkı sağlardım.
  32. Tüm bunları yaparken “yere sağlam basmak; oyunu kuralına göre oynamak; ayakta kalmak-hayatta kalmak” adına “Food  by Foot” umu simgeleyen kurumun bölümlerini, bölümlerin eylemlerini bütünleştirmede bir ayak tabanındaki beş güç kaynağını bütünleştirirdim.
  33. Bay Welch‘in tekniğiyle, önceki kurumumun çerçeveleriyle çalışanlar arasındaki açık ya da gizli rekabet körüklenirken asıl olarak insanların kendilerine dönüp de üç temel soruyu sorarlarken MASlaşmalarını dört temel unsurda ölçümlemeye çalışırdım. Böylece yönü belirlerken pusulayı, sonuçlarla yönetirken saati, potansiyeli açığa çıkarırken tulumbayı, üst sınırı oluştururken tulumu her olguda, her üvertürde, her finalde mutlaka kullanırdım.
  34. “Emeksiz yemek olmaz” ya da İngilizce ifadeyle “no gain without pain” sözüyle “BeE/Be Effective/Etkili olmak” için “sabır/sebat/inat/tutku” sözcüklerinin “P”lerini başarı formülümde yere sererdim. Yerdeki formüle kimlerin baktığına, kimlerin görmezden geldiğine ve asıl önemlisi kimlerin gelip de “bu nedir ?” diye sorduklarına dikkat kesilirdim.
  35. Pazarının acımasız koşullarında oyunun kurallarına uymak için “MO/Mutually Obligation” da kerimliğimin sertliğinde yönetim becerilerimi; “akıllı büyüyerek gelişmek” çabalarında ise “Sur/Petition: Rekabet üstü” olma yolunda yaratıcı enerjiyi açığa çıkarmada tosunluğumun eylemlerimde “hizmetkar liderlik” becerilerimi bütünleştirerek ortaya koyardım. Bununiçin de öncelikle E.D.Bono‘nun “Sur/Petition” kitabını okurdum.
  36. Yazımın girişindeki “yukarı yön” ya da “uzun vadeli perspektif “dediği aslında “vizyon” demek. Madem ki baş kerim olarak bir misyonu üstlendim; madem ki “burada varlığımın nedeni ne abicim ?” diye kendime açık yüreklilikle soruyorum; o halde benimle özdeşleşen, adım geçtiğinde beni çağrıştıran bir “vizyon” ortaya koyardım. “Beğenseler iyi olur ama; herkesin beğenmesi şart değil”  diye düşünüp gayretlerimi azaltmazdım. Bu arada hissettiğim “mış gibi yaşamları” da gücüm yeterse gerçeğe çevirirdim. Beğenmediğim halde önceki kerimliğimde destekler göründüğüm, aslında Bursalı Terzi Sadık benzeri görüntü ile desteklemediğim net olan iki örneği şimdi bir başka düşünürdüm. Yerlinin “Clup” kavramı ya da sonraki yabancının “serüven” çerçevesinden esinlenip ben de yapıyı değiştirirken, sistemi geliştirirken ve insanı etkinleştirirken bir “deneyim“i pazarlar ve bunu “vizyoner liderlik” öngörüleriyle şekillendirirdim.
  37. Bu açılımda Dr.M.Gelb‘in “Dehanızı seçin“isimli kitabındaki on seçenekten seçim yapardım; belki de K.Colomb’u seçip “dikine gitmeyi” ya da rahmetli Gandhi’yi seçerek “pasif direniş“i yeğlerdim. Bu seçimler sonuçta tavrımı ve sabrımı şekillendirip geleceği yapılandırmamı gösterirdi.
  38. Tavır ve Sabır” işte beni anılara götüren iki sözcük. Birkaç nesil önceki baş Kerimin tavrına ve sabrıma hayrandım. Hani İstanbul’da Bağlarbaşı’nı aşıp sahile inersin, ünlü bir İstanbul semtine varırsın ya; hani oraya giderken bir mendil bulup, katibi ararken içine lokum doldurursun ya… İşte oralı baş Kerim tam bir pokerci stiline sahipti kimi olaylar ne denli olumsuz olsa da can sıksa da hiç belli etmezdi kızgınlıklarını. Ta ki kritik bir süreçteki iki olgu onun gardını düşürünce anladım ki “aman ha ! Sakın ha ! Allah korusun ha !” diye dua etmek şartmış. Pekçok baş Kerim gibi o da verilen sözü tutmaktan vazcaydığı bir andı; bir dönemdi. Biz iki Tosun olarak söz verilen bir konudaki beklentilerin karşılanması ısrarımızı sürdürünce elini masaya vurup “bizi buraya yönetici yaptılarsa biz doğrusunu biliriz” demesi benim tüm inançlarımı yıkmıştı. Yine de gülümsemekle yitindim ve birlikte olduğum arkadaşım özür dilerken, ben “özür dilemiyorum” demiştim. Bugün olsa yine özür dilemezdim. Özür dileyecek birisi varsa o da masaya gereksiz yere yumruk atan olmalıydı. Baş Kerim de olsam “doğrusunu bilme“de bu denli kesin olmazdım. İkincisi de birkaç ay sonradır. Bu süreç ikinci global birleşmenin getirdiği ve bu kez paylaşımlarda kuyruk acılı geçmişin hesaplarına dayalı çekişmenin etkileriyle dolu zor günlerdi. Grup zorlukların orta yerine takdir edilmek beklentisindeydi. Bir orta kademe Kerim-Tosunun (YY) toplantıda dile getirdiği bu beklentiye baş kerimin yanıtı tek bir sözcüktü: “Nankörler“… Oh my God ! Aman Allahım. Yandı gülüm keten helva. Bundan böyle ağzınla kuş tutsan işe yaramaz. Bir çuval incir berbat oldu. Yazımın bu maddesi uzadı; farkındayım. Hoşgörüle. İşte bu iki örneği hiç unutmaz ve bu “güçlü olmanın tuzakları“na düşmemeye gayret ederdim.
  39. İşte tüm bunlar sonunda yeni kurumumdaki baş Kerimlikle katkılarımın ne muazzam olduğunu gösterir ve kurum kültürünün de zorlamadan oluştuğunu anlardım; anlardık. Böylece müşteriler benimle özdeşleşen yeni kurumumun “stil“ine bakarak “karşılıklı kazanma” platformunda buluşmaya heveli olurlardı.
  40. Yaz yaz bitmez abicim. Ben en iyisi bu öyküyü burada keseyim ve film montajıma devam edeyim.

Zor işmiş be abicim. Ben buraya kitap okumaya mı geldim ? Temel görevlerimden bunlara zaman mı kalır ?

En iyisi ben 65 de kalayım; rahatımı bozmayayım. Yola yeniden başlamayayım. Başa dönen yolcu olmayayım. Bilinen Temel fıkrasında olduğu gibi “entellektüel “olma uğruna bilmediğim şeyleri kafama sokmaktansa …”

Yolcu yolunda gerek abicim. Kariyer Sıçraması yapanlara Allah kolaylıklar versin abicim. Her işin bedeli var. Hiç bir say boşa gitmeyecektir.

Baş Kerimliğin gerekleri için gençlere “4H” ile eylemlerini etkin ve etkili kılmaları için öğrenme yolculuklarında yollarının hep aydınlık olması dileklerimle.

Öykücü