“…Bundanbeşyüz yıl önceydi. Bir astronot ile bir beyin cerrahı buluşmuşlardı. Aralarında sohbet ediyorlardı. Astronot “Tüm uzayı gezdim. Gezmedeiğim yer kalmadı; ne melek gördüm ne de Tanrı” dedi. Beyin cerrahı “Her milletten insanda binlerce beyin ameliyatı yaptım ama açtığım beyinlerin hiçbirinde akıl göremedim” dedi gülümsyerek…”
CIAPlusM 2017 Öğrenme Yolculuğu / N(AIDA)S
Merhaba
Yukarıdaki kısa anekdotu sabah yürüşünde adayı turlarken ve az rüzgarlı masmavi denize bakarken Nezuş anlattı, tekrar eline düşen “Sofi’nin Dünyası” kitabından özetleyerek (http://kitapozettanitim.blogspot.com.tr/2013/11/sofienin-dunyas-jostein-gaarder.html). Yirmi altı yıl önce yazılıp da 1994 de kitaplığıma ilk giren eserlerden biridir: “Sofi’nin Dünyası”. Defalarca ele alındığı için de iyice yıpranmıştır. Kitabın internetteki güncel tanıtımında ilk paragrafın sonundaki soru bugün Sözcü’den Adam ve Kadın’la birlikte üçünü birden satın aldığım Özdil’in son kitabının da adıdır: “Kimsin Sen / Sen kimsin ?”
“…Sofie Amundersen okuldan eve dönerken bahçe kapısını açmadan önce posta kutusuna bakar. Posta kutusunda birçok zarfla birlikte kendisine bir zarf olduğunu görür. Üstünde kendi adını görür. Üstünde pul bile yapıstırılı değildir. İçinde küçük bir kâğıt çıkar. Tek bir soru vardır. Kimsin sen?…” ve özetin devamındaki şu açıklamalar da gerçekten çok anlamlı:
“…Bir bilse! Sofie Amundersen. Peki ama kimdi bu Sofie Amundersen iste bunu doğru anlamış değildi. Kim olduğunu bilmemesi komik değil miydi ? Kendi görünüşünü bilmemek biraz fazla kaçmıyor muydu ? Arkadaşlarını seçebilirdi ama kendisini seçmemişti. Hatta insan olmaya bile karar verememişti. İnsan neydi peki ? Şimdi dünyadayım dedi kendi kendine. Ölümden sonra bir hayat var mıydı ? Var oluşunu ne kadar düşünürse düşünsün hemen yaşamın sonu olduğu geliveriyordu aklına. Bunun tam terside geçerliydi. Bir gün yok olacağını kuvvetle hissederse yaşamın nasıl sonsuz bir değere sahip olduğunu da asıl o zaman anlıyordu. Yaşam ve ölüm aynı şeyin iki yüzüydü. İnsan öleceğini fark etmiyorsa var oluşunu da yaşayamaz. Bir yandan yaşamın ne kadar harika olduğunu düşünmeden de, ölmek zorunda olduğumuzu düşünmek imkansız…”
Çatıyı düzenlerken hangi kitabın sayfalarında gözüme çarptı bilmiyorum; şöyle diyordu: “Cennete iki yoldan gidersiniz. İlki öldüğünüzde, ikincisi ise gerçekten yaşadığınızda“. Bu nedenle Sofi’nin Dünyası’ndan “insan öleceğini fark etmiyorsa var oluşunu da yaşayamaz” deyişi aslında Cennete her iki seçenekle de bulamamak olacaktır. Bu da olsa olsa “Kötü Kelebek“in işidir. Ne demek ola ki ?
Aslında biraz öz eleştiri, biraz da “Kelebek Etkisi”ne inanıp da o küçük görünen sapma adımlarını görmezden gelmektir “Kötü Kelebek”in kanat çıprmasına izin vermek. Suçlu kim ? Yanıt net: Ben. Çeşme’nin hayhuyunda ve güzel günlerinde,
* Yumurtayı her güne indirirsen, ya da daha doğrusu bindirirsen;
* “Tokmak Hasan’ın bir döneri var abicim parmaklarını yersin” dersen ve “yaz sezonunda topu topu iki kere yedin be abicim bunun lafı mı olur ? “diye kendini aldatırsan;
* Bir kerecik bile olsa “Vedat’ın döneri hepsini yener ve de yenir be abicim” diye ballandıra ballandıra anlatırsan; Kerem’in ikramına hayır diemezsen;
* Yusuf’un köftesi birkaç defa gündeme gelir ve her seferinde “güzel ama çok yağlı” deyip de yine gidersen;
* “Valla Kule’nin kalamarı rahmetli Garip’in kalamarından daha iyi ve bir avuç koyuver abicim” deyip de kimi zaman barbunu kızartma yersen;
* Çerez grubuna ara sıra da olsa yağlı ya da yağlandırılmış kimi çeşitleri, çeşnileri katmaktır “Kötü Kelebek” için giriş kapısı aralamak ya da açık bırakmak.
Sözün özü; yukarıda saydıklarım sıklıkları son altı ayda toplam altıyı geçmese de Kötü Kelebek etkisiyle sapmaların alasını görürsün. Dr.Lorenzo da tahmin etmemişti virgülden sonra altı basamak yerine dört basamak duyarlılığında hesap yapmanın hava tahminlerini o kadar saptıracağını. Gelelim benim sapmalarımın sonuçlarına;
* 2016 yılında trigliserid değerim 116 imiş;
* 2017 Mart ayında bunu 88 e düşürmüşüm ve
* 2017 Ekim ayında, geçen hafta yaptırdığım analizde bu değerin ilk defa 193 e çıktığını görüyorum. Üst sınırın 160 olduğu yerde ve yetmiş yılda hiçbir zaman bu değeri aşmak bir yana yaklaşmazken, ne oldu da tavan yaptı; tavanı delip de geçti trigliserid ?
Bu nedenle kendime çeki düzen vermeye karar verdim ve;
* Yumurtayı haftada bire ve pazar gününe bıraktım ki belki de yumurta suçsuzdur. Olsun varsın, kurunun yanında yaş da yanar; yanacak.
* Fast food’u tümüyle, her koşulda gündemimden sildim. Zaten yoktu ama kalırsa yazık olur ve evde de yapmıyoruz diye kimi zaman torunlardan kalan şu patates kızartmalarını ben yiyivereyim dediğim olmuştur.
* Ne Yusufun köftesi, ve Tokmak Hasan ya da Bay Dönerin döneri; ne Şam’ın şekeri ne arabın yüzü…
* Kalamarı gözüm görmesin; ben ona küstüm.
Üç ay sonra 2018 in ilk günlerinde görüşmek üzere trigliseridin fazlalıklarına veda ediyorum; inşallah gider.
Sofi’nin Dünyası kitabının “Kader”le ilgili ilk sayfalarında Delphoi’deki Tapınağın üzerinde yazan bir özdeyişe vurgu yapılır: “Kendini bil !“. Bununla anlatılmak istenen , insanın insan olmaktan öte bir şey olduğuna inanmaması gerektiği ve hiçbir insanın kaderinden kaçamayacağıdır. İşte tam bu yargıya vardığımda kendime baktım; kendimin dünden bugününe uzanan yolcuğuna baktım ve 1997 yılındaki 52 yaşımın iç ve dış dünyasını düşündüm. Bunu bugün aynı yaş dönemini yaşayan ve çokuluslu/yabancı bir şirkette ve hele hele expat olmanın streslerini düşündüm. Ne demek ola ki expat ?
“…Kendi ülkesi dışında rotasyona tabi tutulan çok uluslu şirket çalışanı anlamına geliyor. Uluslararası şirketler faaliyet gösterdikleri farklı ülkelerde çalışanlarını görevlendiriyor ve expat olan kişi söz konusu ülkede yeni bir hayata başlıyor…” Sıkıntılarını yaşamadan hissedebilmek çok zor. Yine de beni 55 yaşında yakalayan by-pass, oğlumu 50 yaşında yakalıyorsa; beni global değişimlerin ateşi hep yaşadığım ortamda, daha kolay defedebileceğim sıkıntılara sokarken onu Pak’tan Tac’a uzanan zorlu süreçte daha çok geriyorsa …”Hayat kısa ! Öyleyse…” Her işin başı sağlık.
Bu arada akılda kalanla ve sabah yürüyüşündeki denizin meltemiyle Nezuş’un anlattığı “Beyin cerrahı ve Astronot” diyalogunun tam şeklini Sofi’nin Dünyası’nın 263 ncü sayfasında buldum ve aşağıya aktarıyorum:
“…Rus bir beyin cerrahıyla yine Rus bir astronot din konusunda tartışıyorlardı. Beyin cerrahı dindar, astronotsa dindar bir kişi değildi. “Uzayda çok dolaştım” diye övünerek konuştu astronot, “Ama ne Tanrı’yı gördüm ne de meleklerini !” Cerrah cevap verdi: “Ben de çok zeki beyinler ameliyat ettim, ama tek bir düşünce görmedim !” Bu da düşüncenin var olmuyor anlamına gelmiyor değil mi ?...”
Sofi’nin elindeki kağıtta şöyle yazıyordu:
“…En bilge kişi, bilmediğini bilen kişidir / Gerçek bilgi içimizde mevcuttur / Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir…”
Yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü