“…Nedense kendimizi hep başladığımız kitabı bitirmek zorunda hissederiz. Güçlükle kazandığımız paramızla aldığımız kitabın sonuna ulaşmazsak içimizi büyük bir suçluluk hissi kaplar. Ancak her kitap tümüyle okunmayı hak etmez. Bazı kitaplar tadına bakmak içindir, bazıları yutmak çok azı da çiğneyip hazmetmek içindir; yani kimi kitapların bazı bölümleri okunur, ancak çok az kitap da dikkat ve özenle okunmalıdır…Eğer bir kitabın ilk üç bölümünü okuduktan sonra kayda değer bir bilgi edinmediğinizi düşünüyorsanız ya da kitap ilginizi çekmeyi başarmadıysa, kendinize bir iyilik yapın kitabı bir yere koyun ve zamanınızı daha iyi değerlendirin. Nasıl mı ? …”
Koronalı günlerde Çeşme’deki kış yaşamımızda MEMATSOL ile rutinlerimizden keyif alabilmek
Merhaba
Yanıt net, basit ve kolay : Başka bir kitap seçin.
Bugün yeni kısıtların etkisi altında güneşli bir cumartesi. Havalar biraz daha soğudu. Yine de “part time” çalışan kalorifer yetiyor ve henüz şömine yakmadık. Daha soğuk günler olacak ve biz buna hazırız. Yetmişi aşan bizler için her gün verilen üç saatlik serbest zaman pek çok açıdan bize yetiyor. Geri kalan saatlerde gerek bahçe, gerek camlı bölme ve gerekse artırılmış gerçeklikle sanal ve fiziksel ortamların bütünleşik etkisi disiplinli rutinlerimizden aldığımız keyif ve hazzı azaltmıyor. Allah herkese sahip olduğumuz değerlerin benzerlerinin farkına varma iç görüsü versin.
Yazımın girişindeki kısım Francis Bacon‘dan bir alıntı ile R.Sharma‘nın “Sen Ölünce Kim Ağlar ?” kitabından. Önerinin gereğini yaptım. Birkaç gün önce, on altı yıl öncesinin (2004) öncül (2003) ve ardılında (2005) kitaplığıma giren üçlü bir seri kitabı çatıdan alıp camlı bölmeye indirmiştim. Bunları “seri” dememin nedeni “Mor İnek“li oluşlarıydı. Yeniden elime düşmesinin basit bir nedeni vardı: Neden ülkemde muhalefet erken yenilikçileri %5 lik etkisini aşamıyordu ? Daha açık bir pazarlama ifadesiyle nedeniyle “Vadiyi Aşmak” becerisini gösteremiyordu ? İşte bu “Vadiyi Aşmak” deyiminin sahibini bulmak için Seth Godin‘in “Mor İnek” kitabının öncülünü aramaya başladım. Seth bey kimden, hangi kavramdan yararlanarak “Mor İnek” kitabını şekillendirmişti ? Aklımda bir isim vardı; ama özellikle yazılışı ile net değildim. Çatıya çıktım. Hem Seth beyin hem de çok beğendiğim, genç yaşta vefat eden, rahmetli Prof.Dr.Arman Kırım‘ın “Mor İnek” serisi ilk iki kitabını alıp aşağıya indim. Kışı Çeşme’de geçirmeye karar verip de özellikle “sıcaklığı (ısı demek yanlış mı olur ?) muhafaza” için merdiven başına bir kapı daha yaptırınca çatıya çıkıp inmede daha fazla kapı açıp kapamak gerekiyor. Bunu neden yazdım ? Kapı açıp kapamak zor bir iş mi ? Bence “yeni kapı” dan söz edebilmek için; “Yenikapı” özlemiyle… Aradım ve buldum: Geoff Moore. Benim “Vadiyi Aşmak” dediğime Bay Moore “Crossing the Chasm / Uçurumu Geçerken” demiş. Ve bakın ben 2004 yılında CINOS’taki üst düzey görevimi sevgili dostum AK’e devrederken ve Mısır’daki (Şeyhin Sakalı’nda) yıllık toplantıda “Tosun (BHG) ve Kerim (MC)” in hazırladığı “Cesur Adamlar” kolajını sunarken Seth beyin kitabını nasıl okumuşum (aşağıdaki jpeg).
Bazı kitaplar hazmedilir ( Mor İnek / 2004)
Gelelim Koronalı Çeşme güz ve kışında neleri nasıl yapıp da yaşamı kolaylaştırmaya çalıştığımıza…
MEMATSOL ne demek ?
“MEsafeMAskeTemizlik Üçlüsü”nü tek sözcüğe bağladım: MEMAT ve anlamı da amaca tam uyuyor: Ölüm. Kimse bilmiyor ölüm ne kadar yakınımızda, ne kadar uzakta, nerede ve nasıl ? Merak etmek de anlamsız. Önemli olan ona hazır olmak. Bunun için de nefes aldığın her anın değerini bilmek. Hele bir de koronalı günlerde kısıtlanın günlük yaşamın rutinlerinden keyif alabiliyorsam; daha ne ister insan ! Böylece hep yinelediğim “yaşadığımız her gün hak ettiğimizin bir fazlasıdır” sözüne tam bir inançla yola devam ediyorum. Yanımdakileri de keyfi ve konforu bozmayacak bir “disiplin (D2)” ile beraberimde sürüklüyorum (!). Yaptıklarımı, yapabileceklerimi, yapmakta zorunda olup da yapmayı istediklerimi düşündüm ve bir zamanlar kullandığım “Otaku” sözcüğünü anımsadım. Japonların bulduğu bu sözcüğün “hobiden büyük saplantıdan küçük şeyler” için kullanıldığını hatırladım. Çeşme’de Kasım 2020 deki hüzünlü güzden nasip olur da Mart 2021 de rahatlatan bahara erişmek için gün ışığında ve gecenin loşluğunda neleri nasıl yaparsam daha huzurlu, keyifli bir kış geçiririm diye düşündüm. Kolajıma birkaç görselle birlikte eklediğim beş parçayı “MEMATSOL” ile yansıtmaya çalıştım.
1.Artırılmış Gerçeklik (MC/
2020 Düşünen Adam)
Birol Güven, Ümit Ünker’le bu “Artırılmış Gerçeklik” başlıklı bir söyleşi yapıyor ve orada elindeki akıllı telefonu kitaba tutan genç Ümit telefonda ortaya çıkıp konuşuyor (https://www.youtube.com/watch?v=eXsl8oey8-I). Ben rutinlerimden sıkılmadan, yaşamı sadeleştirmek derken bunu kast etmiyorum. Ben bugün Çeşme koşullarda “Sanal/Fiziksel Sistemler (SFS)” bütünlüğü içinde bir şeylerin rutinleşirken “bıkkınlık vermemesi” için yapmaya çalıştıklarıma bakıyorum. Amacım geleneksel kitap okuma zevkinden yoksun kalma pahasına okumaya kolaylık getirmek değil. Böylece okuma işlevinde katlanageldiğimiz güç ve niyet kullanımından vazgeçerek daha çok bıkkınlıklara girmek istemiyorum. Bunun yerine elimdekilere bakıyorum ve kitap, telefon, tv, laptop, Netflix, Amazon, Tivibu gibi pekçok yolun keyif bütünlüğünde dengeli bir bütünlüğünü arıyorum. Bunu yaparken Nezuş’la mekan ayrımına gidip evdeki dört televizyon aygıtının parçalayıcı etkisinden sakınmak istiyorum. Bunun tek yolu da “Ortak Seçim” ve “Özveri”. Yaptıklarımız her zaman yapmak istediklerimiz olmuyor. Topu topu iki kişiyiz artık Çeşme’nin güz ve kış yaşamında. Evden içeri artık üçüncü bir kişi girmiyor. En fazla camlı bölmede “MEMAT Kuralları“na uygun olarak ara sıra, nadiren dört kişi oluyoruz (Bülo ile kahve keyfi gibi). Bu “dörtlenme” de pek yakında “dertlenme” olmasın diye sıfırlanmaya mecbur kalacaktır bu gidişle. Bu nedenle elimdeki ve gönlümdeki laptopa ayırdığım zamanla, birlikte televizyon izleme zamanını, ikimizin de ellerindeki akıllı telefonların sanal ortamıyla gözümüzün önünde denize ve Sakız’ın siluetindeki ufuklara uzanan güzelliklere ayrılan zamanı dengelemeye çalışmak bence “işin sırrı”. Bu nedenle ben sanal ortamla fiziksel gerçeklerin koronalı Çeşme günlerinde bütünleştirilme becerisine “Artırılmış Gerçeklikle Yaşamak” diyorum. Bunu yapmaya çalışıyorum. Beş konuya da kısa kısa değindikten sonra yazımın sonunda “rutinlerimin oranlarını” özetlemeye çalışacağım.
2.İşleri Eğlence Yapmak (EC/2020: Zorlukların orta yerinde mutlu olabilmek)
Ailemizde (C13) iki hekim var ve koronalı günler en çok onları korkutuyor. Korkuları doğrudan olmadan çok dolaylı etkilerinden sakınmadaki olası yetersizliklerle baş edememek. Daha basit anlatımla biz yetmişi aşanlarla, rutinlerden sıkılan gençler karmasına işin ciddiyetini anlatırken “MEMAT Uygulaması”na uyma konusunda vereceğimize açıklar, gedikler nedeniyle daha bir fazla yaşadıkları sıkıntı. Çünkü onlar önlerinde daha çok yol ve zaman varken, mesleklerinin zirvesini yaşarken, hekim olmanın yaşama kattığı değerleri artırırken genç yaşta emekliliğini isteyecek derecede korona korkusunun gerçeği ile yüzleşirken hangimize ne kadar söz geçirip de riskleri minimize etmede kuşkuları oluyor. Buna rağmen sevgili Eray’ın gözlüğü alnının üstünde ve yüzünde gülümseme varsa verdiği temel mesaj: Her şey sizin ellerinizde oluyor. Buna bakarak, bizim için verilen bunca emeğe şükrederek Çeşme’nin kışında neleri, nasıl yapıyorum da rutinlerimi eğlenceli kılmaya çalışıyorum.
Günüm(üz MNC) genel olarak 08-19 arasında kapalı ortamın dışında, gün ışığı altında geçiyor. Yaz günlerinde bu süre 08-23 e kadar dış mekanda; hatta camlı bölmenin dışında, salıncaklı teras altında geçiyordu. Bu zaman dilimi içindeki eylemlerin oransal dağılımını daha sonra netleştireceğim. Gün geceye kavuşuyor. Artık saat on sekiz civarında akşam ezanı okunuyor, havanın kararmasıyla bahçenin tüm duvarlarını kapsayan tasarruflu led ışıkları otomatik olarak yanıyor ve biz kapalı ortama, salona çekilmek için camlı bölmede daha bir saatimiz kalıyor (19-23). Kapalı mekanda uykudan önceki bu dört saat televizyon seyretmek ve içine sıkıştırılmış kimi “zorunlu yaşam keyfi eylemleri” (!). Ya böyle bırakıp “arif olan anlar” demeliyim ya da daha dikkatli sözcüklerle biraz daha netlik kazandırmalıyım. Bunu biraz düşüneyim. Bu sezonda eğer televizyonda “Masumlar Apartmanı, Sadakatsız veya Menejerimi Ara” dizilerinin günüyse yan yana aynı koltukta otursak bile benim kulağımda kulaklık ve kucağımda laptop olmak üzere “Fiziksel Ortamda Bir / Sanal Ortamda İki” birey oluyoruz. Buna ikimizin de itirazı yok. Önemli olan rutinlerimizden keyif alabilmek. Çünkü kış geceleri daha uzun olacak ve artık “Kestane Kızartıp, Darı Patlatarak Bin bir Gece Masalları” ile geçmeyecek bu uzun geceler. Bıktırmamak gerek; usanmamak, usandırmamak gerek. Rutinlerden keyif almak gerek.
Akşam geceye dönüp uyku zamanı geliyor. İnşallah bu gece izlediğimiz film, ya da akşam yemeğinin menüsü zihnimizde ve midemizde REM uykusuna dalmamızı önlemez. Genel olarak uyku şikayetim(iz) yok. Kendi adıma her zamankinden daha yoğun, daha net, daha anımsanabilir rüya görüyorum. Kimi sabahlar gördüğüm rüyayı zihnimde yineleyip pekiştiriyorum ve hemen elime kağıt kalem alarak rüyamı yazıyorum. Böylece hem gördüğüm rüyanın, hem de bunu yazmış olmanın duble olumlu etkisiyle güne daha iyi başlıyorum. Güne daha iyi başladığımın en iyi belirtisi de kahvaltı hazırlarken mırıldandığım türkülerin kombinezonu ve sesimin rengi ile dışa yansıyan heyecanım oluyor. Ajandama yazdığım rüyalardan birini yazmak istiyorum; sonra sihri kaçar diye vaz geçiyorum.
Sabah ilk işim tıraş olmak oluyor. Aynada yüzüme bakıyorum ve iki tezat duygunun etkisiyle bazen bakışlarım uzayıp gidiyor. Köpüklü yüzümde jileti kaydırınca kesilen bir yer görmüyorum ve rahmetli babamı anımsıyorum. Ömrü boyunca onu hiç evde tıraş olurken görmedim. Ne usturası, ne tıraş tası, ne fırçası ve sabunu ne de tıraş bıçağı vardı. Hiçbiri yoktu. Peki askerde ne yapmıştı ? G*t cebinde bir tertip aynası ile tarağı, çıkınında Basmane’deki işporta tezgahında askere gidenlere satılan en ucuzundan sarı saplı bir tıraş makinesi de mi yoktu (o aygıta “makine” demek doğru mu ?). Babama bakışımda aklımın daha çok erdiği ve anılarımda yer alan etkiler bıraktığı “Bakkal Fahrettin” olduğu yıllarda (ellilerin sonlarından altmışların ortasına) komşu esnaf berber Ali abiye haftada iki gün (biri mutlaka cuma sabahı) sakal tıraşına gittiğini hatırlıyorum. Bu tıraşın sıklık ve şıklık olarak YSE de gece bekçiliği ve annemin vefatına kadar olan emeklilik yıllarında (1984 e kadar) benzer şekilde sürdüğünü anımsıyorum. Annem ölüp de aynı evde birlikte yaşadığımız son üç yılda ben her gün sakal tıraşı olurken babamın haftada iki gün olan tıraş alışkanlığını da sürdürmeye çalıştım. Ancak bu iş pek kolay değildi. Jilet de kullansam, elektrikli tıraş makinesi de kullansam her seferinde babamın yüzünü kestim. Babam hiç şikayet etmedi. Ancak benim her seferinde içim cız etti. Ne kadar özen göstersem de kesiksiz bir tıraş günü geçmedi. Neden ? Babam hem çok zayıf olduğu için, hem de çok sigara içtiği için yüzündeki kırışıklıklar çok fazlaydı. Ya makinenin titreşen elekli bıçakları arasına sıkışıyordu kırışık deri ya da jilet bu tepe ve çukurları kesiksiz aşamıyordu. İşte her sabah tıraş olurken babamın kanayan yüzünü anımsıyorum. İçimiz hüzün kaplıyor. Aynı anda bir başka duygu baskınlaşıyor. Yüzüme bakıyorum. Tıraş olurken jilet hiç bir engelle karşılaşmadan hiç bir kesik olmadan hasarsız bir tıraşı yaşamak ve daha sonrasında az bir krem sürerken yüzümü ellerimle okşarken hissettiklerimle güne şükürle başlıyorum. Böylece tıraş gibi kimilerine yük ya da zahmet gibi gelen eylem bana günlük rutinlerimde keyif veren bir eyleme dönüşüyor. Bu nedenle hemen her sabah tıraş olmak sağlıklı bir gün için özlem duyduğum, kendimi mutlu hissettiğim bir an oluyor. Ve arkasından “bütünleşik kahvaltı hazırlama” faslı başlıyor. Bu da ap ayrı bir keyif benim için. Hem değişmeyen bir sıra içinde adım adım ilerleyen aşamaları disiplin algısıyla izleyen aklım ve hem de buna eşlik eden türkülerin birbiriyle yarışarak öne geçmek isteyişlerine “ormandaki yangında alfabetik sırayla çıkılacak diye emreden aslana rağmen en öne geçen bitin sözleri” ile “hop dedik !” diyen anılarım. Türküler ve anılarımla kahvaltı hazırlama keyfim yaklaşık bir saat sürüyor. Hangi türküler ve hangi anılar ?
“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” en çok mırıldandıklarımdan birisi ve anılarımdaki yeri ABİDE‘mizin genç, güzel, alımlı ve her zaman gülen yüzüyle ılımlı kızı olan sevgili İrem’in bebekliğinden çocukluğuna uzanan büyüme sürecindeki ortak türkümüz. İster Çeşme’de ister Altınköy’de markete giderken ayağımızın altındaki küçücük tepecikleri hoplayıp zıplayarak aşarken birlikte söylediğimiz türkü ve bence kızı ya da kız torunu olan ebeveynlerin gün gelip de mutluluk içinde söyledikleri ve azıcık da korku barındıran bir melodi. Bereketli biz Copcuların “…babamın bir atı olsa binse de gelse…” dileğini en iyi şekilde gerçekleştirecek binekleri var; ayrıca “…annemin kanatları olsa uçsa da gelse…” ya da “…kardeşlerim yollarımı bilse de gelse…” özleyişleri için C13 ün olanakları Kore’den San Diego’ya kadar uzanan; yetmez, koronalı günlerde özel bir uçakla Bilbao’ya uzanırken “BEK Trio” da gördüğüm güzelliklerle dolu. Binlerce şükür.
“Seni kırda görmüşler, saçına tel örmüşler / Yedi yıl (aslı gün olsa da) düşünmüşler, bana layık görmüşler” şarkısı da ABİDE‘mizde hala “En Küçük Copcu” olma ayrıcalığını kimseye kaptırmayan (Ümit amcasıyla Malçik özelinde tartışsa da) Duru ile birlikte montaj odaklı büyüme ve gelişme döneminin keyfinde ikimizin dilinden düşmeyen şarkı. En günceli bu ve peki ya en eskisi ?
“A Fadimem hadi senle kaçalım / Beyce pazarında dükkan açalım” türküsü farkına bile varmadan her sabah birkaç kez otomatik olarak dilimden çay makinesine doğru dökülür. Çocukluğumdan hayal meyal gözümde canlanan bir kış günü anısıdır Beyce. Bir köy odasının toprak zeminindeki hasır üstüne serilmiş ev dokuması kilim (eksi kumaşlar şeritler halinde kesilir; yumak yapılır ve mahallede bunu kilime çeviren birine götürülürdü) üzerine annemle beraber oturup da önümüzdeki ocakta yanan odunları anımsarım. O tarihlerde (ellili yılların başları) Beyce büyücek bir köydür; belki de nahiyedir. Türkünün içine bir kız (kadın) ismi girince bir başka kız isimli türküyü çağrıştırır ve… “Haticem saçlarını dalga dalga taratmış / Mevlam bizi çamurdan onu nurdan yaratmış…“.Bu da hanımlarımıza bir övgü, bir sesleniştir.
Kahvaltımızın her kula nasip olmayan bir içeceği vardır ki ben ona “Yeşil Şifa” diyorum.
Bu yazı böyle giderse “Pehlivan Tefrikası“na dönecek ve hoş bir blog yazısı olmayacak. Bu nedenle “Yeşil Şifa”da kalsın ve yazımı bitireyim. İnşallah kaldığım yerden bir sonraki yazımda devam eder ve sürekliliği sağlarım.
Sözün özü; koronalı günlerde yaşam gölünün karşı kıyısını görenler için yaşanılan her günün hak edilenin bir fazlası olduğu bilinciyle günlük rutinleri eğlenceli kılmak yolunda sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık, gayretleriniz bereketli ve keyifli olsun.
Öykücü