Yaşam Büfesinde “Adalet ?*!#bazları”

“…Bir Hıristiyan köyünde zavallı bir dilsiz kızın günün birinde gebe kalması herkesi şaşkınlığa düşürür. Bu marifeti köyün saygıdeğer genç papazının yaptığı dedikodusu yayılır. Bu yüzden ömrünü sıkıntı ile dolu olarak geçiren papaz, eceli gelip öbür dünyaya gidince ille de Tanrının huzuruna çıkmakta direnir, çıkınca da yakınmaya başlar: “Ey ulu Tanrım ! Benim gibi bir kulunun durumunu doğru bildiğin halde, nasıl olup da bu söylentinin uydurma olduğunu bu insanlara anlatmadın ?” Tanrı açıklar: “Benim sana yardımcı olmam mümkün değildi. Çünkü ben kendim bu insanları iki bin yıldır İsa’nın annesi Meryem ile aramda hiçbir yakınlaşma olmadığını anlatamadım“…Kadılar rüşvet ile iş görür olmuşlardı. Mazlumların çoğalması üzerine bir heyet (!) padişahın dergahına gelerek şikayette bulundu. Padişah mazlumların feryadından haberdar olduğunda bu kadıların teftişi için derhal beldelere güvenilir adamlar gönderdi. Şikayetlerin doğru olduğunu öğrenince çok üzüldü. Kısa zaman içinde yalan icraat yapan kadıların çoğunu yakalatıp zincire vurdurdu ve seksen kadar kadıyı bir eve konup “Yakın Kadıları” diye ferman buyurdu…

Ford Etkisi (12.2012) ve Her Piyon Potansiyel Vezirdir (KMYO 12.2017): Oğullarım

Merhaba

Geçen pazartesi akşamı aklım durdu. Ya da aklım beni terk etti. Tokmak önceden söylemişti. Yine de inanasım gelmemişti. Tanrı silgi kullanmaz diyordum ve tükürdüklerini yalamazlar umuyordum. Ya da Tanrı zar atmaz sözlerine inanıp akla mantığa uygun “devam” kararı çıkacak sanıyordum. Safmışım. Bu düşüncelerle Tanrı ile Padişah aklımda buluştu. Çatıya sığındım. By-paslı kalbimle belki on kere merdivenleri çıkıp indim. Biraz kendime eziyet ettim. Neokorteksim isyan ediyordu. Sürüngen beyinlileri ya da beyinsizleri görmek istemiyordum. Amigdalı baskısındaki otoritenin etkisi artmıştı. Dananın kuyruğunu kopacağı anı düşünüyordum. Ortalık toz dumandı. Atlama taşı yanındaki beygir Üsküdar’a geçmeye hazırlanıyordu. Niğde’ye sürülecek eşeğin semeri de yüklenmişti. Bir manga adam bir odaya kapanmıştı. İçlerinden “Yedi Günahı” paylaşmak için kura mı çekilecekti ? Dolaşıp dağıtmaya çalıştım. Kendimle dalaştım ve dolandım. Kördüğüm oldum. “Tanrının ahlaki değerlerini bedel ödemeden çiğneyip geçemezsiniz” sözleri yankılanıyordu kulaklarımda (https://www.youtube.com/watch?v=wqefeGzCDcA ). Sanki kırk uyurlar gibiydiler. Oyunun başlangıcını herkes gördü. Sonucu herkes tahmin etti. Merak ettiğim neden bu kadar gecikmesiydi. Sürecin arka bahçesinde neler yaşandı ? Bir aydır eveleme geveleme ile EBE’leme ya da Çokomelli EGEgümecinin üç oyuncusu ile günleri günlere ekliyorduk. Her gün oyun yoğunlaştı. Kimi “Dama“; kimi “Tavla” kimi de “Satranç” ile şaşırtmaca yaptı.

Sıcak bir yaz günüydü. Osman’la birlikte Paraşüt Kulesi etrafında dolaşıyorduk. Avare çocuklardık. Üzerimizden bir pır pır uçak geçti alçaktan. İlk okuldaki okuma şeritleri benzeri propaganda kağıtları attı. Rüzgar kağıtları etrafa dağıttı. Yakalamak için arkasından koştuk. Ben birini yakaladım. Aynen şöyle yazıyordu: “Bizim dinimiz akla mantığa uygun olduğu için mükemmeldir“. Çocuktum. İnanmıştım. Aklıma kazımıştım (Ağustos 1958). Altmış bir yıl sonra dün bir kez daha akıl ve vicdan arayışımla din öğretilerinden soğudum. Doğru sözcüklerin hemen hepsinin sonunda “yoksunluk” eki (…less) olduğunu gördüm: “Ar, Namus, Vicdan, Akıl, Ruh, Sevgi, Saygı, …”

Çatıya çıkıp da düşünmeye başlayınca elimi kitaplığa atıyorum. Rastgele kitaplar alıyorum. Rastgele sayfaları açıyorum. Dün ruhumun en karanlık anında yine çatıya sığındım. Bir elime “Adalet Ustaları” kitabı diğer elime de Aydın Boysan‘ın “Acele Etme Çabuk Ol” kitabı düştü. İkisinden birer küçük alıntıyı yazımın başına mavili ve kırmızılı olarak aldım. Papazın haksızlığa uğramasına sessiz kalan Tanrı ile “Yakılacak Kadılar” güncelin etkisiyle aklımdaki aynı potaya girdiler.

Kim ?

Kim daha çok düşünüyor ? Kim daha çok biliyor ? Kim daha ileriyi görüyor ? …ise o kazanır. İşte hayat budur”. Bu sözler Hint İmparatorunun İran Şahına gönderdiği mektupta yazıyordu. Mektubun yanında da bir kutu vardır (ayakkabı kutusu değil). Kutunun için de “Satranç Takımı” vardır. Şah satranç takımını ve mektubu en bilgili veziri ile paylaşır. Vezir haftalarca çalıştıktan sonra tüm taşların hareketlerini çözer. Bununla da yetinmeyip yeni bir oyun icat edip imparatora sunar.

Yaklaşık 1400 yıl önce vezir Mehir tarafından tasarlanan bu yeni oyun “zaman” kavramından esinlenmiştir. Oyun tablasının 4 köşesi 4 mevsimi, karşılıklı 6 şar hane 12 ayı, oyunu oynarken kullanılan pulların sayısının toplamı ayın 30 gününü, siyah-beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı 12 şer hane günün 24 saatini simgeler. Tahmin ettiğiniz gibi yeni oyunun adı: “Tavla“dır. İmparatora oyunun ekinde cevap olarak gönderdiği vezirin mektubunda ise şunlar yazılıdır:” Evet, kim daha çok düşünüyor ? Kim daha iyi biliyor ? Kim daha ileriyi görüyor ise o kazanır. Ama biraz da şans gerekir. İşte hayat budur“.

?*!#bazlar !

Her sabah ilk işim tıraş olmak ve aynada kendimi incelemek; nasılım, güne nasıl başlıyorum ? diye kendimi anlamaya, çözmeye çalışıyorum. Son günlerde hiç sevmediğim üzümlere, baka baka ben de karardığımı görüyorum. Zaten doğuştan karaydım. Şimdi yaş yetmişi aşınca hücreler, dokular hipoplastikleşince daha bir fazla kara oldum (bereket organlar değil). Üstüne üstlük akıl almaz oyunbazların ayak oyunlarını, alicengiz oyunlarına baktıkça “fucked my mind” ile kapkara olduğumu görüyorum. Bu görüntüye renk katmak için kimi zaman elimdeki tıraş bıçağı titriyor ve az da olsa kızarıyorum. Gülmeyi unuttum. Gülünecek şeyleri bulmayı unuttum. İmamın oğlunun olumlu, iyimser tutumu bile beni teselli etmiyor. Her tarafımızı saran çeşit çeşit *?!#bazları gördükçe uyanık kalmaktan kaçar oldum. Geceleri daha çok seviyorum. Çoğu zaman uykuya dalmam zorlaşsa da, kimi zaman gecenin bir vaktinde (çoklukla sahur vaktinde) sabah oldu diye oturmaya kalksam da rüyalarımı günün gerçeklerinden daha çok sever oldum. Konuşmayı da sevmiyorum. Yoğunlaşıyorum. Yazmayı yeğliyorum. İki nedenden dolayı yazmayı seviyorum: İlki unutmak için, ikincisi anımsamak, doğru anımsamak için. Ben bu zıt gibi görünen gerekçe ile yazmamı, sürekli yazmamı, olur olmaz yerde yazmamı açıklamaya çalışırken bir “düzenbaz” mıyım ? sorusunu düşünüyorum. Hiç unutmuyorum; CINOS’un ilk global birleşme ile “NO” dönemine geçişinin ilk şok etkilerinde İstanbul’da bir toplantıya katılmıştım. Baş otorite, olanlar ve olacaklar için açıklamalarda bulunuyordu. Çoğu kişisel diğer bir deyişle özel kalması gereken sözler de dahil her sözü durmadan yazıyordum. Otorite dayanamadı: “Bağlayın şunun ellerini” dedi. Bu sözleri de yazdım ve bundan sonra konuşulanları aklımda tutmak için beynimin kim bilir kaç bin hücresini yedim. Yine de yazdım. Yukarıdaki sözcükte kendimi sorgularken geçen “düzenbaz” için internete yöneldim ve

“…Baz” eki de Farsça “oynayan” anlamına gelir. Farsça oynamak demek olan ‘’bâhten’’ fiilinden gelen “bâz”, hangi sözcüğün sonuna eklenirse ona ‘’oynayan’’ anlamı verir…Türkçe’mizde sonu ”baz” ile biten o kadar çok kelime var ki! Bunlardan bazıları:

Kumarbaz: Kumar oynayan.
Canbaz: Canı ile oynayan.
Sihirbaz: Sihir ile oynayan. 
Hokkabaz: Hokkalarla oynayan. 
Madrabaz: İnsanları değeri düşük mal ile kandıran, aldatan ve çıkar sağlayan, hileci.
Dilbaz: Dili ile oynayan. (Bir yığın lafa ebeliği yaparak tartışmalarda üste çıkan)
Dinbaz: Din ile oynayan. Dini siyasetine alt eden…

Ancak bu kural “Düzenbaz”da işe yaramaz. Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynayan anlamına gelmiyor. Çünkü Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü “düzen” Türkçe bir sözcük… Baz ise Türkçe değil, Farsça… Dolayısıyla bu sözcük Türkçe değil Farsça…

İşte Farsçadaki bu “düzenbaz” sözcüğünün açıklaması: “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın” demek. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek! Yani hem karısı hem de metresi, sevgilisi olan demek… Veya birden fazla sevgilisi olan demek…

Başta da dedim ya Türkçemiz aziz bir dil… Bu anlam Farsçada böyle diye Türkçede de böyle olacak değil. Türkçede “Düzenbaz” daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden, sahtekâr, hilebaz, madrabaz ve dilbaz anlamında kullanılır. İşte bu tipler Türk siyasetinde her devirde vardırlar. Ve bu tipler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz, hilebaz, madrabaz ve dilbaz bir adamdırlar. Sahtekardırlar, hilebazdırlar, madrabazdırlar, dilbazdırlar, yalancıdırlar, hırsızdırlar… Bunlar hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar… Onlar ”Düzenbaz”dırlar...” Bugün bunlardan var mı ? Bu nasıl bir soru mu ? Çok mu ? Nasıl görünüyorlar ? Kravatlı mı ? Cüppeli mi ? Fesli mi ?  http://www.sehriyar.info/?pnum=565&pt=Dinbaz,%20D%C3%BCzenbaz%20ve%20Dindar

Kum saatini ve “Omega Noktasını” hatırlıyor musunuz ?

Unutulmamalıdır ki kum saati 4 parçadan oluşur. Üst kısım, kumların daralıp geçtiği orta kısım, alt kısım ve kumlar. Üst kısım geçmişken, kum saati ters çevrildiğinde gelecek olur. Bizler o ortadaki boğumdayız, şimdiki zamanda… Peki ya kum?  O kumu anlayabilir miyiz? O kum olabilir miyiz? (https://zamaninotesi.com/2012/07/02/omega-noktasi/).

“Suskun İnekleri” ve “Haykıran Öküzleri” tanıyor musunuz ?

Hayatımız tıpkı dizilerimiz gibi, ya da yer değiştirerek yazayım dizilerimiz tıpkı yaşam biçimimizi yansıtıyor. Kimi dizileri beğeniyle izlerim (İstanbullu Gelin gibi); kimilerini de ikinci televizyona kaçmamak için Nezuş’a arkadaşlık  etmek için mecburen, mecburiyetten. Hemen hepsinde ortak olan durum bir soru sorulduğunda iki bölümlük susmaları ve inek gibi bakmaları. Bu yakıştırmayı yıllar öncesinde bir solcu profesörün “Şehrazat” taki hanım oyuncu için yaptığını anımsıyorum. İsteyen o ilginç (!) hocanın bir şovunu izlesin diye link veriyorum (https://www.youtube.com/watch?v=XFQBeLqsw6Y ). Büyük, güzel, kara gözleriyle iki bölümlük suskunlukla dizileri standart sayılacak 45-50 dakikalık süre yerine 90 ve hatta 120 dakikaya çıkarmayı hüner sayıyor bizim yönetmenler inek gibi suskunlukla, tepkisizlikle. Yaşam da öyle; bir soru sordular on birler mangasına kırk gün sonra yanıt verdiler hem de “*?!#bazlıklığa araç” olarak. Dizilerimizin diğer karakteristiği ise bağırmak, çağırmak, haykırmak, ağzından salyalar akarcasına hiddetle, şiddetle, öfkeyi kusmak. Ekranlara baktıkça aynısını görüyorum. Sadece imamın oğlundaki sakin duruşa hayranım. Haydi aslanım göster kendini.

“Sefiller”i düşünüyorum. Neden mi ?

“…Jan Valjean, yoksul bir köylüdür, ailesini doyurmak amacıyla çaldığı -yalnızca- bir somun ekmekten dolayı kürek cezasına çarptırılmış, defalarca kaçma teşebbüsünde bulunduğundan cezası katlanmış ve on dokuz senelik hapisten sonra inançlarını yitirmiş, topluma öfke ve kin duyarak…”

İlber Hoca ne güzel demiş. Ne demiş ? “Bu oruç ne biçim bir şey; bir lokma ekmek yiyorsun bozuluyor, milyonların hakkını yiyorsun bozulmuyor”. Padişah daha fazla dayanamamış “Yakın Kadıları” diye emretmekten kendini alamamış. Aklımda yine devreler karıştı. Bir soru yığınından biri öne çıktı ve “Bugün Saraylısı (R.H.Karay)” neden yarım kaldı ?” diye zihnimi çeldi ve beni yan yollara çekti, çıkmaz sokaklarda yalnız ve kör kuyularda merdivensiz bıraktı. İkisi arasında daraldım kaldım: “Adalet Ustaları” mı yoksa “Adalet ?*!#bazları” mı ? Görünen köye kılavuz gerekiyor mu ?

İşte zihnimdeki bu kaos nedeniyle uyanık kalmaktan korkuyorum. Şizofreni ya da sürklase olmak uzaklarda olmasa gerek. Ben yine çatıya çıksam iyi olacak. Tam merdivenlere yönelirken “Çeşme Güneşi“ni gördüm. Çeşme’de 23 Haziranda denize girmek yasak; gelmeyin bize ey İstanbullular diye yazmış yeni başkan “Bizim Ekrem”. İlk defa huzurla gülümsedim sanırım (keşke aynaya baksaydım). Ardından telefonumu aldım ve Tunç Beyin Otobüsleri 23 Haziranda ücretsiz İzmir-İstanbul-İzmir seferi yapacakmış haberini okudum. Gururla gülümsedim (bana bir şeyler oluyor). Umutlandım. Haydi İstanbul, göster gücünü, yansıt inancını ve daha kalıcı bir ders ver ki günler, kaynaklar, emekler artık heba olmasın. “…bazların” akılları başlarına gelsin. Dolar on liraya dayanmasın. Uçan 35 le, vuran 400 çatışmasını çatıştırmayı hüner sayan beynamaz bizi iki cami arasında bırakıp da daha fazla bunaltmasın. Akıl yerine geri dönsün. Kutucular kasacılar yeniden ortaya çıkmasın. Bu sefer şansının 31 Marttan fazla olduğunu, olacağını cümle aleme göster: Tavlaysa oyun, Mars Yapabilirsin, “Altı Kapıya Alabilirsin”. Satrançsa saraylı değil de imamın oğlu olarak piyon da olsan vezir olacak bilgi, beceri ve tutku sende var. Şans hazırlıklı beyinden yana ve istim üstündeyken daha etkili olabilirsin. Yapmalısın; yapabilirsin. Bakalım bu kez da “masanın üç bacağı vardı” diye mi itiraz edecekler.

Yolun açık ve aydınlık olsun. Dualarımız seninle. Sen gerçek imamın oğlusun  ve (*?!#bazların) bin atı olsa da sen yine Üsküdar’a geçersin. Allah seninle olsun.

Öykücü