Yaşam Büfesinde “Yola Devam”

“…”…Lütfiye hakkını helal et. Ben fenalışıyorum; galiba öleceğim...” dedi Konyalı Mehmet Dayı… Yaşlı adam delikanlının cebine birşeyler bırakırken “Allah senden razı olsun evladım” dedi. “Bu ihtiyarı yeniden doğmuş gibi sevindirdin. Şu ufak hediyemi alırsan daha da sevindireceksin”. Delikanlı yapmış olduğu iyiliğin makbule geçeceğini daha işin başındayken biliyordu. Yol kenarında ağlayan küçük çocuğun kaybolduğunu anlamış ve onun nereden geldiğini soruşturduktan sonra bir taksiye bindirip evine getirmişti. Fakat delikanlı aradığı evi bulduğunda büyük bir hayal kırıklığına uğradı…”

Merhaba

Bugün Cuma ve Germiyan Yalı Camii’nde yeni hocanın önderliğinde sakin bir Cuma namazı kılındı. Eve geldiğimde bu kez Tarhana Çorbası beklemiyordum. Geç kahvaltı etmiştik. Baktım Nezuş yine bizim meşhur, kırk yıllık Cuma Öğle yemeğimiz olan tarhana çorbası ve yanında ızgarada kızartılmış biberler vardı. Ödemiş’ten aldığımız peksimetleri bir ara Cango’ya verelim demiştik. Bu gidişle peksimetleri biz Cuma öğle öğününde tüketeceğiz. Yazımın girişindeki ilk mavili cümle de yine bir Cuma günü anısıdır özellikle Nezuş’un dilinden düşmeyen… Bir de buna benzer İzmir Millet Hastanesinin (biz altmışlı yıllarda Devlet Hastanesine nedense Millte Hastanesi derdik. Belki de en doğrusu böyleydi !) koridorunda gözleri düşüveren Gökgöz Yengeye alıp getirdiği bir gevrek (İzmir’in simidi) öyküsü vardır. Biz evlendiğimizde çocuk gibi görünsek de yaşamın çarkları bizi her an, biteviye (durmaksızın) öğüterek olgunlaştırıyordu. İki çocukla aylıktan elimizde kalan 150 TL ile Erzurum Abduraman Gazi Türbesini ziyaret ederken de gurbet eldeki keskin soğuğa bu olgunlaşmalarla hazırdık (1969 Haziranı). Askerden öncesine ve talebeyken evlenmiş olmanın öğrettiklerine bir Cuma Tarhanasının anımsattıklarıyla bakarsam…

Altmışlı yılların sonlarına doğru Tepecik’teyiz. Evliyiz ve ebeveynlerimizle oturuyoruz. Fakülte yıllarım sürüyor. Hesaplı bir geçim derdi içindeyiz. Genellikle ev işi yemeklerimiz var ve bir de müdavim dostlarımız. Bunlardan biri de Konyalı Mehmet Dayı. Kendisini bakkal dükkanımızın işlerinin iyi olduğu elllili yılların sonlarında aktif bir arabacı olarak anımsıyorum. O zamanlar şehir içi ağır yük taşımacılığında Konyalıların sahip olduğu uzun at arabaları vardı. İki tane kocaman at çekerdi. Kadana derdik onlara ve sanırım askeriyeden emekli top çeker atlardı. Sokağımız (1148) üst yanı biraz yokuştu. Yokuşun sonuna doğru özellikle yüklü arabayı çekmekte zorlanan atların ayakları özellikle kışın yağışlı havalarda kayardı. Kırbacı yedikçe gayretlenen (!) nallardan Arnavut kaldırımının bazalt taşlarından kıvılcımlar çıkardı. Nal yerine kamyon dış lastiklerinden yapılmış lastiklerden pabuçlar takılırdı yeri geldiğinde bu iri atların ayaklarına. İşte Konyalı Mehmet Dayının da böyle bir arabası vardı. Henüz kamyonetler çoğalmamıştı. Triportörler icat edilmemişti. Konyalı Mehmet Dayı, Balcı’dan aldığımız şeker ve bakliyatı; Dalan’dan aldığımız sabun çuvallarını bu arabasıyla Konak-Taşçılariçi’nden alıp bize getirirdi. Onun işi, geçim kaynağı buydu. Zeytinlik’te bir odalık ilkel bir evde kalırdı. Bayram günleri iki çocukla ilk ziyaretimizi ona yapardık. Altmışlı yılların ortalarında Konyalı Mehmet Dayı yaşlanıp emekli olmuştu. Babam da YSE de gece bekçiliğine başlamıştı. Sanırım rahmetli babamın zaman zaman krediye ihtiyacı olduğunda Konyalı Mehmet Dayı babama borç verirdi özellikle bakkalcılık döneminde. Bu ilişki bir baba-oğul ilişkisi gibi dostluğa dönüşmüştü. Hemen hemen her Cuma günü namaza giderken Konyalı Mehmet Dayı bize uğrardı. Cuma dönüşü tarhana çorbamıza Konyalı Mehmet Dayı da katılırdı. Yine sıcak bir Cuma günüydü. Konyalı Mehmet Dayı Cumaya giderken kendini iyi hissetmemiş ve bu kez namazdan önce bize gelmişti. Merdivenleri zorla çıkıp “Lütfiye hakkını helal et; ben fena oluyorum, galiba öleceğim” demişti. Annem hiç telaşlanmadı ve “Sen hele gel şöyle otur. Ben şimdi sana bir tarhana çorbası yapayım” demiş ve her zaman ki telaşsız haliyle çorba yapıp içirmişti. Çorbayı içen Konyalı Mehmet Dayının gözleri açılmış; canlanmış ve “Lütfiye Allah razı olsun; ben yeniden doğdum” demişti. İşte Cumanın ve tarhana çorbasının böyle içten anıları vardır bizim mahalle kültürlü sade yaşamımızda. Bugün, dünden güç bularak yarınlara uzanıyor. Nasıl mı ?

Dün Pınar’ın yaş günüydü. İzmir’deydik. Gümüş kaşıkları parlattırdık. Efes’in çayını içtik. Ayranlı Tombikle kendimizi şımarttık. Pınar’ın pastasını ve Nato’nun kek ve kurabiyelerini yedik. Oğullarımız TACÜM, MESTE ve NETKE dışında Zeynep’li MIND Dörtlüsü ve her zaman şıklığına imrendiğimiz Nadire Hanımla birlikte güzel bir gün geçirdik. Barış’ın da saç traşı bu kez bir başka güzel olmuş. Haftaya yine İzmir’deyiz. Bu kez 28 Nisan’ı kutlayacağız. Binlerce şükür. Kulaklarımızda hâla Konyalı Mehmet Dayının sözlerindeki mihnet (minnet)in etkileriyle sahip olduğumuz huzura ve binlerce güzelliğe şükrederek bu sabah kahvaltısı sırasında gözümüze takılan bir enstantaneyi de açıklamak istiyorum. Nezuş “Nazlı nasıl izin verirsin ?” diye sesinin çıktığı kadar bağırdı ve Nazlı yolundan dönüp bize geldi. Ne olmuştu ki ?

Komşumuz Mehmet Ali abi (yaşı doksanı aşmış) debriyaja tam basmamış olmalı ki bir vites değiştirme gıcırtısı koptu önümüzdeki yolda. Baktık doksanlık Mehmet Ali abi arabasıyla yola koyulmuş. Yolda bastonuyla zor yürüyen doksanlık Mehmet Ali abinin arka koltuğunda Nazlı’nın oğlu Eray var (Eray henüz üç yaşında). Araba eski, ne bebek koltuğu var ne de emniyet kemeri. Herşey Allah’lık. Araba da sürücü de. Eray’ın ona veren Nazlı da…Bizde bir telaş; bir heyecan ve korku. Mehmet Ali abi yolda bastonla zor yürüyor. Bırak araba kullanmasını bir de arka koltukta bir küçük çocuk…Aman Allah’ım. Nezuş’un fırçasını yemesine rağmen Nazlı gayet rahat; rahmetli annemin dediği gibi “tevekkül içinde”. Yapabilene ne mutlu !

Şimdi arabanın arka koltuğunda bizi ürperten görüntüyle küçük Eray’dan yazımın girişindeki öyküdeki çocuğa döneyim. Öykünün tümüz şöyle:

“…Yaşlı adam delikanlının cebine birşeyler bırakırken “Allah senden razı olsun evladım” dedi. “Bu ihtiyarı yeniden doğmuş gibi sevindirdin. Şu ufak hediyemi alırsan daha da sevindireceksin”. Delikanlı yapmış olduğu iyiliğin makbule geçeceğini daha işin başındayken biliyordu. Yol kenarında ağlayan küçük çocuğun kaybolduğunu anlamış ve onun nereden geldiğini soruşturduktan sonra bir taksiye bindirip evine getirmişti. Fakat delikanlı aradığı evi bulduğunda büyük bir hayal kırıklığına uğradı.

Yol boyunca gözü önünde canlandırdığı yüzme havuzlu ve uydu antenli villanın yerine karşısında derme çatma bir gecekondu duruyordu. Üstelik kapıyı da çocuğun dedesi açmış ve torununa hasretle sarıldıktan sonra kendisine teşekkür edip cebine birkaç kuruş bırakmıştı.

Delikanlı sohbet sırasında çocuğun anne ve babasının kaza sonucu vefat ettiğini öğrenmiş ve yaşlı adamın birara ağlamasından istifade ederek (tam bu sırada telefonum çaldı. Utku’ymuş. Her Cuma olduğu gibi kutlamadan sonra görüşmemiz bu kez uzadı (~12dk). Önce “dinleme becerisini geliştirme” ya döndü konuşmamızın rotası daha sonra “Zammı Sure” ve eski-yeni hoca muhabbetine ve Nasrettin Hoca’nın eşeğine. Teşekkürler Utku)cebine konulanları el yordamıyla kontrol etmeyi becermişti. Üç beş tane bozuk para koskoca ceket cebinin bir köşesini bile doldurmamıştı.

Evin haline bakılırsa yaşlı adam bayağı fakirdi. Ama hiç olmazsa taksi parasını karşılayacak kadar bir bahşiş veremez miydi ? Delikanlının yüklü bir hediye ile yolunu bulma hayalleri yıkılmış ve içinde bir isyan kıpırdanmaya başlamıştı. Anlaşılan tahammül edilemeyecek kadar cimri bir adamla karşı karşıyaydı ve mutlaka bir ders vermesi gerekiyordu.

Yaşlı adamın yüzüne dik dik bakarken cebindeki bozuklukları avuçladı ve çocuğun ayakları dibine fırlatarak “Git de kendine oyuncak al ufaklık” dedi. “Böylelikle cömertylik nedir öğrenmiş olursun”. Yavrucak yere eğilerek paraları topladığında delikanlının gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu. Çocuğun küçücük avuçlarında dört-beş tane altın lira parlıyordu…”

Dün Efes’ten gümüş kaşıkları alıp 821 ile (ve 65 yaş kartıyla) eve gelirken otobüste Nezuş’un karşısına yaşlı bir adam oturdu. Ben parlatılmış kaşıkları inceleyip Nezuş’a geri verdiğimde ve kadife kesesine koyarken gösterdiğimiz özene bakıp yaşlı adam sordu: “Onlar nedir ?”. Tam da Nezuş’a göre muhabbet. Yaşlı adam 1926 doğumluymuş. Hayatında gümüş kaşık görmemiş. Belli ki ağzında gümüş kaşıkla doğmamış. Israrla gümüş olmasının faydasını sorarken Nezuş benden ve hatta SSTC den daha fazla soru sormaya başladı. “Çocukların var mı ?” Olumlu yanıt alınca “Oğluna kız istemeye gitmedin mi ?” Gittiğini öğrenince “Gümüş tabakta çukulata götürdün mü ?” Eskiden böyle adet olmadığını söylese de doksanlık adam Nezuş inat ve ısrarla ona hayatının mutlaka bir yerinde gümüş olduğunu anlatmaya çalıştı. Bir ara sağırlar diyaloguna dönüşünce bu otobüs muhabbeti adam ineceği durağı çoktan geçmişti. Bizimle Albatros Durağında inince içimi bir kaygı sardı: “Eyvah” dedim “Bu adam galiba bize gelecek”. Bereket gelmedi. Demem o ki Nezuş ister asansördeki on saniyede (biz birinci katta oturuyoruz) ister otobüsteki on dakikada mutlaka bir sohbeti geliştirir. Hiç bir şey olmasa yoldan geçen Nazlı’ya bağırır ve “Doksanlık Mehmet Ali abiye, onun sürücülüğüne, külüstür arabasına nasıl güvenip de Eray’ı yanına verirsin” diye sert eleştirisini yapar. Ben iyi bir izleyiciyimdir.

Sözün özü; Cuma namazı öncesinde camideki sessizlik sürecinde iç sesim bu yazımın çerçevesini oluştururken şunları diyordu: “… Niyet ve zihniyetiniz; sesiniz ve adımlarınız; tutum ve davranışlarınız; eylemleriniz ve sonuçlarınız; yaşam büfesinde sıraya girme isteğinizi, yaşam büfesinde sırada kalma inancınızı ve yaşam büfesinde sırada ilerleme tutkunuzu yansıtır. Hayallerinize ve dileklerinize dikkat edin, bir gün gerçek olabilirler. Güç sizde...”

Sağlık ve esenlik dileklerimle ister Ankara’ya gidebilen Konyalı Mehmet (yetmişli yılların başında Enstitü yaşamım); ister annemin elinden içtiği Tarhana Çorbası ile yaşama döndüğünü hisseden Konyalı Mehmet Dayı ya da ister Eray’ı arka koltuğa oturtup şarkılar söyleyerek yaşama her zaman şükreden Mehmet Ali Amca olsun yaşamın her anında “yola devam” etme heyecanınız hep aydınlık yollarda eksilmeden sürsün. Takmayın kafanıza tokadan başka bir şey… (Yazımı şimdi yayımlayacağım ve ekine henüz bir görsel bulamadım. Daha sonra eklerim).

Öykücü