“…Balcının bal tası var; oduncunun baltası var. Sütçünün de tebeşiri var ; ne alaka ? Yetmişli yılların başında 657 sayılı Devlet Personel Yasası çıkınca çalışanların en azından ilkokul mezunu olması gerekti ve koca koca adamlar ilkokul bitirme sınavına girdiler (Konyalı Mehmet’in coğrafya ve Türkçe sınavları birer öğretici öyküdür. Temel’in statta yapılan matematik sınavında iki kere ikinin dört ettiği yanıtına seyircilerin isyanı da unutulmazdır. Bir de bizim Orta Caminin hocasının sınavı vardır. Bu sınavda ). Öğretmen hocaya “Bir daire çiz” der. İmam sorar: “Yuvarlak mı olsun ?”…”
Anı madenciliği CINOS süreci; Babalar ve Oğullar (Uykusuz Geceler)
Merhaba
Yeri geldiğinde birkaç kez yazdım. Ben ilkokula başladığımda rahmetli ablamın okuma kitabı da vardı elimde ve benden yedi yıl önce olan o kitabın baskısı da öyküleri de benim kitabımdan daha iyiydi. Demek ki maarifte geriye gidiş daha ellili yılların başında başlamış. Bugünlerde hastanesi olan sağlık bakanına, dershanesi olan eğitim bakanına bakıp da aklıma türlü çeşitli (enva ı çeşit) yaramaz düşüncelerin düşmesine dur diyemiyorum. Pastane, Eczane, Kütüphane gibi hanelere uzanınca aklımın kıvrımları “Devekuşu Kabare”nin “Haneler” oyunundaki “Konsolosluk” kadar yazmaya utandığım başka ne tür hanelerin sahiplerinin nerelerde neler yaptığını düşünmek bile istemiyorum. Bizim de yeni bir hanemiz olmuştu altmışlı yılların başlarında ben lise ikiye giderken taşındığımız sütçü Haşim Aganın enginar bahçesi imara açılınca. Heyecanla taşınmıştık tek katlı evimize. Evimize henüz elektrik bağlanmamıştı. Sokak lambasının evimizin beton çatısına vuran ışığında ders çalışırdık rahmetli Latif’le birlikte. Daha sonra bu evimizi kendi iş gücümüzle üç katlı yapmıştık. O günlerde de zaman zaman imar affı çıkıyordu. Resmen üç katlı oldu vergileri öderken. İlk katın elektriğini sınıf arkadaşım ve daha sonra Yıldız Teknik’ten elektrik mühendisi olarak mezun olan, genç yaşında vefat eden Süleyman’la birlikte döşemiştik. Süleyman’a çırak olmuştum. Süleyman bana öğretirken ürettim ve üretirken de beni eğitti Süleyman. Böylece Peşel boru, Bergman boru, simit klemens, lüstür klemens, linye, sorti , yıldız ve üçgen bağlama gibi terimleri de öğrendim. İkinci katın elektriğini de birkaç yıl önce “4K” dan ölen kayın biraderim Nezih abi ile birlikte döşedik. Nezih abinin kalfasıydım. Üçüncü katı yaptığımızda ustalaşmıştım. Kendi başıma döşemiştim. Daha sonra Çeşme’de pek çok eklentinin elektrik tesisatını kendim tek başıma döşedim. Hiç sorun yaşamadım. Sadece ve anahtarı yan yana iki kutuda sıva altı olarak yerleştirirken aradaki minimum mesafeyi doğru belirlemediğim için o güzelim priz çerçevesinin bir kenarını kesmek zorunda kaldım. O kadar kusur kadı kızında da olur.
Yazımın bu akışında “sütçünün Tebeşiri” konusuna biraz zor gelirim ben. O nedenle kısa kessem de Aydın Havası olsa iyi olacak. İş ve özel yaşamıma giren sütçünün öyküsüne bir bütün olarak bakmaya çalıştım. Tepecik 1159 sokaktaki yeni evimizin “Cümle Kapısı”ndan girince katlara çıkan ortak bir koridor vardı. Bu koridorun bir duvarına babam iyi ders çalışayım diye aynı okullardaki gibi kara tahta yaptırmıştı. Arşivimden bulabilirsem onun önünde fiyakalı bir ceketle çekilmiş ve sanırım Lise üçüncü sınıfına ait matematik / geometri dersinden bir çizim vardı kara tahtada. Bana müsaade o resmi aramaya gidiyorum; çünkü şu an Çeşme’deyim. Bu yıl sezonu iki gün daha erken, 28 Şubatta açtık. “28 Şubat” ilginç bir tarih. Hayır olur inşallah.
Kara tahtanın üstüne koyduğum tebeşiri birkaç yıl sonra sütçü de kullanmaya başlamıştı. Peki ne için ? Önce bugüne bakayım. Şimdilerde Çeşme’de rahmetli Turgut Dede’nin kızlarından, İzmir’deyken de her çarşamba kapımıza kadar getiren sessiz sütçüden sokak sütü alıyoruz. Halbuki daha düne kadar sokak sütçüsünün tu kaka dedik ve atmadığımız iftira kalmadı. Kendi yaptıklarımıza, kapımıza dayanan Corvid’e bakmadan sokak sütçüsünün ineğinin memesindeki verem mikrobuna söz ettik. Hani bir söz var ya “nice turfa müneccim gökde yıldız ararken önündeki çukuru görmez”miş; biz de o hesap durmadan kötülerken neye alet olduğumuzu düşünmedik. Paket ve şişe sütlere yönelip evimizde her an içilmeye hazır, üç ay bile dayanan steril sütlere yöneldik. Şimdi biz şehirliler yeniden sokak sütçüsüne dönerken köylerimizde hâla kral olan paket sütler. Yetmişli yıllarda Fuar zamanı (20.08/20.09 Bir ay) Kültür Parkta pavyonları gezmekten yorulunca (lütfen dikkat buradaki pavyon sözcüğü sizin bildiğiniz anlamda gece klubü benzer yerler değil) iki şey olurdu içtiğimiz: İlki üzüm şıarsı Tariş pavyonunda, diğeri de SEKin soğuk sütü veya ayranı (ve bir de Sütsan’ın nefis çubuklu sade dondurması). İşte yetmişli yıllarda sabah kalkınca üç kat aşağıdaki bodruma iner (tavan yüksekliği 75 cm) kambur bir vaziyette iki sobanın kovalarını kömürle doldurup sobaları yakar; daha sonra Bakkal Sait’e gider SEKin pastörize günlük sütünü alır ve Ümit’le Eray’ın tostlarını hazırladıktan sonra Enstitü servisini yakalamak için üç kilometre yolu hızlıca yürürdüm (bazen koşardım). Sahi ben bir zamanlar koşardım. Şimdilerde heyhat. Geçen gün azıcık olsun koşayım dedim; kırmızı fısfısa muhtaç oldum. Özel sektöre geçip de iki kez global birleşmenin etkilerinde ve pazarın değişen dinamiklerine uyumda biri İngiltere’de diğeri İsviçre (Reinfelden)de katıldığım “SA/FVC (Sürdürülebilir Tarım / Gıda Değer Zinciri)” toplantılarında anladım ki “pazarın kralı meğer sokak sütçüsüymüş”. Evet, şimdi altmışlı yıllara ve kara tahtamın üstündeki tebeşire döneyim.
Bugünlerde hem kendim (şahsım olarak) için hem de ailem için gelişen, süren ve korunan yaşam standartlarımıza bakınca binlerce defa şükrediyorum. Bu günlere hangi kırılma noktalarında, hangi engelleri aşarak ve “sabır sınavı”nda neleri bşardığımızı düşününce ürpermekten kendimi alamıyorum. Düşünebiliyor musunuz; beş yıllık üniversitenin ikinci yılında evlenip bir yıl sonra baba olan ve okumaktan başka görevi olmadığı gibi beş kuruş da resmen geliri olmayan bir çocuk (!) ve iflas etmiş bakkal dükkanı (ki aynı yapıyı bugün evimin hemen yakınındaki bir markette görüyorum; çevresinde BİM, ŞOK, A101 ve diğer zincirlerin etkisiyle bitmiş durumda) olan dört kişilik bir aile nasıl geçinebildiler üç küçük evin kira geliriyle. Annem neden hem Milliyet hem Cumhuriyet ve hem de Tercüman okurdu aynı günün gazeteleri olmasa bile ? İşte bu dönemde ay başında kira gelirleriyle ödenmek üzere sokak sütçümüz her sabah bize yarım lütre süt bırakırdı. Ne kadar süt borcumuz olduğunu kapımızın pervazına atılmış tebeşir çiziklerinden anlardık. Sokak sütçümüz her sabah sütünü verdikten sonra benim kara tahtanın üstündeki tebeşiri alır ve kapının pervazına bir çizik atardı.
Sözün özü; sütçünün tebeşiri güven demekti. O bize güvenir, biz ona güvenirdik. Ne onun aklına bir fazla çizik atmak ne bizim aklımıza bir çizik silmek gelmezdi. Şimdilerde sütçüler bir yana otoriteler bile, girdikleri sokağın çıkmaz olduğunu bildikleri, gördükleri halde ilerlemeye çalışıyorlar; geri dönmek onurlarına mı dokunuyor yoksa inatlarının altında yatan “tek yol savaş” olarak mı görüyorlar yürüdükleri yolda yitirdikleri itibarlarını yeniden kazanmak için ! Bir zamanlar sadece Kıbrıs derdimiz vardı ve bir tek Yunanla çebelleşirdik düşe kalka; ya şimdilerde !!! Üç yanımız deniz, dört yanımız düşman ve içeride de hain dolu; sınırlar kevgire dönmüş, ruhlar kararmış, umutlar avarelin tepesine gömülmüş. İyi olur inşallah !
Sağlık ve esenlik dileklerimle ben bu yazıma ne eklesem acep ?
Öykücü