“… Adam, yaşlı çiftçinin eşeğini 100 dolara satın alır. Çiftçi eşeği bir gün sonra teslim edeceğini söyler. Ertesi sabah çiftçi adamın evine kamyonetiyle gelir ve “Üzgünüm” der “haberler kötü. Eşek maalesef sizlere ömür”. Adam kamyonetin arkasına bakar ve ölmüş eşeği görünce “O zaman paramı geri ver” der. “Veremem” der çiftçi “harcadım bile“. Adam “O zaman eşeği kamyonetten indir” Çiftçi şaşırır “Ne yapacaksın ölmüş eşeği ?” diye sorar. Adam “Piyangoda satacağım” der. “Piyangoda ölmüş eşek mi satacaksın yani ? Mümkün değil“. Adam “Elbette mümkün. Öldüğünü söylemeyeceğim ki !”. Aradan bir ay geçer, çiftçi yolda adama rastlar. “E..” der “Ne yaptın bizim ölü eşeği ?“. Adam “Dedim ya, Piyangoda sattım. İki dolardan 500 bilet sattım ve toplamda 998 dolar kâr ettim”. Çiftçi “Kimse şikayet etmedi mi ?“. Adam gayet sakin “Sadece kazanan etti. Ona da parasını iade ettim“…”
İznik bağlarında Kasım 1997 de bir tarla günü hazırlıkları ve “Demo Kuralları” ve rahmetli İsmet Uğur
Merhaba
Eklediğim kolajda güzellikler var. Geçen hafta içinde Alaçatı’da kadim dostum Tufan’la buluştuk. Özsüt’te dört saat nasıl geçti zaman anlamadık. Çoklukla anılar (CINOS’taki 24 yıldan ortaklıklar) vardı. Anılardan bugünlere dönüşler vardı. Bugün sahip olduğumuz güzelliklere şükür ve şükran duyarken özellikle bende varlık sevincinin yarattığı tedirginliklerin korkuya dönüşümü vardı. Sevgili İsmet Uğur’u rahmetle andık ve ölümünde önce kimse tarafından aranmadığına ilişkin sitemlerini paylaştık. Satış müdürümüzken de soft bir yönetici idi (yumuşak demek nedense bana ayıp geliyor). Kızgınlığı bile sevimliydi. Onu düşününce çatıdaki çeyizlerimi bu paradigma ile taradım. Yirmi iki yıl önce, 1997 yılı Kasım ayında İznik’te yaptığımız tarla gününe katıldığı andaki görüntü ve ses kaydını buldum. Yol gösterici idi. Demonun temel amacı olan “Farkı Göstermek” için net mesaj verilmesini öğütlüyordu. Kasım ayında, hem de bağ için, üzüm için, çözüm için, fark göstermek için tarla günü mü olurdu ?
Nasıl bir yıldı 1997 ve öncül ve ardılında neler vardı ?
Üç yıl önce, 1994 de ülkesel kriz sektörü yakıp yıkarken satışta bölge müdürü olmuştum. Ölçmek ve ölçülmenin en kolay, verilerin en sağlıklı olarak kendini gösterdiği, sebeple sonuç arasındaki bağın net olduğu, emekle yemek arasındaki yoğunluğun etkili olduğu bir göreve, satış ve satış yönetimine kötü başlamıştım. Otuza yakın ilacın yer aldığı satış bütçesinde hiçbir hedef tutmuyordu ve sadece bir tek ilacın ve de önemsiz, bütçeye katkısı %1 olmayan bir ilacın hedefi tuttu diye Asansör’de Ceneviz Meyhanesi’nde kutlama yapıyorduk. Üstelik böylesi kritik ve kaos eşiğinde yaşadığımız bir yılda hem değerli elemanlarımızı bizden aşırdıklarıyla yapılanmakta olan rakip SAgillere kaptırıyorduk; hem de adeta intikam alır gibi karşı hamle yaparak ondan eleman aldığımızda “Allah razı olsun bizi bir beladan kurtardı” diye dua etmelerine neden oluyorduk. Öte yandan yarınların ne olacağı, kimin kalıp kimin gideceği belli olmayan zor ekonomik koşulların dayattığı tasarruf tedbirleri altında doktorasını tamamlamış genç ve çalışkan bir meslektaşımızı akademik ortamdan çıkarıp kadromuza alıyorduk. Böyle bir yıldı 1997 in öncülü olan üç yıl önceki 1994 yılı. Yine de büyük resmi bizden iyi gören otorite Mart 1993 Alicante (İspanya) seyahatinden sonra Mart 1994 de beni Budapeşte (Macaristan)de yapılan “IPM Toplantısı“na gönderiyordu. Bu da yetmezmiş gibi ben Alev’le SSTC ve Alev Bay Hardmeyer ile LCWS öğrenme yolculukları programlandığı gibi gerçekleştiriliyordu. Bu öncülün döşediği yapı taşlarının üstüne 1996 yılının yine bir soğuk mart gününde ilk global birleşmenin etkisi üzerimize gök taşı gibi düşüyordu. Öyle bir birleşme söz konusuydu ki CI yanına SA geleceğine BA gelseydi, ZE gelseydi (ki üç yıl sonra bu da olacakmış) ve hatta HO gelseydi bu denli sıkıntılı olmazdı. Çünkü baş otoriteye kızan lojistik müdürü kırgın bir ayrılış sonrası SA nın genel müdürü olmuştu. Ege bölge müdürü “Kornişon yetiştirmek” üzere istifa etmiş, SA’ya pazarlama müdürü olmuştu. Antalya’daki başarılı satışçı baktı ki bölge müdürü ölmeden kendine CI sularındaki kariyer yolculuğunda bir yer yok, o da ayrılıp SA’a bölge müdürü olmuştu. Ege’nin en başarılı satışçısı ben bölge müdürü olunca, müdürlük umudunu yitirmiş ve haklı olarak istifa edip SA’nın Ege Bölge müdürü olmuştu. Taşlar yerinden oynamıştı. Böylece CI’nin tohumlarıyla SA’nın yapısı oluşurken iki tarafta da bir hınç vardı ve yaşananlar normal bir rekabetin ötesindeydi. İşte bu nedenlerle global mecburi birleşme ve NOlaşma Türkiye’de ekstra zorluklara sahipti. İlk anda baş otorite SA’dan oldu ve CI’lilerin epeyce canı sıkıldı. Çünkü ikinci ve üçüncü düzey müdürlerin seçimi baş otoritenin isteklerine göre şekillenecekti. Gerçi çok fazla korkmaya gerek yoktu. Çünkü lojistik müdürüyken herkesle yakın ve samimi ilişkileri olan SA’nın genel müdürü ve global birleşmeden sonra NO’nun genel müdürü olan SE in seçimlerde adil olacağı ve şirketi adına, yeni şirketin başarısını garantileme adına “Otobüs Yolcuları“nı doğru seçip doğru yerlere oturtacağından pek çok kişinin kuşkusu yoktu. Yine de bizden, CI’den birisi olsaydı seçici, daha iyi olurdu diye düşünüyorduk hepimiz. En azından iyilik derecesi azıcık düşük de olsa gemiyi terk etmemiş olanların önceliği olacağı açıkça belliydi. SA genel müdürünün NO genel müdürü olarak atanmasının ömrü uzun olmadı. CI’nın deneyimli genel müdürünün “Network“u güçlüydü. Lobicilik avantajları vardı. Oyun (!) bozuldu ve çok geçmeden CI’nin genel müdürü, SA’nın ve NO’un ilk genel müdürünü tahtından etti ve NO’nun genel müdürü oldu. Bu gelgitlerin önünde ya da ardında ilk düzey müdürlerin seçiminde tanık olduğum TNR mi RTN mı pazarlama müdürü olacağı idi. Kıyaslaması bile akıl ve mantıktan öteydi. İkisinin alt yapısı (ilgi, beceri, deneyim ve ekstraları) dağlar kadar farklıydı. Bize “Pivot” öğretirken, yurt dışı deneyimlerini paylaşırken, aile yapısının çok ulusluluğa yatınlığına bakınca, yabancı dilin etkinliğini görünce, farklı şirketlerde, farklı yurt dışı görevlerindeki başarılarını öğrenince daha kırk fırın ekmek yemesi gerekiyordu diğerinin TNRi alt edebilmesi için. Alaşehir’deki “Sultana Ofisi“nde kapalı kapılar ardında seçim için iki adayla ayrı ayrı görüşüp de değerlendirme yapan “Kafa Avcısı” şirketin seçimde bu denli zorlanmalarını anlamak zordu. Belki de bu sürecin, oyunu kuralına göre oynamanın bir bölümüydü. İşte 1997 nin öncülü olan 1994 krizi ve 1996 global birleşmenin taşları yerinden oynatması üç yıl sonra 1997 nin koşullarını netleştirdi. Ben “MDM/Pazar Geliştirme Müdürü” olmuştum. Birden hareket alanım Ege’nin sınırlarını aşmış Kayısı için Malatya’ya, Domates için Marmara’dan Antalya’ya, Elma için Eğirdir’den Evciler’e uzanmıştı. Alaşehir bağlarına “Sultana Projesi” ile odaklanırken Şarköy’ün bağlarına ve İznik’in Müşküle’sine ve hatta Erbaa’nın yer bağlarına uzanıyordu yolum portföye yeni katılan “SWC/Çift Güvence” ana mesajıyla ve “Programlı olan kazanır” sözleriyle. Bu yolculukların bir yerinde 7 Kasım 1997 de İznik’de İsmail’in bağında “Fark Göstermek” için toplanmıştık.
Neden Kasım ayında, kışa doğru bağda tarla günü ?
Gerçekten de bağ için üzüm için çok geç bir tarih. Ege bağlarında, bağcılarıyla Alaşehir ve Sarıgöl’de 1995, 1996 ve 1997 de yaptığımız üç tarla günü de Temmuz ayındaydı. İznik’te de daha erken olabilirdi. Ancak Ağustosta yağışlı geçince üzümde ilk “Kurşuni Küf/Botrytis cinerea“ enfeksiyonu görüp demo bağımızı kurmuştuk. Bağı ikiye böldük. Yarısını bizim yeni ilacımızla, yarısını da pazarın lideri olan kurşuni küf ilacıyla ilaçladık. Üç omca (bağ bitkisine verilen isim) da kontol/şahit/ilaçsız bıraktık ki hastalık ne denli zararlı görülsün diye. Ancak Eylül ayı çok kurak geçti ve enfeksiyon durdu. Karakterler arasında dikkati çeken bir fark oluşmadı. Ekim ayında hem hava ılıkdı ve hem de çiğ düşmesi ile hastalık, kurşuni küf enfeksiyonları birden hızlandı. İki ilaçlama yaptık. Fark çarpıcıydı. Bizim ilacımız çok ciddi fark atmıştı. Tarla günü, “Bağcılar Günü” yapmaya karar verdik. Sorumluluk yöre sorumlusu satış elemanı Müzekker ve bölge müdürü Necdet beydeydi. Kadro tamdı; rahmetli Asım ve Muammer de vardı. FST proje lideri Hakan aramıza henüz katılmamıştı (!). İstanbul’dan konuklarımız vardı: Pazarlama Hizmetleri Müdürü Ali İzzet bey (kulakları çınlasın), Satış Müdürü rahmetli İsmet bey (sağlık ve esenlik dileklerimle). Tüm bu lafları geçen hafta hasret giderdiğim Tufan beyle görüşmemizde özlemle yad ettiğimiz İsmet beyi anmak için ettim. Ondan bir kareyi gösterebilmek için yaptım. Böylece belki biraz silkinirim ve beni camiden kaçıran nankörlerin beynime kazıdığı kızgınlığı azıcık unuturum diye yaptım. Ne yazık ki yine de ruhumdaki fırtına bir yerden kendini gösterip 1997 yılı İznik anılarımın içine ediverdi. Şimdi konuyu bir sonuca bağlamalıyım ki iyi ile kötü, güzel ile çirkin birbirini yemesin.
Sözün özü; bir demonstrasyon (demo) uygulaması ile yola çıktık. Karakterlerimiz basitti (kıyaslamalı iki ilaçlı ve bir de ilaçsız parseller). Amacımız fark göstermekti. Yeri doğru seçmiştik. Yol kenarıydı, herkes görebilirdi. Bağcıyı doğru seçmiştik. İtibarı yüksekti. Bir bayie yakın önder bir bağcı idi. Sözü dinleniyordu. Zamanlama iyiydi. İznik’de üzümler hava koşullarının uygunluğu ölçüsünde Aralık ayına kadar bağda omcada durabiliyordu. Omcaların üstleri nylonla kapatılıyordu (daha sonra bu sistem Ege/Sarıgöl’de de yaygınlaştı). Böylece bağcı daha fazla gelir elde ediyordu. Demoyu tarla gününe, şova çevirdik. Ön hazırlıklarımızı yaptık. Bağ içindeki rutları belirledik. Bağcıları gruplara ayırıp da bağda gezdirmeyi, farkı gösterirken rehberlik etmeyi aramızda paylaştırdık. Yazıma eklediğim kolaj bu çalışmanın ilk bölümü ve hazırlık aşaması. Nasip olursa devamını da bir başka yazıma eklerim. Dediğim gibi amacım sevgili İsmet Uğur’u rahmetle anmak için bir vesile olsun istedim. Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü
“SoBe” nedir ? diye sorarsanız bilin ki kendimi hâlâ “Nankörler“in etkisinden kurtulamadığım için “Son Of Beach”den kendini kurtaramadı zihnim benim dur dememe aldırış etmeden tıpkı Amerikalılar Filmindeki elliyi aşkın “fuck” gibi.